Suriye ve Irak’taki savaşın bugünkü Ortadoğu sınırlarını değiştirmeye başlaması, Cihan Harbi sonunda Osmanlı Devleti’nin yıkılışına bağlanan süreci gündeme getirdi. Genel kanaatin aksine, Batılı devletler ve Rusya’nın bölgedeki fiili egemenliği, 20. yüzyılın başında sağlanmıştı.
Birçok biliminsanı gibi biz tarihçilerin de başı şu “think tank” denilen kişilerle dertte. Bunlar özgün olmak zorunda olduklarından ortaya durmadan birşeyler atıyorlar, yarı cahil gazeteciler de bunu hemen kapıp öyle bir yayıyorlar ki, “yok o öyle değil; aslı şöyle” diyerek lafını duyurabilen bilimcilere aşk olsun! Son yıllarda bu senaryonun Ortadoğu coğrafya ve siyasetine ilişkin türevleriyle sıkça karşılaştık. “Büyük Ortadoğu”dan “Yeni Osmanlılık”a, “Arap Baharı”ndan “Sykes-Picot”ya, kafalar iyice karıştırıldı. Hele bu yıl Ekim ayında yüz yaşına basacak olan şu Sykes-Picot Sözleşmesi, IŞİD’in zuhurundan beri iyice kendinden söz ettirir oldu: yok modern Ortadoğu Sykes-Picot Sözleşmesi’yle ortaya çıkmışmış, yok Sykes-Picot düzeninin sonu mu geliyormuş, daha neler neler…
Sykes-Picot Sözleşmesi, Rusya’nın, hemen Çanakkale harekâtı arifesinde İstanbul ve Boğazlar bölgesini istemesiyle yapılmaya başlayan Osmanlı topraklarını paylaşma planlarında bir aşamadır. Bundan da anlaşılacağı gibi, sanılanın tersine, Büyük Britanya ile Fransa arasında yapılmış bir sözleşme değil, Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasında yapılmış bir sözleşmedir. Birçok antlaşmada olduğu gibi, tarafların altını imzaladığı bir metin değil, adı geçen üç devletin bakanları ve büyükelçileri arasında gidip gelen bir yazışmalar bütünüdür. İki kişinin adını taşımasının nedeni ise, bu iki kişinin sözleşmenin temelini oluşturan ilkeleri ilk saptayanlar olmalarıdır.
Sözleşmenin ne olup ne olmadığının çözümlemesinden önce hatırlatılması gereken en önemli nokta, bugün adına Ortadoğu dediğimiz bölgenin tümünü kapsamadığıdır. Nitekim 1882’den beri Büyük Britanya yönetiminde olan Mısır, 1907’de Büyük Britanya ile Rusya arasında etki bölgelerine bölünmüş İran ve 1912’den beri İtalyan yönetimine geçmiş olan Libya, Sykes-Picot Sözleşmesi’ne konu olmamışlardır. Ancak, bu noktadan hareketle sözleşmenin Osmanlı Ortadoğusu’na ilişkin olduğunu da söyleyemiyoruz. Zira sözleşme yapılmadan önce Büyük Britanya, hem Suud ailesiyle anlaşarak, kendi himayesinde, bağımsız bir “Suudi Arabistan”, hem Âsir’deki Seyyid İdrîsî ile anlaşarak Osmanlı Devleti’nden bağımsız bir Âsir, hem de Hâşimî ailesinden Hüseyin İbn-i Ali’yle anlaşarak bağımsız bir Hicaz Devleti oluşmasını sağlamıştı. Basra Körfezi emirlikleriyle Küveyt’in daha önceden birer İngiliz himaye bölgesi olduklarını da hatırlayacak olursak, Sykes-Picot Sözleşmesi’nin bugünkü Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün ve Irak Devletleri’nin kapladığı alana, bir miktar da günümüz Türkiyesi’nin topraklarına münhasır olduğu anlaşılır.
Sykes-Picot Sözleşmesi’ne giden yolda ilk görüşmeler, 1. Dünya Savaşı’ndan önce Beyrut’ta Fransız konsolosu olup, 1915 yılında Fransa’nın Londra Büyükelçiliği’nde siyasi danışman olarak görev yapan Charles François Georges-Picot ile Büyük Britanya Dışişleri Müsteşarı Sir Harold Nicolson arasında, 1915’in Kasım ayında yapılmış ve gelecekteki Suriye’nin statüsüne ilişkin ciddi anlaşmazlıklar nedeniyle kesilmişti. Ertesi ay, Büyük Britanya Savaş Bakanı Lord Kitchener’in Ortadoğu işleri danışmanı, milletvekili ve yarbay Sir Mark Sykes, İngiliz tarafının temsilcisi olarak atandı. Bu iki kişi 1916’nın Ocak ayında bir plan üzerinde anlaştılar. Ertesi ay ise Büyük Britanya ve Fransa Hükümetleri bu anlaşmayı onayladı. Mart ayında da Georges-Picot ve Sykes, Rusya’ya giderek projelerini Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov’a sundular. Sazonov, Rusya’nın paylaşma planını onaylamaya hazır olduğunu, ancak ülkesinin Doğu Anadolu’daki toprak isteklerinin ve Karadeniz’deki Rus hakimiyetinin de sözleşmeye bir biçimde dahil edilmesini istedi. Bu isteklerin onaylanması ve bunlara ilişkin bazı değişikliklerin geliştirilmesi bir hayli zaman aldığından, sonunda sözleşme 1916’nın Ekim ayında tamamlanmış oldu.
Sykes-Picot Sözleşmesi, dört yanından Anadolu, İran, Arap Yarımadası ve Akdeniz’in sınırladığı alanı beş bölgeye ayırıyordu. Buna göre, Kudüs çevresinde yaratılan bir Filistin, uluslararası bölge ilan ediliyordu. Filistin dışında kalan topraklar, Fransa ve Büyük Britanya’nın doğrudan doğruya yönetecekleri iki bölge, bir de ayrıcalıklı etki alanları olacak iki bölge olmak üzere, dörde bölünecekti. Bu son iki bölgede bağımsız, ancak Fransız ve İngiliz himayesinde kalacak Arap devletleri öngörülüyordu. Büyük Britanya’nın iki bölgesi, İran sınırı ve Basra Körfezi’nden Mısır’a uzanan bir kuşak oluşturuyor, Fransa’nın iki bölgesi ise yine İran sınırından Akdeniz’e uzanan va Anadolu’nun da önemli bir kısmını kapsayan bir kuşak oluşturuyordu. Dikkat edilecek olursa Fransız bölgesi, İngiliz bölgesiyle Doğu Anadolu’da Rusya’ya bırakılacak topraklar arasında tampon işlevi görüyor, dolayısıyla Musul’u da içeriyordu.
Sykes-Picot Sözleşmesi’nin öngördükleri daha 1. Dünya Savaşı bitmeden bozulmuştur. Büyük Britanya, Fransa’yı Mısır’dan ve tabii Süveyş Kanalı’ndan mümkün olduğunca uzak tutabilmek için Dünya Siyonist Örgütü’nün isteklerine arka çıktı ve 1917’nin Kasım ayında Filstin’in kendi yönetimi altında bir Yahudi yurdu olmasını öngören Balfour Bildirisi’ni yayınladı. Çok kısa bir süre sonra patlak veren Bolşevik Devrimi de Rusya’nın paylaşım planlarından dışlanması sonucunu doğurdu ve paylaşım planlarında öngörülen sınırların yeniden çizilmesini gündeme getirdi. Bu durum ve savaş bittikten sonra yaşanan başka bir dizi gelişme ise Sykes-Picot Sözleşmesi’ni tümüyle havada bıraktı, hattâ bazı konularda Büyük Britanya ile Fransa’nın arasını açtı.
Sykes-Picot Sözleşmesi’ni kâğıt üzerinde bırakan ilk gelişme, Paris’te yapılan barış görüşmelerinde Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni sömürgeler edinilmesine karşı çıkmasıdır. Bunun sonucunda, sözleşmenin öngördüğü dört bölge, kendiliğinden iki bölgeye inmiş oldu. Büyük Britanya ve Fransa’nın yöneteceği bu iki bölge ise, yine Paris’te verilen bir kararla kurulan Milletler Cemiyeti’nce bu iki ülkeye geliştirilmek üzere “emanet” edildi. Ancak, “manda” adı verilen bu sistem iki değil tam dört ülke yarattı. Zira Fransızlar Suriye’yi bölerek bir Lübnan icat ettiler. İngilizler ise, bir Maverâ-yı Ürdün (Ürdün ötesi; Transjordan) yaratmak zorunda kaldılar. Zira, Hüseyin İbn-i Ali’nin oğlu Abdullah, Suriye ile Arap Yarımadası arasına yerleşerek Fransız Suriyesi’ne saldırılar düzenlemeye başlamıştı. İngilizler de, Fransızların tepesinin atıp güneye doğru bir harekâta girişerek kendilerine ayırmış oldukları kuşağı yarmalarından korkmuşlardı. Böylece 1922 yılında, bugünkü Ürdün Krallığı’nın ilk hali meydana çıkmış oldu.
Büyük Britanya’nın o aşamada Fransızların gazabından korkmakta haklı olduğunu teslim etmemiz gerekir, çünkü o günlerde Fransa, Sykes-Picot Sözleşmesi’nin kendisine ayırmış olduğu paydan çok şey kaybetmişti. Nitekim savaş yorgunu Fransa, 1919 yılında Anadolu’da başlayan direniş karşısında fazla bir şey yapamayacağını bildiğinden ve sözkonusu direnişin Suriye’ye yayılmasından korktuğundan, daha 1920 yılında Ankara’daki yeni Türk yönetimiyle ilişkiye geçmişti. Bunun sonucunda da Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması’yla, Sykes-Picot Sözleşmesi’nin kendisine Anadolu’da verdiği topraklardan vazgeçti.
Öte yandan, Rusya’nın ortaklıktan ayrılmasıyla Mezopotamya ve Doğu Anadolu arasında artık bir Rus sınırı olasılığı kalmaması, Büyük Britanya’nın 1. Dünya Savaşı’nın sonlarında işgal etttiği Musul bölgesini kendine ayırmakta ısrar etmesine neden olmuştu. Buralarda petrol arama hakkını 1913’te elde etmiş olan bir de İngiliz sermayeli Turkish Petroleum Company’nin bulunması, Fransa’nın çok direnememesi sonucunu doğurdu.
Kolayca görüleceği gibi, Sykes-Picot Sözleşmesi, daha 1922 yılında hem alan, hem paylaşım, hem de yönetim açılarından kâğıt üzerinde kalmış bir anlaşmadır. Buna rağmen sözleşmeden günümüzde hâlâ bahsediliyor olmasına neden olarak bir tek IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte Irak-Suriye sınırında, yani bir zamanlar Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın yönettikleri bölgeler arasındaki sınırda bir değişiklik olacağı beklentisini ya da öngörülerini kabul edebiliriz. Ancak, bu da tarihsel açıdan yanlış bir görüştür, zira sözkonusu sınır, Sykes-Picot Sözleşmesi’nden çok önce belirlenmişti.
19. yüzyılın sonlarında sömürge yönetimleri sömürgeci ülkelere pahalı gelmeye başlamıştı. Aynı dönemde iktisadi bir güç olarak sivrilen Almanya ise, sömürgeleştirilebilecek yer pek kalmamış olduğundan yeni bir üslup geliştirmiş ve en parlak örneğini Osmanlı Anadolusu’nda gördüğümüz iktisadi etki bölgesi edinme yoluna gitmişti. Asker göndermeden, bir yığın memur atamadan, yani yönetimi ve güvenliği yerel yetkeye bırakarak zenginliği ele geçirme yöntemi diyebileceğimiz bu yaklaşımı, hemen Fransızlar ve İngilizler de benimsediler. Böylece bugünkü Suriye ve Lübnan’a karşılık gelen bölge Fransızların, bugünkü Irak’a karşılık gelen bölge de İngilizlerin iktisadi etki alanları oldu. O kadar ki, Amerikalı tarihçi William L. Shorrock, daha 1970’de yayımladığı bir makalede, Suriye’deki Fransız mandasının kökenini 1901 yılına, o günlerde başlayan kimin nerede demiryolu inşa edebileceği tartışmasına kadar götürmüştür.
Bir zamanlar 1. Dünya Savaşı’nın en önemli nedenlerinden biri sayılan, Almanların meşhur Berlin-Bağdat demiryolu projesi de, Basra Körfezi’ne kimseyi yaklaştırmama politikası güden Büyük Britanya’nın homurdanmasına neden olmuştu. Aynı biçimde Osmanlılar da, Sivas’la Samsun arasındaki demiryolunun yapımına ancak 1914’te, Rusya’nın vetosu bazı ödünler verilerek kaldırıldıktan sonra başlayabilmişlerdi.
Özetle söyleyecek olursak, 20. yüzyıl başlarında Mezopotamya’ya İngilizlerin, Suriye yöresine Fransızların, Kuzey-Doğu Anadolu’ya da Rusların izni olmadan tek bir çivi bile çakılamıyordu. Bu durum, Filistin asıllı Amerikalı tarihçi Rashid Khalidi tarafından 1988’de yayımlanan bir makalede, “Osmanlı Arap topraklarının 1. Dünya Savaşı’ndan önce iktisadi açıdan paylaşılması” olarak tanımlandı. Yani Sykes-Picot Sözleşmesi’nin işaret ettiği Fransız ve İngiliz bölgeleri, çoktandır süren fiili bir durumu uluslararası hukuka dönüştürmekten öteye bir şey yapmamıştır.