Kasım
sayımız çıktı

Ortadoğu’nun haritası 1.Dünya Savaşı’ndan önce çizilmişti

100. YILINDA SYKES - PİCOT SÖZLEŞMESİ

Suriye ve Irak’taki savaşın bugünkü Ortadoğu sınırlarını değiştirmeye başlaması, Cihan Harbi sonunda Osmanlı Devleti’nin yıkılışına bağlanan süreci gündeme getirdi. Genel kanaatin aksine, Batılı devletler ve Rusya’nın bölgedeki fiili egemenliği, 20. yüzyılın başında sağlanmıştı.

Birçok biliminsanı gibi biz tarihçilerin de başı şu “think tank” denilen kişilerle dertte. Bunlar özgün olmak zorunda olduklarından ortaya durmadan birşeyler atı­yorlar, yarı cahil gazeteciler de bunu hemen kapıp öyle bir yayı­yorlar ki, “yok o öyle değil; aslı şöyle” diyerek lafını duyurabi­len bilimcilere aşk olsun! Son yıllarda bu senaryonun Ortado­ğu coğrafya ve siyasetine ilişkin türevleriyle sıkça karşılaştık. “Büyük Ortadoğu”dan “Yeni Os­manlılık”a, “Arap Baharı”ndan “Sykes-Picot”ya, kafalar iyice karıştırıldı. Hele bu yıl Ekim ayında yüz yaşına basacak olan şu Sykes-Picot Sözleşmesi, IŞİD’in zuhurundan beri iyice kendinden söz ettirir oldu: yok modern Ortadoğu Sykes-Picot Sözleşmesi’yle ortaya çıkmış­mış, yok Sykes-Picot düzeninin sonu mu geliyormuş, daha neler neler…

Ortadoğu’nun haritası 1.Dünya Savaşı’ndan önce çizilmişti
Sözleşmeye isimlerini veren Mark Sykes (İngiltere) ve François Picot (Fransa).

Sykes-Picot Sözleşmesi, Rusya’nın, hemen Çanakkale harekâtı arifesinde İstanbul ve Boğazlar bölgesini istemesiy­le yapılmaya başlayan Osmanlı topraklarını paylaşma planla­rında bir aşamadır. Bundan da anlaşılacağı gibi, sanılanın ter­sine, Büyük Britanya ile Fransa arasında yapılmış bir sözleşme değil, Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasında yapılmış bir sözleşmedir. Birçok antlaşmada olduğu gibi, tarafların altını im­zaladığı bir metin değil, adı ge­çen üç devletin bakanları ve bü­yükelçileri arasında gidip gelen bir yazışmalar bütünüdür. İki kişinin adını taşımasının nede­ni ise, bu iki kişinin sözleşme­nin temelini oluşturan ilkeleri ilk saptayanlar olmalarıdır.

Sözleşmenin ne olup ne ol­madığının çözümlemesinden önce hatırlatılması gereken en önemli nokta, bugün adına Or­tadoğu dediğimiz bölgenin tü­münü kapsamadığıdır. Nitekim 1882’den beri Büyük Britanya yönetiminde olan Mısır, 1907’de Büyük Britanya ile Rusya ara­sında etki bölgelerine bölünmüş İran ve 1912’den beri İtalyan yönetimine geçmiş olan Lib­ya, Sykes-Picot Sözleşmesi’ne konu olmamışlardır. Ancak, bu noktadan hareketle sözleş­menin Osmanlı Ortadoğusu’na ilişkin olduğunu da söyleyemi­yoruz. Zira sözleşme yapılma­dan önce Büyük Britanya, hem Suud ailesiyle anlaşarak, kendi himayesinde, bağımsız bir “Su­udi Arabistan”, hem Âsir’deki Seyyid İdrîsî ile anlaşarak Os­manlı Devleti’nden bağımsız bir Âsir, hem de Hâşimî ailesinden Hüseyin İbn-i Ali’yle anlaşa­rak bağımsız bir Hicaz Devle­ti oluşmasını sağlamıştı. Basra Körfezi emirlikleriyle Küveyt’in daha önceden birer İngiliz hi­maye bölgesi olduklarını da ha­tırlayacak olursak, Sykes-Picot Sözleşmesi’nin bugünkü Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün ve Irak Devletleri’nin kapladığı alana, bir miktar da günümüz Türki­yesi’nin topraklarına münhasır olduğu anlaşılır.

Sykes-Picot Sözleşmesi’ne giden yolda ilk görüşmeler, 1. Dünya Savaşı’ndan önce Bey­rut’ta Fransız konsolosu olup, 1915 yılında Fransa’nın Londra Büyükelçiliği’nde siyasi danış­man olarak görev yapan Charles François Georges-Picot ile Bü­yük Britanya Dışişleri Müsteşa­rı Sir Harold Nicolson arasında, 1915’in Kasım ayında yapılmış ve gelecekteki Suriye’nin statü­süne ilişkin ciddi anlaşmazlık­lar nedeniyle kesilmişti. Ertesi ay, Büyük Britanya Savaş Baka­nı Lord Kitchener’in Ortado­ğu işleri danışmanı, milletve­kili ve yarbay Sir Mark Sykes, İngiliz tarafının temsilcisi ola­rak atandı. Bu iki kişi 1916’nın Ocak ayında bir plan üzerin­de anlaştılar. Ertesi ay ise Bü­yük Britanya ve Fransa Hükü­metleri bu anlaşmayı onayladı. Mart ayında da Georges-Picot ve Sykes, Rusya’ya giderek pro­jelerini Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov’a sundular. Sa­zonov, Rusya’nın paylaşma pla­nını onaylamaya hazır olduğu­nu, ancak ülkesinin Doğu Ana­dolu’daki toprak isteklerinin ve Karadeniz’deki Rus hakimiye­tinin de sözleşmeye bir biçim­de dahil edilmesini istedi. Bu isteklerin onaylanması ve bun­lara ilişkin bazı değişikliklerin geliştirilmesi bir hayli zaman aldığından, sonunda sözleşme 1916’nın Ekim ayında tamam­lanmış oldu.

Ortadoğu’nun haritası 1.Dünya Savaşı’ndan önce çizilmişti
Sir Edmund Allenby komutasındaki İngiliz birliklerinin Kudüs’e girişi, 1917.
Ortadoğu’nun haritası 1.Dünya Savaşı’ndan önce çizilmişti
Sykes-Picot Sözleşmesi’ne göre Suriye ve Irak. A: Fransız bölgesi – B: İngiliz bölgesi. G. Antonius, The Arab Awakening, Beyrut, 1936.

Sykes-Picot Sözleşmesi, dört yanından Anadolu, İran, Arap Yarımadası ve Akdeniz’in sınırladığı alanı beş bölgeye ayırıyordu. Buna göre, Kudüs çevresinde yaratılan bir Filis­tin, uluslararası bölge ilan edi­liyordu. Filistin dışında kalan topraklar, Fransa ve Büyük Bri­tanya’nın doğrudan doğruya yönetecekleri iki bölge, bir de ayrıcalıklı etki alanları olacak iki bölge olmak üzere, dörde bölünecekti. Bu son iki bölge­de bağımsız, ancak Fransız ve İngiliz himayesinde kalacak Arap devletleri öngörülüyordu. Büyük Britanya’nın iki bölgesi, İran sınırı ve Basra Körfezi’n­den Mısır’a uzanan bir kuşak oluşturuyor, Fransa’nın iki böl­gesi ise yine İran sınırından Ak­deniz’e uzanan va Anadolu’nun da önemli bir kısmını kapsayan bir kuşak oluşturuyordu. Dikkat edilecek olursa Fransız bölgesi, İngiliz bölgesiyle Doğu Anado­lu’da Rusya’ya bırakılacak top­raklar arasında tampon işlevi görüyor, dolayısıyla Musul’u da içeriyordu.

Sykes-Picot Sözleşmesi’nin öngördükleri daha 1. Dünya Sa­vaşı bitmeden bozulmuştur. Büyük Britanya, Fransa’yı Mı­sır’dan ve tabii Süveyş Kanalı’n­dan mümkün olduğunca uzak tutabilmek için Dünya Siyo­nist Örgütü’nün isteklerine arka çıktı ve 1917’nin Kasım ayında Filstin’in kendi yönetimi altın­da bir Yahudi yurdu olmasını öngören Balfour Bildirisi’ni ya­yınladı. Çok kısa bir süre sonra patlak veren Bolşevik Devrimi de Rusya’nın paylaşım planla­rından dışlanması sonucunu doğurdu ve paylaşım planların­da öngörülen sınırların yeniden çizilmesini gündeme getirdi. Bu durum ve savaş bittikten sonra yaşanan başka bir dizi gelişme ise Sykes-Picot Sözleşmesi’ni tümüyle havada bıraktı, hattâ bazı konularda Büyük Britanya ile Fransa’nın arasını açtı.

Sykes-Picot Sözleşmesi’ni kâğıt üzerinde bırakan ilk ge­lişme, Paris’te yapılan barış gö­rüşmelerinde Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni sömürgeler edinilmesine karşı çıkmasıdır. Bunun sonucunda, sözleşmenin öngördüğü dört bölge, kendili­ğinden iki bölgeye inmiş oldu. Büyük Britanya ve Fransa’nın yöneteceği bu iki bölge ise, yi­ne Paris’te verilen bir kararla kurulan Milletler Cemiyeti’n­ce bu iki ülkeye geliştirilmek üzere “emanet” edildi. Ancak, “manda” adı verilen bu sistem iki değil tam dört ülke yarattı. Zira Fransızlar Suriye’yi böle­rek bir Lübnan icat ettiler. İngi­lizler ise, bir Maverâ-yı Ürdün (Ürdün ötesi; Transjordan) ya­ratmak zorunda kaldılar. Zira, Hüseyin İbn-i Ali’nin oğlu Ab­dullah, Suriye ile Arap Yarıma­dası arasına yerleşerek Fransız Suriyesi’ne saldırılar düzenle­meye başlamıştı. İngilizler de, Fransızların tepesinin atıp gü­neye doğru bir harekâta girişe­rek kendilerine ayırmış olduk­ları kuşağı yarmalarından kork­muşlardı. Böylece 1922 yılında, bugünkü Ürdün Krallığı’nın ilk hali meydana çıkmış oldu.

Ortadoğu’nun haritası 1.Dünya Savaşı’ndan önce çizilmişti
1917’de Aralık ayında Kudüs’te esir düşen Osmanlı askerleri.

Büyük Britanya’nın o aşa­mada Fransızların gazabın­dan korkmakta haklı olduğunu teslim etmemiz gerekir, çünkü o günlerde Fransa, Sykes-Pi­cot Sözleşmesi’nin kendisine ayırmış olduğu paydan çok şey kaybetmişti. Nitekim savaş yor­gunu Fransa, 1919 yılında Ana­dolu’da başlayan direniş karşı­sında fazla bir şey yapamayaca­ğını bildiğinden ve sözkonusu direnişin Suriye’ye yayılmasın­dan korktuğundan, daha 1920 yılında Ankara’daki yeni Türk yönetimiyle ilişkiye geçmiş­ti. Bunun sonucunda da Ekim 1921’de imzalanan Ankara Ant­laşması’yla, Sykes-Picot Sözleş­mesi’nin kendisine Anadolu’da verdiği topraklardan vazgeçti.

Öte yandan, Rusya’nın or­taklıktan ayrılmasıyla Mezopo­tamya ve Doğu Anadolu arasın­da artık bir Rus sınırı olasılığı kalmaması, Büyük Britanya’nın 1. Dünya Savaşı’nın sonların­da işgal etttiği Musul bölgesini kendine ayırmakta ısrar etme­sine neden olmuştu. Buralar­da petrol arama hakkını 1913’te elde etmiş olan bir de İngiliz sermayeli Turkish Petroleum Company’nin bulunması, Fran­sa’nın çok direnememesi sonu­cunu doğurdu.

Kolayca görüleceği gibi, Sykes-Picot Sözleşmesi, da­ha 1922 yılında hem alan, hem paylaşım, hem de yönetim açı­larından kâğıt üzerinde kalmış bir anlaşmadır. Buna rağmen sözleşmeden günümüzde hâlâ bahsediliyor olmasına neden olarak bir tek IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte Irak-Suriye sınırında, yani bir zamanlar Bü­yük Britanya’nın ve Fransa’nın yönettikleri bölgeler arasında­ki sınırda bir değişiklik olacağı beklentisini ya da öngörülerini kabul edebiliriz. Ancak, bu da tarihsel açıdan yanlış bir gö­rüştür, zira sözkonusu sınır, Sy­kes-Picot Sözleşmesi’nden çok önce belirlenmişti.

19. yüzyılın sonlarında sö­mürge yönetimleri sömürgeci ülkelere pahalı gelmeye başla­mıştı. Aynı dönemde iktisadi bir güç olarak sivrilen Almanya ise, sömürgeleştirilebilecek yer pek kalmamış olduğundan yeni bir üslup geliştirmiş ve en par­lak örneğini Osmanlı Anadolu­su’nda gördüğümüz iktisadi etki bölgesi edinme yoluna gitmişti. Asker göndermeden, bir yığın memur atamadan, yani yöne­timi ve güvenliği yerel yetkeye bırakarak zenginliği ele geçir­me yöntemi diyebileceğimiz bu yaklaşımı, hemen Fransızlar ve İngilizler de benimsediler. Böy­lece bugünkü Suriye ve Lüb­nan’a karşılık gelen bölge Fran­sızların, bugünkü Irak’a karşılık gelen bölge de İngilizlerin ikti­sadi etki alanları oldu. O kadar ki, Amerikalı tarihçi William L. Shorrock, daha 1970’de yayım­ladığı bir makalede, Suriye’de­ki Fransız mandasının kökenini 1901 yılına, o günlerde başlayan kimin nerede demiryolu inşa edebileceği tartışmasına kadar götürmüştür.

Bir zamanlar 1. Dünya Sava­şı’nın en önemli nedenlerinden biri sayılan, Almanların meşhur Berlin-Bağdat demiryolu proje­si de, Basra Körfezi’ne kimseyi yaklaştırmama politikası güden Büyük Britanya’nın homurdan­masına neden olmuştu. Aynı biçimde Osmanlılar da, Sivas’la Samsun arasındaki demiryo­lunun yapımına ancak 1914’te, Rusya’nın vetosu bazı ödünler verilerek kaldırıldıktan sonra başlayabilmişlerdi.

Özetle söyleyecek olursak, 20. yüzyıl başlarında Mezopo­tamya’ya İngilizlerin, Suriye yö­resine Fransızların, Kuzey-Do­ğu Anadolu’ya da Rusların izni olmadan tek bir çivi bile çakı­lamıyordu. Bu durum, Filistin asıllı Amerikalı tarihçi Rashid Khalidi tarafından 1988’de ya­yımlanan bir makalede, “Os­manlı Arap topraklarının 1. Dünya Savaşı’ndan önce ikti­sadi açıdan paylaşılması” ola­rak tanımlandı. Yani Sykes-Pi­cot Sözleşmesi’nin işaret etti­ği Fransız ve İngiliz bölgeleri, çoktandır süren fiili bir durumu uluslararası hukuka dönüştür­mekten öteye bir şey yapma­mıştır.