Eylül 2024 Sayımız Çıktı

Padişah: 7 iklimin hakimi ancak sınırlanmıştı yetkisi

OSMANLI DEVLETİ’NDE SULTAN VE DİĞER İKTİDAR ODAKLARI

Osmanlı döneminde “astığı astık-kestiği kestik” olarak bilinen padişahlar, birçok kurum ve kişi tarafından “ortak karar”a zorlanmıştır. Fatih’ten bu yana padişahlar önemli kararlarını hep danışarak aldılar. “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”dı ama; esas olarak Dîvân-ı Hümâyun ve sonradan Meşveret Meclisi’nin denetimi vardı.

Günümüzde mitinglerde açılan “hilafet bayrakla­rı”, sıklıkla dile getiri­len Osmanlı özlemi… Osmanlı döneminde devlet idaresi ve bu­nun günlük hayattaki biçimleri, uygulaması nasıldı? Padişah her konuya tek başına karar veren mutlak güç müydü? Bu soruları tarihçi Necdet Sakaoğ­lu’na yönelttik.

Klasik Osmanlı devrinde gerek Dîvân-ı Hümâyun, gerek sadrazam, gerek diğer iktidar odaklarının, kısacası sistemin nasıl çalıştığını en yalın ifadesiyle anlatır mısınız? Bunlar ne iş yapıyorlardı ve yetkileri nasıl düzenlenmişti?

Bu elyazmasının içerisinde (Dîvân-ı Hümâyun kararla­rından örneklerin bulunduğu derleme bir münşeat mecmua­sını gösteriyor. Tarih: 1620) bes­meleyle başlayan veya dualarla biten tek bir belge yoktur. Hepsi adeta bugünkü laik düzene uyan bir biçimdedir. Konu anla­tılmış, kararlar alınmış, altına da imzalar atılmış. Şeyhülisla­mın da veziriazamın da kazas­kerin de imzası var. Bu, Osmanlı Devleti’nde Fatih’in koyduğunu düşündüğümüz kanunnameyle başlamış bir düzen.

Diyelim ki bir savaş/sefer kararı… Padişahın tek başına karar vermediği kritik durumları ve işleyişi anlatır mısınız?

Kapak_Dosyasi_1
Yayın Kurulu üyemiz Necdet Sakaoğlu, padişah-divan ilişkisini anlatıyor

Prut Harbi’nden (1710-11) örnek verelim. Savaşa giden yolda önce bir takım sınır olayları meydana geldi. Bunları hallet­mek için gelen elçinin istekleri reddediliyor, gönderilen elçi de istenilen kararla dönemiyor­du. Bizden giden elçi menfi bir sonuçla dönüyor veya onların gönderdiği elçi istediği sonucu alamadan dönüyordu… Sonra, huduttan da cansıkıcı haberler gelmeye başladı. Neticede konu, artık Kubbealtı’nda, Dîvân-ı Hümâyun’un gündemi oldu. Nişancı, Kubbealtı üyelerini -Hey’et-i Vükelâ- yani “Bakan­lar Kurulu”nu bilgilendirerek “Rusya’ya harp açmamız gere­kir” diyor, gerekçelerini anlatı­yor. O zamanlar henüz Hariciye Nezâreti (Dışişleri Bakanlığı). Dışişleri’ne bakan Nişancı Efendi, onun yardımcısı reisül­küttab var (bugünkü Dışişleri Genel Sekreteri). Bunlar savaş açma gerekçelerini kurula getiriyorlar. Kurulda sadrazam sırayla herkese söz veriyor “Ne dersiniz” diye. Onlar da görüş­lerini açıklıyorlar. Bütün bu is­tişareden sonra alınan karaları divan katipleri yazıyor. Kurul üyelerinin adları ve unvanları yazılıyor imza olarak. Sonra pa­dişaha sunulmak üzere Nişancı Efendi, reisülküttaba bir de özet hazırlattırıyor. Bu karar özetine “telhis tezkiresi” deniyordu. Sonra divan günlerini (cu­martesi, pazar-pazartesi-salı) izleyen arz günlerinde (çar­şamba-perşembe) Sadrazam, vezirler, kadıaskerler, Nişancı Efendi, arz odasında padişahın huzuruna çıkarak onay alı­yorlardı. Padişah çoklukla arz tezkiresinin yukarısına “mü­nasiptir, mucibince amel oluna” (uygundur, gereği yapılsın) diye yazar veya yazdırırdı.

Dîvân-ı Hümâyun nasıl çalışıyor?

Cumartesi, pazar, pazartesi ve salı günleri toplanıyor. Çar­şamba ve perşembe de “arz tezkiresi”nin sunulduğu günler. Bu 2 gün padişah arz odası­na çıkıyor. Arz odası Dîvân-ı Hümâyun’un tam karşı çapra­zında. Çavuşpaşa ve kethüda efendi, padişahın arz odasına geldiğini sadrazama haber veriyor. Sadrazam da tek veya kurul üyeleriyle, arz kıyafetiyle -padişahın huzuruna çıkarken giyilen kürk ve kavuk ile- huzu­ra giriyor. Padişah “sedir taht”ta oturmakta. Bir yanında “kılıç”, diğer tarafında “kitap” var. Yani padişah, “sahibü’s- seyf ve’l kalem”; okur-yazar, gerektiğin­de de savaşır” hatırlatmasıdır. Arkasındaki rafta da kitaplar duruyor. “Padişahım nasılsı­nız?” gibi cümleler kurulmaz, resmî bir görüşme. Padişah başıyla işaret ediyor. Sadrazam, sözlü olarak Divan’da alınan kararı bir cümleyle açıklar veya Nişancı Efendi’ye işaret ede­rek okutur. Padişah açıklama isterse sadrazam veya işaret ettiği üye açıklar. Padişah “mü­nasiptir, mucibince amel oluna” der veya aynı anlama gelecek şekilde başıyla işaret eder. Hu­zurda veya daha sonra bu cümle yazılarak sadrazama gönderi­lir. Böylece Dîvân-ı Hümâyun kararı onanmış olur. Divandaki söz alma, itiraz, tartışmalar… Padişah huzurunda yapılamaz. Ayakta, elpençe sessiz duruş, mutlak saygı gereğidir. Dua, amin, teşekkür de sözkonusu değildir.

Kazasker Bostanzade Yahya Efendi, çocuk denebilir yaştaki 1. Ahmed’in (1603-1617) hu­zuruna arza girince nasıl tere battığını Târih-i Sâf ’ta anlatır.

Dîvân-ı Hümâyun’un ne tür kuralları, törenleri var?

2. Mahmud’a (1808-1839) kadar klasik dönemde Dîvân-ı Hümâ­yun, en yüksek karar merciiydi. Dîvân-ı Hümâyun üyeleri sabah namazını Ayasofya’da kıldıktan sonra önlerinde-arkalarında muhafızlar (korumalar) olacak şekilde, sarayın tören kapısı Bâb-ı Hümayun’dan girerek Bâbüsselâm’ın önünde attan iniyorlar. Evvela reisülküttap (başkatip) ve katipler giri­yor. Kubbealtı’nın kapısı açık. Ayasofya’dan gelen üyeler de -yeniçeri ağası, kadıaskerler, vezirler, şeyhülislam- sırayla içeri girip sedirlerdeki yerlerini alıyorlar ama sadrazam girene kadar ayakta bekliyorlar. En son sadrazam giriyor, bir sağına bir soluna bakarak “Sabahınız hay­rola” diyor. “Selamün aleyküm” demiyor!

Örnek olsun diye getirdiğim elyazması mecmuadaki (der­leme bir eser) onlarca Dîvân-ı Hümâyun kararlarından biri şu 7 sayfadadır. Yazı mükem­mel, cümleler kusursuz. Metin Türkçe ama Farsça-Arapça deyimlerle yüklü. “Niye yalın Türkçe yazmamışlar” diye­meyiz. Divan kararları, kağıdı, yazısı ve ifadesiyle özgündür. Sahtesi yapılmamalı, yapılamaz! Bunun için Osmanlı bürokra­sisinde belgeler çok özenli yazılır, Farsça-Arapça-Türkçe karma deyimler, terimler tercih edilirdi. Sıradan okur yazar­ların taklit edemeyeceği hatta okuyamayacağı, anlayamaya­cağı metinler kurulurdu. Yazılar harekesiz ama mükemmeldir. Okumayı kolaylaştırıcı hareke­ler yok. “Nîşân-ı Hümâyun odur ki”, yani “padişahın emri şudur” cümlesiyle başlıyor, besmeleyle başlamıyor. Dîvân-ı Hümâyun kararlarının altında, toplantıda bulunanların adları-imzaları var. Divan reisi olan sadraza­mın adı-imzası en altta, en alt düzeyde rütbeye sahip olanların adı-imzası en yukarıda yazılı­yordu, usûl böyleydi. Veziriazam kendini “minel fakir” -yoksul kul- olarak yazmış. Yani o kadar mütevazı.

Adsız_Resim (1)

Kubbealtı kararlarıyla padişahın iradesinin uyuşmadığı durumlarda ne oluyordu?

Ender olarak yaşanıyordu denebilir. İstisnalar dışında “padişah itirazı” gösterilemez. Fatih Kanunnamesi gereği ku­rul oturumlarına katılamazdı padişah. Adalet Kasrı’nın Kubbealtı’na açık ka­fesli ve perdeli pence­resinden oturumları izleyebilirdi. Çünkü karar padişahın buyruğu gibi kaleme alınıyor. Padişah ku­rula girmezdi çünkü Dîvân-ı Hümâyun başkanı sadrazam padişahın mührünü taşıyor. Dolayısıyla onun yetkilerini taşımakta. Kimi du­rumlarda divandan önce padişahın gö­rüşü alınabiliyordu kuşkusuz. Bunların hepsi yaşanmıştır. Demek ki Osmanlı padişahı “şuraya savaş açtım” veya “şunu onaylayın” diyemiyordu. Veya padişah sadrazamı azledi­yordu. Görüş ayrılıkları nede­niyle sadrazam azilleri çoktur.

Dîvân-ı Hümâyun kararları­nı katipler özenle yazar, mü­meyyizler (redaktör-editörler) kontrol ederdi. Divan kararla­rında bir yanlış bulmak olası değildir.

Bu bahsettiğiniz sistemde yetki paylaşımına dair aklınızda bir hadise var mı?

Mesela cülus töreni en büyük törendi. Sultanın ölmesiyle, yerine yeni padişahın geçmesi. Ölen padişahın defteri kapanmış, hükümleri geçmez olmuştur. O ancak tarihin konusu olmuştur artık. Devletin ve ülkenin sahibi, kulların efendisi artık yeni padişah olacaktır. Klasik biat olan cülusta, padişaha en son saygı sunan sadrazamdır, yalnızca o, padişahın ayağını öper. O an padişah da sadrazam da ayağa kalkarak “musafaha” (ellerini buluşturma yöntemiyle selamlaşma) ederlerken içoğlanlar yani Enderun’dan “alkıççı” denen bir grup, “alkıç” denen “ululama” yaparlarmış: “Padişahım çok yaşa, bin yaşa!”, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” derlermiş.

Kapak_Dosyasi_3
Dîvân-ı Hümâyun kararlarından örneklerin bulunduğu münşeat mecmuası, 1620’ler (Necdet Sakaoğlu koleksiyonu).

Acaba günümüzde sıkça duyduğumuz “Allahuekber”i de derler miydi alkıççılar? “Allahuekber” diye bağırmak Osmanlılar’da var mı diye aradım; teşrifat defterlerinde öyle bir nümayiş bulamadım. Osmanlı protokolü belki biraz Roma’dandı.

Padişahın tahta geçişinde yani cülûs merasiminde, teşrifat sırası yukarıdan aşağıya değil aşağıdan yukarıyaydı. En alt seviyede protokole dahil olanlar, yani gayrimüslim temsilcileri, padişaha yaklaşmadan uzaktan temenna (eğilip elini ayağına sonra başına götürmek) ederek hızla geçerler. Sonra müteferrikalar, kalem efendileri… Giderek üst düzeye doğru padişaha yaklaşma adımları birer ikişer artar. Sıra padişahın ayağını öpenler gelir. Son zamanlarda ayak öpmek hakaret gibi sayıldığından padişah tahtının yanına saçak konulmaya başlanmış ve o öpülmüş. Abdülmecid’den itibaren de saçak öpülmesi âdet olmuş.

Kapak_Dosyasi_4
Dîvân-ı Humâyun üyelerinin, alınan kararları altına ad ve unvanlarını yazarak imzaladıkları görünüyor.

Daha sonra ortaya çıkan Meşveret Meclisleri var. Bu meclisleri hangi ihtiyaç doğurdu?

Meşveret Meclisi, Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyıl sonunda başlattığı bir uygulama. Zira Kubbealtı vezirleri, çoklukla görgü-bilgi ve öğrenimleriyle devletin işleyişini yeterince bilemiyorlardı. Padişahlar da aynı durumdaydı. İşi bilen uz­manlara ihtiyaç duyulduğunda konuyu ve durumu bilenler pa­dişahın veya sadrazamın baş­kanlığında toplantıya çağırılır, konular burada tartışılırmış.

Veziriazamın da Paşakapısı’n­da topladığı bir divan vardı. Kimi Veziriazamlar, da Kub­bealtı günlerinin ikinci veya üçüncüsünü Paşakapısı’nda birkaç veziri ve işbiliri çağırıp yaparlarmış.

Kapak_Dosyasi_5
Topkapı Sarayı, İkinci Kapı ve Dîvân-ı Hümâyun, Hünername.

İstanbul fethinden 19. yüzyıla kadar bu işleyişe dair neler söyleyebilirsiniz?

Fatih Sultan Mehmed’in getir­diği düzen, “laik” bir düzendi. Çünkü Dîvân-ı Hümâyun, şeri­ata göre çalışmıyordu. Topkapı Sarayı da“laik” bir saraydı. Sa­ray’da ezan okunmazdı.Ağala­rın minaresiz bir mescidi vardı. Son birkaç minaremsi muhdes­ler 18. yüzyıl ve sonrasındadır. Surların kuşattığı alanda ve sa­rayı kuşatan iç sur içinde de yani Topkapı Sarayı’nda cami yoktur. Haremağası Beşir Ağa ısrarla kendi bölümlerine bir cami yaptırmak istemiş, sonunda caminin çatısını geçmeyecek bir minare koymasına izin verilmiş. Bir köşe, minare biçiminde ya­pılmış. Ezan okunması da sorun olmuş. Seferli Koğuşu’nun min­yatür mescidine Sultan Abdül­mecid izin vermiş. Koca sarayda cami yok. Minaresiz bir Ağalar Mescidi vardı.

Topkapı Sarayı’nın 2. kapı­sından sonra “örf” başlar; yani “şeriat” biter! Bu, şu demek oluyor: Topkapı Sarayı’nın kuleli kapısından itibaren örf geçer­lidir. Örf, zamanın kurallarına göre yetkili olan kişinin aklına uyan şekilde karar vermesi ve uygulamasıdır. Dolayısıyla pa­dişahın idam cezası vermesi de orada başlıyor. Ama Sadrazam da o eşikten girdiği an yetkile­rini kaybederdi; ancak kapının dışına adım attığı an padişahın bütün yetkilerini kullanabilirdi.

Kapak_Dosyasi_6
Devletin tüm meseleleri Kubbealtı’nda toplanan Dîvân-ı Hümâyun’da tartışılıyordu.