Kasım
sayımız çıktı

Parfümler yaygınlaştı, başdöndürmek kolaylaştı

Peki, nasıl oldu da üç otuz paraya bile parfüm satılabilen bir dünyada buluyor insanlık kendisini? Tabii bu hemen olmuyor. 1700’lerde kokulu moleküllerin içinde taşıtıldığı ortamın yağdan alkole evrilmesi, Kölnische Wasser veya bugün bildiğimiz adıyla “Limon Kolonyası”nın yaygışlaşması tek başına yeterli olmuyor parfümü ‘sokağa indirmek’ için. Ardından biliminsanları doğal kokuların aslında sayısız farklı molekülden oluşmuş bileşimler olduklarını, bu doğal bileşimler içindeki bazı moleküllerin de malzemenin karakteristik kokusunu vermeye kafî geldiğini keşfediyorlar. 1833’te Dumas ve Péligot’nun tarçın kabuğu yağından “cinnamic aldehyde”i ayrıştırmasıyla başlayan süreç, 1876’da Reimer ve de Laire’in çam ağacı yağından ilk yapay ‘vanilin’i sentezlemesiyle zirve yapıyor. Artık parfümörlerin çok pahalı vanilya çubukları için Madagaskar’a veya tarçın için Seylan’a gitmeleri gerekmiyor, kimyacılar doğal olandan çok daha ucuz bir fiyata bu kokulu molekülleri onların kapılarının önüne getiriyor.

Kokunun kimyasal tarihinde bu başdöndürücü gelişmelerin yaşandığı yıllarda, onun kültür tarihinde iz bırakmasına vesile olacak bir gelişme daha yaşanıyor: Marcel Proust dünyaya geliyor. İlerde bir kokuyla geçmişe dönerek yazacağı büyük roman Kayıp Zamanın İzinde kokuyla çağırılan anıların duygusal yoğunluğunun “Proust Fenomeni” olarak anılmasına neden olacak.

Yediklerimizin kokusu bizi çocukluğumuza geri götürebiliyor ama ne yediğimiz de (veya ne yemediğimiz) vücut kokumuz üzerinde varlığını belli ediyor. Örneğin dünya nüfusunun hatırı sayılır bir kısmı laktoz intoleransı nedeniyle süt ve süt ürünleri tüketmiyor. Süt ürünleri tüketmeyen insanlar, sütün kokusunu, süt ürünleri tüketenlerden çok daha çabuk ve çok daha kesin algılıyorlar. Bu bize yabancı her koku için geçerli bir durum. Vietnam Savaşı’ndan bir örnek: Bir yanda süt tüketmeyen Vietnamlılar, diğer yandaysa ülkelerinden gönderilen süt tozlarını çekinmeden tüketen ABD birlikleri var. Viet Cong (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) askerleri, yoğun bitki örtüsü içinde kamufle olan Amerikan birliklerinin yerini havadaki yoğun süt kokusundan saptıyorlar.

Her ne kadar tükettiğimiz gıdalardan etkilense de, tek yumurta ikizleri hariç herkesin kendine has bir vücut kokusu var. Bu koku aslında bağışıklık sistemimizi düzenleyen genlerin (MHC/HLA) dışavurumu. Yani vücut kokumuz bir nevi bio-kimlik belgesi. Büyük büyük atalarımız için hayati bir yol gösterici olan bu bio-kimlik belgesi, yakın tarihlerde çok daha ‘kurnaz’ türdeşlerimize hizmet ediyor. Almanya henüz iki devlet halindeyken Doğu Alman Devlet Güvenlik Bakanlığı’nın (Stassi) ilginç bir uygulaması var. Olası rejim muhalifleri toplanıp sorgu odalarına alınıyor, avuç içleri sandalyeye gelecek şekilde ellerinin üzerine oturmaları isteniyor, sorularla sıkıştırılıp terlemeleri, vücut kokusu üretmeleri sağlanıyor. Sorguyu takiben terli avuçların değdiği sandalye döşemesi dikkatle kesilerek vakumlu kavanozlara konuluyor ve üzerine de sorgulananın kimlik bilgileri yazılarak arşive kaldırılıyor. Şüpheler doğru çıkar ve rejim muhalifliği fiiliyata dökülürse, hele ki zanlı da ortadan kaybolursa, kavanozdaki koku örneği eğitimli köpeklere koklatılarak peşine düşülüyor.

Modacı-parfümör işbirliği

Giysi tasarımcılarının markalaşmasını Paris’e yerleşmiş bir İngiliz, Charles Frederick Worth (1826-1895) başlattı. Markalaşmış modacılar içinde parfüm işine ilk giren ise 1911 yılında “King of Fashion” lakaplı ünlü modacı Paul Poiret oldu. Ne var ki Poiret, butiğinde sattığı parfümleri kızının ismiyle, Les Parfums de Rosine markasıyla satıyordu. Rakibi Gabriel (Coco) Chanel onun bu markalama hatasını tekrar etmedi ve 1921’de parfümör Ernest Beaux’ya hazırlatarak çıkardığı Chanel No.5 ile parfümünü kendi adıyla satan ilk giysi tasarımcısı oldu. 20. yüzyılda modacılar parfüm işini çok sevdiler ve neredeyse hepsi isim haklarını parfüm pazarlama şirketlerine sattılar. Zaman içinde parfümler modacıların marka gelirlerinin %20-%25’ini oluşturmaya başladı.

PROUST FENOMENİ

Kayıp kokunun izinde

‘Proust Fenomeni’ teriminin doğmasına neden olan Kayıp Zamanın İzinde’nin Stephane Huet tarafından yapılan çizgiroman uyarlaması.

1871 doğumlu Fransız yazar 9 yaşında astım krizlerinin sıklaşması üzerine ailesi tarafından halası Elisabeth Amiot’un yanına Illiers’e gönderiliyor. Çocukluğunun bir bölümünü orada geçiren Proust daha sonra Paris’e dönüyor. Yağmurlu bir akşam üşümüş olarak eve döndüğünde, annesi ona bir fincan çay ve yanında küçük bir madeleine keki (mekik) veriyor. Fincandan yükselen koku Madeleine’i çayına batıran Proust’u aniden Elisabeth Halasının ikram ettiği ıhlamur çayı ve madeleine kekiyle buluşturan bir bellek yolculuğuna çıkarıyor. Un, şeker, tereyağ, yumurta, limon kabuğu rendesi ve demlenmiş çay, kendi kokularını bir yana bırakarak ‘çocukluğun kokusu’ oluyorlar Proust’un. Yazarın Kayıp Zamanın İzinde isimli 3000 sayfalık eserinin çıkış noktası olan bu koku aynı zamanda koku-uzak hafıza arasındaki doğrudan ilişkiyi tanımlamak için kullanılan “Proust Fenomeni” teriminin doğuşunun da nedeni.

Anne etkisi Marcel Proust, ağabeyi Robert ve eserlerinde çok güçlü bir etkisi hissedilen annesi Jeanne ile birlikte, 1895.