Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Sivil öldürerek savaş kazanmak

Esas olarak sivillerin hedef alınarak askerî yapıların ve ülkelerin çökertilmesi tarihte ilk kez İspanya İçsavaşı’nda denendi; 2. Dünya Savaşı sırasında ise yaygın şekilde uygulandı. 1944’ten sonra özellikle Almanya’nın Dresden şehrini hedef alan ve Japonya’ya atılan atom bombalarıyla tepe noktasında varan katliamlar, savaş ve insanlık tarihindeki en büyük trajedileri yarattı. 

1. Dünya Savaşı’nın en korkunç yanı siperlerdeki topçu bombardımanı dehşetiydi. 2. Dünya Savaşı’nda ise vahşet çok daha büyümüştür. Bunların birincisi sivillerin ve savaş esirlerinin toplu katliamıdır. İkincisi ise burada ele alacağımız terör bombardımanlarıdır. Öncelikle söyleyelim ki, bunları savaşan güçlerin hemen hepsi az veya çok oranda uygulamıştır. Tabii, hava kuvveti olmayanlar veya başkaları tarafından kurtarılan bazı küçük ülkeler hariçtir ama, onların da bir kısmı savaşın karmaşası içerisinde çoğu etnik ağırlıklı toplu katliam yapmışlar ve/veya sivilleri sürgün etmişlerdir. 

Bilindiği gibi 1936-39 İspanya İçsavaşı, bir anlamda 1939-45 savaşının küçük bir provasıydı. Guernica ve Madrid’in bombalanması gelecekteki dehşetin habercisi oldu. 1939’da ise Polonya ordularının dağılmasından sonra yarısına yakını subaylardan oluşan birlikler Varşova’da son bir direniş gösterirken, şehrin işkencesini uzattılar. Burada Alman uçakları kenti yıkmak için büyük bir hevesle saldırdı; çünkü yüz yıldır Rusya ile birlikte işgallerinde bulunan ancak asimile etmeyi başaramadıkları bu ülkenin 1918’de yeniden ayağa kalkmış olmasını hazmedememişlerdi. İşte şimdi gene Ruslar ile birlikte iki koldan saldıracaklardı. 1939 bombardımanı Varşova’nın 2. Dünya Savaşı’nda uğradığı ilk büyük yıkımdı ve sonuncusu olmayacaktı. 

Dresden dümdüz oldu Almanya’nın tarihî şehri Dresden, 13 Şubat-15 Şubat 1945’teki bombardımanların ardından tanınmaz hâle gelmişti. City Hall Kulesinin önünde eskiden binalarla dolu olan alan, günümüzde otopark olarak kullanılıyor. 

Varşova’ya yapılan hava akınları daha savaşın ilk günü başladı. Kentin altyapısı çökerken yangınlara müdahale edilemedi ve yüz binlerce kişi evsiz kaldı. Hava bombardımanının acımasız olmasının bir nedeni de, Polonya orduları dağıldıktan sonra Alman tümenlerinin Varşova’da daha fazla kayıp vermeden bir an önce Batı cephesine gönderilmek istenmesiydi. Bu nedenle hastaneler dahil olmak üzere hiçbir hedef esirgenmedi, yangın bombaları atıldı, kent dumanlardan görünmez oldu. Yiyecek bulmak için dolaşan siviller makineli tüfekle tarandı. 

Dehşeti artıran bir faktör de gecikmeli tapalar ile patlamaların sürekli kılınmasıydı. Son saldırıya geçtikleri 25 Eylül günü 1200’e yakın çıkış yaparak Alman uçakları 550 ton bomba attılar ve bombardıman şehrin teslim olduğu 28 Eylül’e kadar sürdü. Kentin yanıp yıkılmasını iki taraf da, yani Almanya ile Müttefikler kendi cephelerinde propaganda için kullandı. 

1939 Eylül sonundan 1940’ın 10 Mayıs’ına kadar Batı cepheleri “sahte savaş” adı verilen bir durgun döneme girdi. O tarihte Almanlar, Hollanda, Belçika ve Ardenler üzerinden “yıldırım savaşı”nı başlattılar. Rotterdam’a yapılan bombardıman bu dönemin olaylarında önemli bir yer tutar. Almanlar burada da kent savaşlarına girmeden şehri hızla teslim almak istiyordu. Hollandalılar direnişe niyetli değildi ama, teslim heyeti görüşmeye giderken Luftwaffe’ye haber ulaştırılmadı ve 14 Mayıs günü Luftwaffe önceden hazırlanan plana göre kent merkezini bombaladı. Dünya artık terör bombardımanları çağına girmişti. 

Varşova ve Rotterdam, savaşın geri kalanı boyunca İngilizler tarafından Alman kentlerinin bombalanması için bahane olarak kullanıldı. Bu işi “Şişko Goering” ile “Kalleş Hitler” başlatmıştı; o halde başlarına gelenlerden kendileri sorumluydu. Ama işin bu safhaya gelmesi için arada bir basamak daha vardı ve o da Londra’nın bombalanmasıydı. 

1940 yazında beş Batı Avrupa ülkesini işgal eden Almanlar İngiltere’yi de pes ettirmek için “The Blitz” adı verilen bombardımanı başlattılar. Temmuz sonundan Kasım’a kadar İngiltere’de 20.000’i Londra’da olmak üzere 40.000 sivil öldü. Londra yanıp yıkılırken Coventry, Liverpool, Portsmouth ve Southampton en çok zarar gören kentler arasındaydı. Yangın bombaları işin dehşet kısmını çok iyi ortaya koyarken, İngilizleri de terör bombardımanına yönelten esas faktördü. Onlar da yangın bombaları, parça tesiri ve yüksek infilaklı bombalardan oluşan ölüm kokteylleri hazırladılar. 

1940-41 kışında İngiltere’de yanıp yıkılan kentlerin dumanları tüterken ve muzaffer Almanya tek başına kıtaya hakimken, Alman moralinin yıkılabileceğine ancak İngiliz bombardıman komutanlığının tutucu doktriner kurmayları inanabilirdi. Yazdıkları raporlarda “Batı Almanya’nın nüfusu kesintisiz patlayıcı yağmuru altında sığınaklara koşuyor ve nefret edilen Nazi rejimine karşı komplo yapıyor” şeklinde, gerçekle en ufak alakası olmayan değerlendirmeler bulunuyordu. “Batı Almanya”dan söz etmelerinin nedeni ise Berlin’e yapılan akınlarda aşırı kayıp vermeleri, bu dönemde daha çok Hamburg liman kenti ile Düsseldorf, Köln, Essen gibi Ren bölgesi hedeflerine yönelmeleriydi. 

Hamburg savaş boyunca en çok yanıp yıkılan kentlerin başında geliyordu. 27/28 Temmuz 1943 gecesi kent, tarihte ilk kez rastlanan korkunç bir ateş fırtınasını yaşadı. 24/25, 27/28, 29/30 Temmuz ve 2/3 Ağustos geceleri RAF, 25 ve 26 Temmuz gündüz saatlerinde de Amerikan 8. Hava Kuvveti tarafından atılan çok sayıda yangın bombası 22 kilometrekarelik bir alanda 1000+ derecelik bir ısı yarattı ve yangınlar çevredeki havayı saatte 250 kilometreye varan hızla çekmeye başladı. İnsanlar, çatılar, ağaçlar, her şey alevlere doğru sürüklendi. Isı insanları sığınaklardan çıkmaya ittikçe, patlayan bombalar onları geri inmeye zorladı. Tekrar sığınağa indiklerinde karbon monoksitten öldüler ve sığınaklar birer krematoryuma döndü. 

Bu hafta içerisinde Hamburg’da yaklaşık 50.000 kişi hayatını yitirdi, 1 milyon kişi kenti terketti. Alman hükümeti burada oluşacak bir paniğin ülkeye yayılmasını önlemek için özel gayret sarfetti ve başarılı da oldu. Kent, konutların üçte ikisi mahvolmasına rağmen hızla toparlandı ve sadece yedi haftalık üretim kaybına uğradı. Sonuçta Almanlar giderek artan bombardımanlara rağmen, Rus orduları Berlin sokaklarında Hitler’in sığınağının kapısına gelinceye kadar teslim olmadılar. 

Kalıcı izler Bombardımanların etkisi, şehirler üzerindeki kalıcı izler bıraktı. Dresden Frauenkirche ray hattı, bombardımandan yedi yıl sonra. 

İngilizlerin, kara harekatını reddederek, bunun yerine Alman kentlerini yakıp yıkmaktan başka bir şey düşünmeyen Harris’i komuta makamında tutmaları ilginçtir. Normandiya çıkarması hazırlıklarının başladığı 1943 sonlarında bile “Berlin’i yıkarak 500 bombardıman uçağı bedel mukabilinde savaşı kazanırız” diyordu. Belki de Amerikalılar ile birlikte diğer operasyonları hazırlarken, Almanları yıpratmak için onun gibi, kayıplara hiç aldırmadan hedefine kilitlenmiş birisini görevde tutmak istediler. İşte bu genel çerçeve içerisinde Alman kentleri muazzam bir yıkıma uğradı; ama bunlar içerisinde Dresden’in özel bir yeri vardır. 

Dresden, Doğu Almanya’da, Silezya’nın başkenti olan güzel bir Ortaçağ kenti idi. Bir askerî hedef olarak fazla önemi yoktu ama Harris’in derdi bu değildi. O, katliamın kod adı olan “moral” kelimesinin arkasına gizlenerek, o güne kadar nispeten sağlam kalmış olan son Alman kentlerinin de yakılması peşindeydi. Bu olayın gerçekleştirildiği 1945 Şubat’ında Almanya’nın yenileceği beklenmekle birlikte bunun ne kadar süreceği hâlâ bilinmiyor, altıncı yılını süren savaşın fedakarlıkları öfkeyi son haddinde tutuyordu. Keza toplama kamplarının vahşeti de ortaya çıkmaktaydı. Bu nedenle itiraz olsa bile, dikkate alınması beklenmezdi. 

Birkaç kaynakta, Berlin’e hücuma hazırlanan Rusların Dresden demiryolu merkezinin imhasını talep ettiklerinden sözedilir ama böyle bir bilgi çoğu kaynakta yoktur. Her halükârda Harris, eski ahşap evleri ve daracık sokaklarıyla ilgisini bekleyen sıradaki hedefini (kendi sözleriyle) şöyle tanımlamıştı: “İnsan yerleşiminden çok, ateş almaya hazır bir odun yığınını andırıyor”. Kentin 600.000 olan nüfusu Ruslar’ın önünden kaçmakta olan mültecilerle 1 milyona yaklaşmış olup, bir miktar Müttefik savaş esirini de barındırıyordu. Kader onlara, tıpkı Hiroşima ve Nagasaki’deki savaş esirleri gibi, kendi uçaklarından gelecek bir ölüm hazırlamaktaydı.

Dresden, RAF tarafından 13/14 Şubat gecesi 2.659 ton yangın ve infilak bombası atan 805 uçakla bombalandı. 14 ve 15 Şubat günlerinde Amerikalılar her seferinde 600’den fazla uçakla iki akın daha yaptılar. Burada da muazzam bir alev fırtınası oluştu ve sığınaktaki insanlar bile binlerce derecedeki ısıyla kavruldu. Nehre atlayanlar da alev fırtınasından kurtulamadı. David Irving 1963’te Dresden ile ilgili kitabını yayımlayınca, ben de uzun süre burada verilen 135.000 ölü rakamını temel almıştım. Ne var ki daha sonra (o yıllarda Doğu Almanya’nın bir parçası olan) Dresden polis şefliğinden alınan bilgilerin 25.000 ölü ve 35.000 kayıp olduğu şeklindeydi ki, bu da 55-60.000 gibi yine muazzam bir ölü sayısına işaret eder. 

Atom bombaları: En az 129 bin ölü Hiroşima’ya atılan atom bombası, Hiroşima Ticaret Müzesi Binası’nın kubbesinin tam üzerinde patlamıştı. Bugün bu bina “Atomic Bomb Dome – Atom Bombası Kubbesi” olarak bilinen Hiroşima Barış Anıtı Parkı’nda korunuyor. 6 Ağustos 1945’teki Hiroşima ve 3 gün sonraki Nagazaki bombardımanları sonucu en az 129 bin kişi hayatını kaybetti. 

Tokyo’nun bombalanması ise daha büyük bir trajedidir. Amerikalılar Japon anakarasına yakın adaları ele geçirdikçe üsler oluşturdukları gibi, daha yüksekten daha çok bomba bırakabilen B-29 Superfortress uçaklarını da devreye sokmuştu.. Böylece, 1942’de sadece psikolojik etki için Tokyo’ya yapılan küçük Doolittle akınından sonra, 1944’te Japonya anakarasına ciddi bombardıman başladı. Bunlar 25 Ağustos 1945 günü ülke teslim oluncaya kadar sürdü ki en büyüğü 9/10 Mart 1945 tarihinde yapılan Tokyo bombardımanıdır. “Operation Meetinghose” adı verilen bu olayın savaş hedefleriyle ilgisi olmayıp, tam anlamıyla bir terör ve intikam bombardımanı olduğu açıkça görülür. Öncelikle, herhangi bir askerî tesis veya sanayi bölgesi değil, doğrudan yerleşim yerleri hedef alınmıştır. İkinci olarak, çoğu ahşap hatta kağıttan yapılmış evleri yakmak için bomba yükü çok az sayıda tahrip bombası ve on binlerce küçük yangın bombasının bileşiminden oluşturulmuştur. Ayrıca, daha fazla yangın bombası yüklenilebilmesi için uçakların makineli tüfekleri çıkarılmış ve dalgalar halinde akın yapılmıştır. Bu bombardımanda şehir üzerinde olulan alev fırtınaları o kadar büyüktü ki, ışığı 200 km’den görülebiliyor, ısı dalgası uçakları yükseltiyor, yanan cesetlerin kokusuyla karışık duman pilotların kusmasına yol açıyordu. Önceki ay yapılan bir bombardımanda şehrin 2.5 kilometrekarelik bir alanı yanmıştı. Bu bombardımanda ise 42 kilometrekare kent alanında 286.000 bina yok oldu, evsizlerin sayısı 1 milyonu geçti. Tıpkı Dresden’de olduğu gibi, suya atlayarak kurtulmaya çalışanlar haşlandı, sığınaktakiler zehirlendi ve kavruldu. Japonlar sanki yüzyıllar boyunca bu ateşe odun taşımışlardı. Uzaktan izleyenler “cehennem bile bu kadar sıcak olamazdı” demişlerdir. 

Tokyo Polis Müdürlüğü’ne ait olduğu ifade edilen 124.711 kişinin öldüğünü rakamına rastlanmakla birlikte, 80 ila 150 bin arasında değişen rakamlar bulunmaktadır ve gerçek rakam asla bilinemeyecektir. Tokyo’ya birkaç akın daha yapıldıktan sonra Mayıs ayında bunlar kesildi, çünkü yarısından fazlası yakılan kentte toplu hedef kalmamıştı. Ne var ki Kobe, Osaka, Nagoya, Kawasaki ve Yokohama kentleri de terör akınına maruz kalmışlar ve binalarının dörtte biri ila yarısını yitirmişlerdi. Japonya’da siviller o kadar ezildi ki, savaşın son dönemi ve teslimden sonraki ilk dönemde yüz binlerce insan açlık ve hastalık nedeniyle hayatını yitirdi. Tabii, bu arada Japonlar’ın da masum olduklarını sanılmamalı. Çin’de sivil halka yönelik sayısız katliamlar vardır. Literatüre “Rape of Nanking” adıyla geçen acımasız katliamın, Şanghay’ın bombalanmasının ve bu ülkeye havadan hıyarcıklı veba mikrobu atılarak en az on bin kişinin öldürülmesinin sorumlusu Japon genelkurmayıdır. Tencere dibim kara, seninki benden kara. 

2. Dünya Savaşı’nda bombardıman, sivillere karşı özel bir terör yöntemi olarak benimsendi. Atom bombalarının da -şayet atılacaksa- niçin askerî üslere değil de kentlerin ortasına atıldığı sorulmalıdır. Bombanın tesirini göstermenin elbette başka yolları vardı. Burada en mâkul yanıt, terör-korku-intikam saiklerinin devreye girmesidir. Amerikalıların atom bombasını Almanya’ya atıp atmayacaklarını bilemeyiz; belki de atarlardı ama ırkçı önyargıların ve Pearl Harbor/Bataan/Okinawa/Iwo Jima/kamikazeler gibi olayların yarattığı intikam duygusunun bu bombaların sivillere yönetilmesini kolaylaştırdığını söylemek olasıdır. 

DEHŞETİN ANALİZİ

Yeni silahlı gücün engellenemez yükselişi

1.Dünya Savaşı’nda hava kuvvetleri yeni bir güç olarak ortaya çıkınca, bunun nasıl kullanılacağı üzerine tartışmalar da yoğunlaştı. İlk başta keşif ve düşman keşfini önleme amacıyla kullanılan uçaklar, aradan bir yıl bile geçmeden yer hedeflerine taarruza başladılar; hemen akabinde de bombardıman ve avcı filoları olarak ayrıldılar. Almanlar 1915’ten itibaren Londra’yı önce zeplinler sonra uçaklarla bombardıman ettikleri zaman fazla hasar veremediler ama, İngiliz RAF’ın kurucularından olan Trenchard “hava bombardımanın moral etkisi maddi etkisinin 20 katıdır” demişti. 

İngiltere bombardıman komutanlığına giderek daha büyük önem vermeye başladı. 1921’de The Command of Air adlı kitabını yayınlayacak olan İtalyan generali Guilio Douhet de hava bombardımanı ile sivil halkın moralinin yokedilerek düşmanın savaş azminin kırılabileceğini iddia etti. Trenchard ve Douhet “stratejik bombardıman” tezinin kurucuları sayılır. 1940 yazındaki “Blitz” sonrasında İngilizler Alman avcı uçaklarıyla başa çıkamayınca gece bombardımanına ağırlık verdiler ama, yapılan bir inceleme o dönemde uçakların sadece üçte birinin bombalarını hedefin etrafındaki 15 kilometre çapında bir daire içine düşürebileceklerini gösterdi. Yani, bir şehirden daha küçük bir hedefi vuramıyorlardı. Bunun üzerine şehirleri bombalamaya geçtiler. 

Tokyo 1945 Sivillerin dehşete düşürülmesiyle ülkenin veya şehrin kolayca teslim olacağı inancı bombardımanların başlatıcısı oldu. Fakat birçok örnekte sivillerin teslim olmaktansa direnmeyi seçmesi bunu boşa çıkardı. Tokyo, 1945. 

Churchill’in bilimsel danışmanı Lord Cherwell, konutları tahrip etmenin Alman direnişini kırmanın en iyi yolu olduğunu ileri süren bir tez geliştirdi. İngiltere’de Hull kentinin bombalanması sonrasında her on evden birinin bombalanmasına rağmen halkta ciddi moral bozukluğu olduğunu, evlerini yitirmenin insanları arkadaşları veya akrabalarını yitirmekten daha çok etkilediğinden hareketle, 58 büyük Alman kentinin bombalanmasının Alman moralini yıkacağını söyledi. Böylece, nokta hedeflerinde bombaların çok büyük bölümü boşa giderken, bu oran deniz hedeflerinde % 99’a varırken, kent bombardımanında her bombanın işe yarayacağı düşünüldü. İngiliz bombardıman komutanı Arthur Harris ise durumu büyük bir hevesle özetledi: “Kentleri bombardıman etmemizin nedeni fabrikaların yanında olmaları nedeniyle değildir. Niyetimiz sivilleri dehşete düşürmek, evleri yıkarak büyük bir mülteci kitlesi yaratmak, ulaştırma ve altyapıyı yıkarak hayatı felç etmektir. Nüfusu yüz binden fazla olan 58 Alman kentinin yakılıp yıkılması Almanya’yı teslime zorlayacaktır”.

Harris bundan sonra tüm gayretini kentler üzerinde yoğunlaştırdı ve Normandiya çıkarması hazırlıkları da dahil olmak üzere, Müttefik Yüksek Komutanlığı’nın tüm diğer hedefler için filo tahsisine karşı savaş açtı. “Berlin’e dört akın daha yaparsam savaş biter” diyordu ama çok iyi korunan bu kente yapılan akınlar muazzam kayba yol açmaktaydı. Bu sabit fikri RAF bombardıman filosunun savaş boyunca 7.449 dört motorlu bombardıman uçağı ve yaklaşık 50.000 değerli havacı yitirmesine yol açtı. USAAF ise 8.067 dört motorlu bombardıman uçağı yitirdi. Harris’in yaptığı işe duyulan tepkiler giderek artmış olmalı ki, savaştan sonra emsalleri arasında bir tek o mareşal yapılmadı ve son yıllarını küskünlük içerisinde geçirdi (Arthur ‘Bomber’ Harris (1892 – 1984), 1977’de kendisiyle yapılan bir röportajda “bir daha o zamanı yaşamak durumunda kalsam, yine aynı şeyi yapardım” demişti.

Terör bombardımanı ile düşmanın moral çöküntüsüne uğratılıp iradesinin kırılacağı tezi çok tartışmalıdır. Ne İngiltere ne de ondan çok daha fazla bombardımana uğrayan Almanya’da teslim eğilimi görülmemiştir. Hollanda ise Rotterdam bombalanmadan teslime karar vermişti. Japonya da çok ağır bombardımana karşı teslim olmadı ve şayet iki atom bombası atılmasaydı gene olmazdı. Vietnam’a gelince… 2. Dünya Savaşı sırasında tüm ülkelere atılan bombalardan fazlasına tek başına maruz kaldı ama halkın iradesi kırılmadı. Bununla birlikte terör bombardımanı bugün ABD’nin hava doktrinin önemli bir parçası olup “shock and awe” adıyla anılmaktadır. Bağdat’ın bombalanması buna örnektir. 

VERİLER NEYİ İFADE EDİYOR?

Kağıthane üzerindeki rakamlar ve ölen gerçek insanlar

Savaş kayıpları, özellikle de bombardıman kayıplarıyla ilgili verilerde muazzam farklılıklar bulunması birçok kişiyi şaşırtmaktadır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle, savaş sırasında kentlerde birçok kişi geçici olarak veya kaybıyla ilgili bildirimde bulunacak bir yakına sahip olmadan yaşamaktadır. Kaldı ki çoğu zaman kayıtlar da yanıp yokolur veya kasten imha edilir. Bazı kişiler kentten ayrılmış, kaçmış; bazı mülteciler veya çalışanlar ise yeni gelmiş; keza aileler dağılıp birbirinden habersiz olarak farklı yerlere sürüklenmiş oluyordu. Bazı cesetler eriyip gidiyor ya da toplu mezarlara sayılmadan gömülüyordu. Bu kaosu hayal etmek bile kolay değil. Ayrıca çoğu zaman yetkililer kayıp rakamlarını daha az gösterirken karşı taraf da abartıyordu. 

Sonraki yıllarda yazarlar ve araştırmacılar da ideolojik tutumlarına göre rakam tercih ettiler, ediyorlar. Bu rakamlar doğruymuş gibi kayıtlarda kalıyor. 2. Dünya Savaşı’nda ve hemen akabinde on milyondan fazla evsiz kalan ya da anayurtları işgale uğramış mülteci, sayısı bilinmeyen köle işçi, yurtlarından sürülen etnik azınlıklar (ki bunların sayısı da on milyondan fazladır), esir kamplarında ölen yaklaşık dört milyon asker ve bu arada kaldıkları ve gittikleri yerlerde ve dahi yollarda katliama uğrayanlar, siyasi cinayetler, direnişte ölenler ve direnişçiler tarafından öldürülenler… 

En iyi niyetli çabayla bile içinden çıkılmayacak bir kaostur bu. Bu nedenle rakamlara mertebe olarak bakmak en doğrusudur. Öte yandan, 80 veya 150 bin ölü bizim için sadece bir rakamdır ama, aradaki fark 70 bin ailenin trajedisidir. Bunlar birkaç nesil sonra geçmişe gömülüyor. Bugün ülkemizde kaç kişi sürülen veya katliama uğrayan atalarını biliyor? 

Devamını Oku

Son Haberler