Kasım
sayımız çıktı

Siyasetin tepesi hedeflenir tetikçi ise kurban edilir…

UNUTULMAZ BAŞARISIZLIKLAR, MUHTEŞEM KAYBEDENLER

En baştakileri hedef alan ama “başarısız” olan suikastlar, genellikle en alttakilerin bedelini ödediği bir sürece evrilir. Siyasi nedenlerin, kışkırtmaların veya incelikli planların bir bileşkesi olan suikastlar, dünya tarihini etkiler ama değiştiremez. 20. yüzyıldan eski çağlara unutulmayan başarısız suikastlar; şeytanlaştırılan veye kahramanlaştırılan failler…

Mustafa Kemal’i hedef alan, 1926’da İzmir’de yapılması planlanan ama bundan öteye gitmeyen suikast girişimiyle ilgili olarak, kapağımıza “Kurt Kanunu” başlığını koyarken (ntv tarih, sayı: 41, Haziran 2012), Kemal Tahir’in aynı adlı ünlü roma­nından (1969) esinlenmiştik. Suikastın ortaya çıkarılmasın­dan sonra sadece failler değil, olayla ilgisi olmayan birçok kişi de İstiklâl Mahkemesi tara­fından ölüme mahkum edildi; Millî Mücadele’ye katılmış komutanlar bile bir süreliğine hapse atıldı. 1926 yazından sonra tek parti ikti­darı sağlamlaştırıldı, muhalefet bastırıldı.

Kurt Kanunu romanının kahra­manı Kara Kemal, İttihatçıların iaşe nazırı, cumhuriyet döneminde muhale­fete destek olan ünlü bir eski komitacıydı. Suikasttan haberi olmadığı hâlde ilk suçlananlardan biri olacağını hemen anlayan Kara Kemal, 1926 yazının sıcak günlerinde İstan­bul’da oradan oraya kaçıyor, bir yandan da kendi geçmişinin, İttihat ve Terakki iktidarının muha­sebesini yapıyordu. Roman kahramanı -gerçek hayatta da olduğu gibi- polis tarafından sıkıştırılınca intihar ediyordu. İzmir suikastı, başa­rısız olduğu hâlde en çok etki yaratanlar arasındaydı; ama o tarihten sonra sertleşen iktidar politikalarının nedeni değil, olsa olsa gerekçesi sayılabilirdi.

KapakDosyasi-2
Theodore Roosevelt, 1912 seçim kampanyası sırasında saldırıya uğrayarak öldürülmüştü.

Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle, 1960’ların başında Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında kendi vatan­daşlarının hedefi olmuştu. Bu savaş 1954’ten beri iki ülkeyi içinden çıkılmazmış gibi görünen ölümcül bir bataklığa saplamıştı. Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ülkenin bağımsızlığı için vargücüyle savaştığı sırada, Charles de Gaulle 1958’de Fransa Cum­hurbaşkanı oldu. Yeni iktidar Fransa’nın Cezayir’den çık­maktan başka yolu olmadığını anlayarak bağımsızlık savaş­çılarıyla pazarlığa başladı. Ancak Cezayir’i terketmeyi reddeden aşırı Sağcı Fransız­ların kurduğu Organisation Armée Secrète (OAS) adlı gizli terörist örgüt, Cumhurbaşkanı hakkında ölüm kararı vermişti bile. 3 Temmuz 1962’de Cezayir resmen bağımsızlığına kavu­şunca, OAS en ciddi saldırısını gerçekleştirdi. 22 Ağustos’ta Paris dışındaki Petit-Cla­mart’da De Gaulle’ün Cit­roën’ine 187 el ateş edildi ama, Cumhurbaşkanı, eşi, damadı ve şoförü kurtuldu. Suikastı düzenleyenlerden üçü idama mahkum edildi; ikisi affedildi; ancak De Gaulle, Fransız Ordusu’nda yarbay olan üçüncü fail Jean-Marie Bastien-Thiry’yi bağışlamadı. Thiry, 1963’te Fransız tarihinin son kurşuna dizilen mahkumu oldu.

Bu suikast girişimi başarılı olsaydı bile, elbette Cezayir’in yeni ilan edilmiş bağımsızlığı ortadan kalkmayacak, sö­mürgecilik saati geriye doğru çalışmayacaktı. Ayrıca OAS bir terör örgütünden başka bir şey değildi. Fransız Esprit dergisi Ekim 1962’de şu yorumu yazmıştı: “1917’nin Bolşevik­leri ve 1789’un devrimcileri önce devrim yaptılar, sonra hükümdarı öldürdüler. OAS ise bir cinayetle iktidara el koymayı umut ediyor. Böylece halkı peşinden sürükleyecek bir hareket yaratma konusun­daki güçsüzlüğünü kanıtlamış oluyor.”

KapakDosyasi-3
Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ü taşırken 187 el ateş edilen Citroën DS 19 model aracının suikasttan sonraki hâli.
KapakDosyasi-4
KapakDosyasi-5

Bugün De Gaulle suikastını hatırlamamızın bir nedeni de, Çakal romanı ve bunun sine­ma uyarlamalarıdır. Fransa cumhurbaşkanına suikast yapıldığında, Reuters ve BB­C’nin muhabiri olarak Paris’te çalışan İngiliz gazeteci Frede­rick Forsyth, ilk romanı Çakal’ı (The Days of the Jackal) 1971’de yayımladı. Çakal sonradan üç kere sinemaya uyarlandı; 1980’de İngiliz Polisiye Yazarlar Birliği tarafından kendi türünde bütün zamanların en iyi 100 roma­nı arasında sayıldı. Romanda gerçek De Gaulle suikastının ardından OAS, bir İngiliz kiralık katil tutarak cumhurbaşka­nını öldürmek için yeniden girişimde bulunuyordu. Çakal’ı ilginç kılan ise, tamamen kurgu olmasına rağmen bir gazete­cilik araştırması gibi kaleme alınmasıydı; bir yandan katilin bir yandan da polisin bakışa­çısından bir suikast hazırlığı belgesel gibi anlatılıyordu. Romanda da gerçek hayatta ol­duğu gibi, saldırı başarısızlıkla sonuçlanıyordu.

Acınacak bir suikastçı varsa, o da kuşkusuz Fransa kralına “çakıyla saldıran” Robert-François Damiens (1715-1757) olmalıydı. Tarlalarda mevsimlik işçi olarak çalışan bir babanın 10 çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiş, küçük yaşta annesini kaybetmişti. Hayatı uşaklık yaparak geçti; önce bir askerin hizmetindeydi; sonra bir Cizvit okulunda, ardından Paris Parlamentosu üyelerinin yanında çalıştı. Efendilerinden çoğu, kral 15. Louis’ye muhalefet etmeleriyle tanınıyorlardı. Aşçı olan karısı, terzi yamağı olan kızıyla kendi hâlinde bir aile hayatı vardı.

KapakDosyasi-6
Brezilya’da aşırı Sağcı aday Jair Bolsonaro, seçim kampanyası için gittiği kentte omuzlarda taşınırken, suikastçı aradan sokulup karnına bıçak saplamıştı, Eylül 2018.

Peki Damiens’i 5 Ocak 1757’de delice harekete geçiren ne olmuştu? Bunu bilmiyoruz; çünkü giriştiği saldırının ardından yakalandığında, karşısında bu sorunun cevabını arama zahmetine katlanmayan sorgucular vardı. O akşam Kral 15. Louis, geceyi geçirmek üzere Grand Trianon köşküne gitmek için Versailles Şatosu’nun avlusundaki arabasına doğru yürüyordu. Damiens ise bir dükkandan kılıç ve şapka kira­lamış, böylece kral ne zaman ortaya çıksa etrafına doluşan kalabalığın arasına karışmayı başarmıştı (kılıç ve şapka bir insanı soylu göstermeye yeti­yordu). Damiens, muhafızların arasından sıyrılarak krala yak­laştı, çakısıyla saldırdı, sonra da kaçmaya çalıştı. 15. Louis’nin sağ tarafından kanlar akıyordu. Bu arada veliaht ve arkadaşları peşinden koşarak Damiens’i yakaladılar. Cebinden 8 santim uzunluğunda bir çakı çıktı. Kralın iki kaburgasının arasına rastlayan yara fazla derin değildi; kış vakti üstüste giydiği kadife ve ipekten sayısız kıyafet hükümdarı korumuştu; birkaç gün içinde olağan hayatına döndü. Devlet büyükleri birkaç gün saldırıyı İngilizlerin veya Cizvitler’in yaptırdığı şüphe­siyle oynadılarsa da, bu komplo teorilerinin pek mantıklı olmadığına kısa sürede ikna oldular.

KapakDosyasi-7
Uşak Damiens, Fransa kralına arabasının önünde çakıyla saldırıyor, 18. yüzyıl gravürü.

Damiens’e gelince… Hüküm­darı öldürmeye teşebbüsten idama mahkum edilmişti ama ne biçim bir idama? 28 Mart 1757’de Paris’te Grève Meydanı’nda sabahtan akşama kadar dayanılmaz bir acı içinde kıvrandı. Casanova, Voltaire, Michelet, Charles Dickens, Mark Twain gibi birçok ünlü yazar, bir şekilde Damiens’in bu çilesinden sözetti. 20. yüzyılda ise Michel Foucault Surveiller et punir (Hapishanenin Doğuşu) adlı ünlü eserinin en başında bu hadiseyi anlattı. Suikast suçlusu bir at arabasıyla meydana götürüldü, bedeninde pençelerle yaralar açıldı; sonra yaraların üzerine eritilmiş kur­şun, kaynar yağ, kükürt, reçene ve balmumu döküldü; ardından iki kolu ve iki bacağı birer ata bağlanarak çekildi ve yakılarak külleri rüzgara savruldu. 14 saat süren bu işkence esnasında Damiens bağırdı, çağlıklar attı, anlamsız sözler söyledi, kan dondurucu bir sesle uludu. Böylece Damiens, Aydınlanma Çağı’nın ortasında, başarısız suikastçıların en bahtsızına dönüştü.

KapakDosyasi-8
Damiens’in Paris Grève Meydanı’ndaki korkunç idamını sayısız insan seyretmişti.

Bazı suikastçılar ise sonra­dan kahraman oldu! Bunların en tanınmışı, kuşkusuz Hitler’e sonuçsuz bir bombalı saldırı düzenleyen Claus von Stauf­fenberg’dir (1907-1944). Güney Almanya’nın Katolik, aristokrat ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. O doğ­duğunda Almanya, Prusya’nın önderliğinde birleşeli 40 yıl bile olmamıştı ama Prusyalılar bütün Almanya’ya asker-millet prensiplerini dayatmıştı. Aris­tokrasinin eski şanını kaybet­tiği o dönemde bile, soylu bir erkek için en prestijli iş subay olmaktı. Stauffenberg 1920’ler­de, -şair Stefan George’un da etkisiyle- 1. Dünya Savaşı’ndan ağır yaralı çıkan Almanya’da çok yaygın bir formüle inanı­yordu: Güçlü lider, hiyerarşik yönetim, kurtulan Almanya. Bunlar, aslında “nasyonal sosyalist” düşünceye de gayet uygundu ama, Stauffenberg gibi kimi aristokratlar işi Nazi partisine üye olacak kadar ileri götürmemişlerdi.

KapakDosyasi-9
Fransa kralını yaralayan Damiens’i mahkemede tasvir eden 18. yüzyıl gravürü, Paris Carnavalet Müzesi Koleksiyonu.

Naziler 1933’te iktidara geldiler; 1939’da savaş başladı. Stauffenberg, Almanların Polonya’yı işgalinde görev aldığında, derisinin altına işlemiş bir asker disiplini içinde hareket ediyordu. Ancak savaş ilerledikçe, Almanya ve işgal edilen ülkelerde uygulanan Nazi vahşeti, geleneksel ordu­nun subaylarını gittikçe daha çok rahatsız etmeye başladı. Stauffenberg de en rahatsız subaylardan biriydi. 1943’te Afrika’da General Rommel’in ordusunda görev yaparken İngiliz bombaları onu aracında yakaladı; sol gözünü, sağ elini ve sol elinin iki parmağını kay­betti. Madalyalara boğularak Almanya’ya gönderildi.

KapakDosyasi-10
Hitler’i, beş gün sonra kendisine suikast düzenleyecek olan Claus von Stauffenberg ile yanyana gösteren ünlü fotoğraf. Stauffenberg en solda, beyaz ceketiyle hazırolda, Hitler ortada, Genelkurmay Başkanı Feldmareşal Wilhelm Keitel sağda, Bundesarchiv.

Onu şöhrete kavuşturan olaylar zinciri böyle başladı. Stauffenberg, merkezi Berlin’de bulunan İhtiyat Kuvvetleri’nde görevlendirilmişti. 1943’te, “Walküre Operasyonu” adında bir plan hazırlandı. Walküre, bombalanan ülkede iç iletişim kesilirse, İhtiyat Kuvvetleri’nin iktidara elkoyarak düzeni tesis etmesini amaçlayan sıradan bir askerî plan gibi gözüküyordu ama, diğer yandan üstü örtülü, kusursuz bir askerî darbe pro­jesiydi. Bir süre sonra muhalif subaylar, Hitler’i ve Nazilerin önde gelenlerini öldürüp ikti­dara elkoymak ve Müttefikler’le barış yapmak için bu plandan yararlanmaya karar verdi. Stauffenberg, bu operasyonun lideriydi.

Hitler, Göring ve Himmler’i aynı anda öldürmek için birkaç başarısız girişimde bulunan Stauffenberg, nihayet 20 Temmuz 1944’te Hitler’i Doğu Prusya’da Wolfsschanze (Kurt İni) adıyla bilinen karargahında öldürmek üzere yola çıktı. Plan, suikasttan sonra uçakla Berlin’e dönüp İhtiyat Kuvvetleri’nin başına geçmek ve iktidara elkoymaktı. O gün olanlar çok iyi biliniyor: Albayın Hitler’in bulunduğu toplantı odasında masanın altına bir çantanın içinde bomba koyuşu; bir bahaneyle ayrılıp uçakla Berlin’e gidişi; ancak birinin çantanın yerini değiştirmesi; masanın bacaklarının bombanın etki­sini azaltması; Hitler’in birkaç sıyrıkla kurtuluşu… O sırada Berlin’de İhtiyat Kuvvetleri’nin binası Bendlerblock’a birkaç saat süren bir iktidar mücadele­si yaşandı: Stauffenberg ve arka­daşları, kendilerine katılması için İhtiyat Kuvvetleri komutanı General Fromm’u sıkıştırdılar. Ancak geceleyin önce Göring’in sonra da bizzat Hitler’in radyo konuşmasıyla darbenin başarı­sızlığa uğradığı anlaşıldı. Gene­ral Fromm, hemen Stauffenberg ve birkaç arkadaşını avluda, kamyon farlarının ışığında kurşuna dizdirdi.

KapakDosyasi-12
Valkyrie adlı Hollywood filminde Stauffenberg’i Tom Cruise (en solda) canlandırdı.
KapakDosyasi-11
Berlin’de Stauffenberg’in suikast planını hazırladığı ve daha sonra kurşuna dizildiği Bendlerblock binasında bir plaket: “20 Temmuz 1944’te burada Almanya için öldü.”

Stauffenberg aslında ucuz kurtulmuştu! Zira ertesi sabah Naziler bu hadiseyei bahane ederek müthiş bir tasfiyeye girişti. Olaya karışsın karış­masın, asker ve sivil yaklaşık 7 bin kişi tutuklandı. Bunlardan 4.980’i öldürüldü (bazıları piyano teliyle boğularak yavaş ve acılı bir ölüme mahkum edildi). Stauffenberg ve Wal­küre komplosuna katılanların tarihteki tek rolü, Almanlar nazizmden kurtulduktan sonra geriye övünebilecekleri bir kah­ramanlık öyküsü bırakmak oldu. Olay Hollywood’a da başrolü Tom Cruise’un oynadığı bir film (Valkyrie) kazandırdı (2008).

“Kahraman” bir suikastçı bul­mak için şimdi çok daha geriye, MÖ 227’ye gidelim. Çinli tarihçi Sıma Şiyan’ın Büyük Tarihçinin Vakayinamesi adlı eserinde bir bölüm suikastçılara ayrılmıştı. Burada hikayesi anlatılan Jing Ke, Çin tarihinin efsaneleş­miş, siyasi bir simgeye dönüş­müş “kahraman katil”lerinden biriydi. Bu genç maceracı, Çin’in ilk imparatorunu öldürmeye kalkacak kadar gözünü karart­mıştı. MÖ 3. yüzyılda, çevre­sindeki bütün diğer ülkeleri işgal eden; kendi yasalarını, alfabesini, ölçü birimlerini zorla kabul ettiren Çin İmparatoru Zheng’i öldürmek isteyen çoktu. Jing Ke, bu görev için Yan veliaht prensi Dan tarafından özel olarak seçildi; öldüreceği kralın yanına yaklaşmasını sağlamak için de ayrıntılı bir plan yapıldı. Jing Ke’nin kral tarafından kabul edilmesini sağlamak için, ona önemli bir hediye sunmak ge­rekiyordu. Kralın her yerde arat­tığı, nefret ettiği bir düşmanının kellesiydi bu (üstelik adam, bu suikast uğruna kendini feda etmeyi kabul etmişti!) Bir başka hediye ise kralın ele geçirmeyi umduğu bir kentin ayrıntılı haritasıydı. Suikastı planlayan Yan prensi ve arkadaşları beyaz kıyafetlere ve şapkalara bürü­nerek Yi Nehri’nin kenarında onu yolcu ederken, Jing Ke şu ünlü şiiri söyledi:

“Rüzgar uluyor hüzünle,

donmuş Yi Nehri’nin suları.

Kahraman yola çıkar,

dönmez bir daha!”

KapakDosyasi-13
Hitler’in Doğu Prusya’daki ünlü karargahı “Kurt İni”, bomba patladıktan sonra. Hitler konuğu Mussolini’ye durumu gösteriyor.
KapakDosyasi-14
Hitler’e suikast planının baş aktörü Claus von Stauffenberg eşi Nina ile evlendiği sırada, 1933.

Asla dönemeyeceği yolcu­luğun sonunda Jing Ke, hü­kümdarın sarayına vardığında hemen kabul edildi. Saray mec­lisinin toplandığı taht salonuna silahlı olarak girmesi mümkün olmadığından, hançerini krala sunacağı harita tomarının içine saklamıştı. Kesik kafayı mem­nuniyetle inceleyen kral, daha sonra merakla haritaya bakmak üzere öne doğru eğildi. Jing Ke harita rulosunu açarken, aradan bıçağı çekip üzerine saldırdı. Anlatılana göre kralla suikastçı uzun süre birbirleriyle mücadele ettiler; ancak kralın hekimi elindeki ilaç kutusunu suikastçının kafasına fırlatınca Jing Ke yere düştü ve sonunda oracıkta öldürüldü.

Gerisini tahmin etmek zor değil: Çin Kralı, derhal sui­kastçının geldiği Yan ülkesine sefere çıktı ve orayı da impara­torluğuna kattı. Birkaç yıl sonra da Çin’in ilk imparatoru (Çin Şi Huang) oldu. Gerçi MÖ 210’da öldükten sonra bu imparatorluk tarihe karışacaktı ama, daha sonra ülkenin yönü daima bir­leşmeye, büyük imparatorluk­lar kurmaya doğru gidecekti.

KapakDosyasi-15
MÖ 227’de Jing Ke, hançerini hediye olarak getirdiği haritanın içine saklayarak imparatorun huzuruna çıkmış ancak suikastı gerçekleştiremeden öldürülmüştü.

Tarihçi Sıma Şiyan’ın anlat­tığı hadise, günümüze kadar siyasi tartışmaların, sinema ve edebiyatın önemli bir parçası oldu. Jing Ke bir kahraman mıydı, yoksa katil mi? Zorba bir hükümdarı öldürmek kahra­manlık sayılmaz mıydı? Ülkeyi birleştiren, ortak yazı, ortak ölçü birimleri ve yasalar koyan bir hükümdarı öldürmeye kalkmak suç değil miydi? Jing Ke’nin hikayesini ülkenin iki büyük yönetmeni Cheng Kaige (“İmparator ve Suikastçı”, 1998) ve Zhang Yimou (“Kahraman”, 2003) beyazperdeye taşıdı; ilki Cannes Film Festivali’nde ödül aldı, ikincisi Oscar’a aday gösterildi. Nobel ödüllü yazar Mo Yan’ın 2016’da yazdığı Bizim Jing Ke adlı oyun ise Çin’de çok beğenildi.

Bu film ve oyunlarda seyir­ciler, bir seçim yapmakla karşı karşıya kalıyorlardı: Suikastçı­nın kahramanlığı özgürlükten ve başkaldırıdan, ilk impara­torun gücü ise ülkeyi birleştir­mekten, güçlü bir devlet, ortak bir dil kurmaktan kaynaklanı­yordu; ama nasıl cevap verilirse verilsin, suikastlar ve suikast girişimleri tarihin yönünü pek de değiştirmiyordu.

KapakDosyasi-16
Jing Ke’nin imparatora suikast girişimini gösteren MS 2. yüzyıla tarihlenmiş duvar resmi. İmparator(solda) kaçmaya çalışıyor

MEŞHUR SUİKASTLAR

Öldürülen liderler ölmeyen idealler…

Siyasi bir araç olarak suikast, çağlar boyunca sıklıkla başvurulan bir yöntem olarak tarihi etkiledi. Sansasyon yaratan, tetikçilerini meşhur eden, üzerine kitaplar yazılıp komplo teorileri üretilen unutulmaz suikastler, ne katillerin ne de perde arkasındakilerin istediği sonuçları doğurdu. Tarihin tekeri geri dönmüyor.

Amerika Birleşik Devleri’nin tamamında köleliği kaldıran Başkan Abraham Lincoln bir suikasta kurban gitmiş (1865), 2 hafta sonra İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Suikast hiçbir zaman dünya tarihini değiştirmemiştir. Caesar’ın kurban edilmesi bile ülkesinin önlenemez kaderini yerinden oynatamamıştır.”

Disraeli haklı mıydı? Avusturya veliahtına Saraybosna’da sıkılan tek bir kurşun Avrupa kazanını patlattığına göre haksız olduğunu söyleyebiliriz; ama bu ünlü suikastı düzenleyenlerin amacı bir dünya savaşı başlatmak değildi. Suikast daha eski çağlarda, güçlü bir sistem kurmamış toplumlarda, bir liderden diğerine geçiş sorununu çözmekte sık kullanılan bir siyasi yöntemdi. Kabile önderleri, krallar, sultanlar arasında başa geçmek veya iktidarını pekiştirmek için babasını, kardeşini, hatta Neron gibi annesini üstü az-çok kapalı suikastlarla öldürtenlere rastlanıyordu. Birkaç grubun iktidarı ele geçirmek için uğraştığı dönemlerde veya güçlü bir yabancı düşmanı yoketmek amacıyla da bu yönteme başvurulmuştu. Hatta Machiavelli, rakiplerinden kurtulmak isteyenlere suikastı “iyi bir çare” olarak tavsiye etmişti.

Suikast siyasi eylemlerin en kolayıydı; bir çeşit tembel işiydi. Hançeri saplayan, tetiği çeken, bombayı atan, öldürdüğü kişinin ünü sayesinde tarihe geçebiliyordu ama, kahramandan çok, geri plandaki başka bir gücün kuklası, kiralık bir tetikçi, tek başına hareket ettiğinde de fanatik, hatta meczup olarak anılıyordu.

Her suikastçı kendince “haklı” bir neden uğruna hareket ettiğine inanıyordu ama en çok sempati toplayacak davalarda bile, eylem olup bittikten sonraki olaylar eylemcinin denetiminin dışındaydı. Genellikle önce büyük bir gürültü kopuyor, ardından olayla ilgisiz pek çok insan acı çekiyor, sistem ise bir türlü yerinden oynamıyordu.

“Bir insanı öldürebilirsiniz ama bir düşünceyi öldüremezsiniz”. Amerikalı vatandaşlık hakları eylemcisi Medgar Evers 12 Haziran 1963’te, sıklıkla Sofokles’e atfedilen bu sözleri söyledikten az sonra bir suikasta kurban gitti. Düşüncesi gerçekten de ölmedi…

KapakDosyasi-Kutu-1
Başkan Kennedy suikasta uğramadan hemen önce.

MAHMUT ŞEVKET PAŞA / JEAN-PAUL MARAT

Katillere bumerang etkisi

Yakın tarihimizde biri “başarılı” iki suikast da, hedef aldığı iktidarların işine yaradı. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Harbiye Nezareti’nden Babıâli’ye giderken otomobilinde pusuya düşürülerek öldürüldü. Saldırı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni hedefleyen bir girişimin parçasıydı, ancak sonuçta bu partiyi tam anlamıyla iktidara getiren bir vesile oldu. İttihat ve Terakki, kolları sıvayarak bütün muhaliflerine yönelik bir sindirme harekatına girişti, sadece devlet adamları değil gazeteciler de bundan nasibini aldı.

Tevrat’ta Yudit adlı bir Yahudi kadının, halkının intikamını almak için Babil komutanı Holofernes’i baştan çıkararak öldürüşünü anlatan hikaye, 13 Temmuz 1793’te Paris’te gerçeğe dönüştü. Ülkeyi yöneten Ulusal Konvansiyon, “girondin” denen Sağ kanatla “montagnard” denen Sol kanat arasında ikiye bölünmüş, ancak radikaller öne çıkarak diğer grubu ezmeye başlamıştı. En ünlü “montagnard” hiç kuşkusuz Jean-Paul Marat’ydı.

1793 yazında, taşralı 24 yaşında bir genç kız olan Charlotte Corday, Marat’yı öldürmek niyetiyle Paris’e geldi. Önce ünlü öndere hayranlık dolu mektuplar yollayarak dikkatini çekmeye çalıştı; sonunda evinin kapısını çaldı… Sonra da eteğinin kıvrımları arasından çıkardığı bir kasap bıçağını adamın göğsüne sapladı. 4 gün sonra giyotine giden Charlotte Corday, zamanla bir çeşit melek ilan edilecekti ama giriştiği eylemin sonuçları acı oldu. Marat’nın ölümünden sonra idam edilen Girondin sayısı, onun mahkum ettirebileceği rakamları bile aştı; “Büyük Terör” devrine giren Fransa Marat’yı devrim şehidi mertebesine yükseltti.

KapakDosyasi-Kutu-2
İtalya’da çıkan La Domenica del Corriere gazetesi, 1913’te Mahmud Şevket Paşa suikastını bu çizimle aktarmıştı

JULIUS CAESAR / ABRAHAM LINCOLN

Boşu boşuna yokedildiler

Başkan Abraham Lincoln’u 15 Nisan 1865’te Washington DC’deki Ford Tiyatrosu’nun bir locasında oyunu seyrettiği sırada öldüren John Wilkes Booth, arkadaşlarıyla kumpas kurarken suikast günü için “İdes” parolasını kullanmıştı. “İdes”, Romalıların ayın ortasındaki güne verdikleri isimdi ve Caesar, Mart’ın İdes’inde (MÖ 15 Mart 44) öldürülmüştü.

Aralarında neredeyse 2 bin yıllık bir zaman farkı bulunan bu iki suikastın birçok paralelliği vardı. İki lider de sistemi derinden sarsıp değiştiren politikalar uygulamıştı. İlki Roma cumhuriyetinin sonunu getirecek reformlarıyla imparatorluğun yolunu açmıştı, ikincisi ABD’yi ikiye bölmek ve bir içsavaş yürütmek pahasına köleliğin kaldırılmasını sağlamıştı. İkisi de bu radikal değişimleri dayatırken sert tedbirlere başvurmuştu; Caesar kendini ömür boyu diktatör seçtirmiş, Lincoln anayasada kişisel özgürlüklerin garantisi kabul edilen habeas corpus ilkesiyle ilgili maddeyi askıya almıştı.

Caesar’ı senatoda sıkıştırarak 23 yerinden hançerleyen senatörler grubu, kendilerine “liberatores” (kurtarıcılar) adını takmıştı; cumhuriyeti kurtarma şansları olduğuna ciddi olarak inanıyorlardı. Booth ve komplocu arkadaşları ise sadece intikam peşindeydi. İki suikastta da katillerin sonu birbirine benzedi; kaçtılar, kovalandılar ve öldürüldüler.

Roma, Caesar’ın çizdiği yola girdi, tek bir önderli bir imparatorluğa dönüştü. ABD’de siyahlar elde ettikleri özgürlüğe başka haklar da eklediler; bir daha hiçbir eyalet federal sisteme başkaldırarak birlikten ayrılmaya kalkışmadı. Tarihin bu iki ünlü suikastı da boş yere düzenlenmişti.

KapakDosyasi-Kutu-3
Caesar’ın öldürülüşü. Vincenzo Camuccini’nin resmi, 1798

JF KENNEDY / MARTIN LUTHER KING / OLOF PALME

Esas failler meçhul kaldı

ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy, 22 Kasım 1963’te Texas’ın Dallas kentinde Lee Harvey Oswald’ın tüfeğinden çıkan bir kurşunla öldürüldü. Oswald suikasttan sonra tüfeğini saklayarak ateş ettiği binadan ayrıldı ve polisler tarafından kovalandıktan sonra yakalandı. Ancak herhangi bir açıklama yapmasına fırsat kalmadan, iki gün sonra Jack Ruby adlı fuhuş ve kumar işleriyle uğraşan bir Dallaslı tarafından vurularak öldürüldü. Bu olay suikastla ilgili komplo teorilerini ateşledi. Susturulan Oswald’ın suç ortakları veya “efendileri” kimdi? Aradan 53 yıl geçti, Warren Komisyonu, Rockefeller Komisyonu ve Temsilciler Meclisi Suikastlar Komisyonu gibi üç komisyonun yıllar harcayarak yaptığı üç ayrı soruşturmaya ve yazılan sayısız kitaba rağmen bu soruya kesin yanıt bulunamadı.

Kennedy cinayetinin bir dizi komplo teorisine yol açmasının bir nedeni de, bundan 5 yıl sonra 4 Nisan 1968’de Tennessee’deki Memphis kentinde bir motel odasının balkonundayken çenesine saplanan bir tüfek kurşunuyla öldürülen Martin Luther King’di. Ordudan atılmış James Earl Ray’in tek başına hareket ettiğine kimse inanmadı. Yakalandıktan sonra Ray, asıl katilin “Raoul” adında bir kişi olduğunu söylemiş, babası ise, “Oğlum bu işi tek başına yapacak zekaya sahip değil” diyerek cinayeti birilerinin planladığına işaret etmişti. Temsilciler Meclisi Komisyonu, sonunda FBI’ın “görevini suiistimal ettiğine” karar verdi ama James Earl Ray, hüküm giymiş tek kişi olarak kaldı.

Kennedy vakasına benzer bir başka cinayet de 28 Şubat 1986 akşamı İsveç Başbakanı Olof Palme’nin Stockholm’da eşi Lisbet ile sinemadan çıktıktan sonra metro istasyonuna yürürken öldürülmesiydi. Katil olarak yakalanan uyuşturucu bağımlısı Pettersson adlı bir kişi, başbakanın eşi tarafından teşhis edilmesine rağmen aklandı. Ardından komplo teorileri yağmaya başladı. Bugün İsveç polis arşivindeki Palme belgeleri 700 bin sayfayı geçtiği hâlde katil veya katillerin kim olduğu hâlâ bilinmiyor.

KapakDosyasi-Kutu-4
Martin Luther King suikasta uğradıktan hemen sonra.

SOKOLLU – WALLENSTEIN – KIROV

İdam benzeri suikastlar

Sokollu Mehmed Paşa 12 Ekim 1579’da bir “deli” tarafından öldürüldü. Sultan Süleyman’ın son sadrazamı olan, oğlu 2. Selim ve torunu 3. Murad’ın saltanatlarında kesintisiz 14 yılı aşkın süre bu unvanı koruyan Sokollu, Osmanlı tarihinin en güçlü isimlerindendi.

Bir Boşnak, ikindi divanına çıkacağı sırada dilekçe verecekmiş gibi yaşlı sadrazamın yanına sokulup, yeninden çıkardığı hançerle onu öldürdüğünde, suikastın padişahın en azından bilgisi dahilinde işlendiği düşüncesi yayıldı. Katilin “meczup” ilan edilmesi, dolayısıyla tek başına hareket ettiğine karar verilmesi de kuşkuları arttırdı. Sokollu suikastı, 25 Şubat 1634 gecesi yatmaya hazırlanırken en güvendiği subayları tarafından Eber şatosunda kılıç ve mızraklarla delik-deşik edilen Albrecht von Wallenstein’ın öldürülmesine benziyordu. Wallenstein, Orta Avrupa’yı perişan eden 30 Yıl Savaşları’nın (1618-1648) en önemli komutanıydı. İmparatorluk ordularını yıllarca yönetmiş, güya hizmet ettiği İmparator 2. Ferdinand’ın hiçbir sözünü dinlememiş, kendi başına antlaşmalar yapmıştı. Sonunda 2. Ferdinand onu ihanetle suçlayan bir ferman yayınladı. Gerisini halletmek, Wallenstein’ın kendi subaylarına kaldı. İmparatorun suikastla hiçbir ilgisinin olmadığı söyleniyordu ama, cinayeti işleyenlerin ödüllendirilmesi tam tersini gösteren yeterli kanıt sayıldı.

20. yüzyılın en önemli suikastlarından biri de, Sergey Kirov’un 1 Aralık 1934’te Leningrad’da (St. Peterburg) öldürülmesiydi. Politbüro üyesi Kirov, o dönemde partide Stalin’den sonraki en güçlü adam kabul ediliyordu. Leonid Nikolayev adında birinin elini kolunu sallaya sallaya Smolni Enstitüsü’ne girip politbüro üyesini tabancayla vurması, kuşkulara neden oldu. Stalin hem potansiyel bir rakibinden kurtulmuştu hem de son muhaliflerini ezmek için eline bir bahane geçmişti. Stalin, idamlara olduğu kadar suikastlara da yatkındı; sürgündeki en büyük rakibi Troçki’yi 1940’ta Meksika’da NKVD ajanı Ramón Mercader eliyle öldürtmüştü.

KapakDosyasi-Kutu-5
Wallenstein’ın cesedi başında astroloğu Seni. Karl von Piloty’nin resmi, 19. yüzyıl.

2.ALEKSANDER / CARNOT/ ELISABETH / UMBERTO…

Anarşistler ve ‘bomba’ cinayetler

Dünyanın taçlı başları 19. yüzyıl sonunda bir suikast korkusuna kapıldı. Saldırganlar ABD’den Japonya’ya kadar devlet başkanlarını, imparatorları, kralları öldürmek için nitrogliserin, dinamit, barut ve bomba dersleri alıyordu. Öldürdüklerinin tam listesi çok uzundur. Bir seçki yaparsak:

• Rus Çarı 2. Aleksandr, 13 Mart 1881’de başkent St. Peterburg’da arabasına atılan bombayla öldürüldü.

• Fransa Cumhurbaşkanı Sadi Carnot, 24 Haziran 1894’te Lyon’da bıçaklandı.

• Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in eşi İmparatoriçe Elisabeth 10 Eylül 1898’de Cenevre’de bıçaklandı.

• İtalya Kralı 1. Umberto 29 Temmuz 1900’de Monza’da vuruldu.

• ABD Başkanı William McKinley 6 Eylül 1901’de Buffalo’da vuruldu, 14 Eylül’de öldü.

• Rus çarının amcası, Moskova Valisi Grandük Sergey, 17 Şubat 1905’te öldürüldü.

• Yunanistan Kralı 1. Yorgo, 18 Mart 1913’te Selanik’te sokakta yürürken vuruldu.

Bunların dışında, Prusya Kralı 1. Wilhelm ve İngiltere Kraliçesi Victoria’ya başarısız suikastlar düzenlendi; baba-oğul İspanya kralları 12. ve 13. Alfonso 25 yıl arayla düğün günlerinde yapılan saldırı girişimlerinden zor kurtuldular. 1910’da Japon İmparatoru Meiji’ye yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarıldı. Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’e 21 Temmuz 1905’te Yıldız’da Cuma selamlığından çıktığı sırada yapılan saldırı da bir bakıma bu silsilenin bir parçası olarak görülebilir.

KapakDosyasi-Kutu-6
Fransa Cumhurbaşkanı Carnot’nun katli, Le Petit Journal.

NİZAMÜLMÜLK / WILLEM / GANDHİ’LER

Eli kanlı fanatizmin kurbanları

Haşhaşîler (kendilerine verdikleri isimle Nizarî İsmailîler) fanatik miydi yoksa kiralık tetikçi mi? Sadece Sünnilerin değil Şiilerin bile dışladığı bu küçük tarikat, 11. yüzyılda Ortadoğu’da bazı kaleleri elinde tutuyordu. İran’da Elb dağlarında Hasan Sabbah’ın yönetimindeki Alamut Kalesi bunların en ünlüsüydü. Geniş bölge Selçuklu İmparatorluğu’nun elindeydi.

14 Ekim 1092’de büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk, Nihavend yakınlarında bir Haşhaşî fedaisi tarafından hançerlenerek öldürüldü. Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın doktriniyle hem ideolojik hem askerî düzeyde mücadele etmişti. Ancak vezirin hükümdarı Melikşah ile arasının açıldığı ve bu nedenle öldürtüldüğü iddiaları da ortaya atılmıştı. Eğer bu doğruysa, suikast bir tetikçinin işiydi. Zaten Haşhaşiler sonraki yüzyılda Ortadoğu’da kiralık katil olarak nam salacaktı. İspanyol efendilerine karşı ayaklanan Hollandalıların protestan önderi Oranj Prensi Sessiz Willem, 10 Temmuz 1584’te evinin kapısını çalan bir Katolik tarafından vurularak öldürüldü. İngiltere Kraliçesi 1. Elizabeth sürekli öldürülme korkusu içinde yaşadı. Bu din savaşları döneminde Katolik olan Fransa kralları bile, kendilerini yeterince Katolik bulmayan suikastçıların elinden kurtulamadı. Kral 3. Henri 1 Ağustos 1589’da, 4. Henri ise 14 Mayıs 1610’de bağnaz birer Katoliğin kurbanı oldular.

Bir Hindu milliyetçisi, 30 Ocak 1948’de Mahatma Gandhi’yi vurarak öldürdü. Katil Godse, mahkemeye sunduğu yazılı ifadede Gandhi’nin Hindistan için bir “lanet” olduğunu, Müslümanların Hindistan’ı ele geçirmesi için zemin hazırladığını iddia etti. Sonraki başbakanlardan İndira Gandhi ise 31 Ekim 1984’te iki Sikh tarafından öldürülecekti.  

KapakDosyasi-Kutu-7
Fransa Kralı 4. Henri’ye suikast. Charles-Gustave Housez.