Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Esas değil, esaslı adam

Türk sinemasının usta aktörlerinden, yazar, çizer, gazeteci ve entelektüel Süleyman Turan hayatını kaybetti. Başrol oyuncularının yanındaki veya karşısındaki “ikinci adam” rolleriyle tanınan Turan, nadir görülen bir kaliteyi hem işine hem hayatına taşımıştı.

Sinema iş kolunda –sektör de diyorlar ama sektörlüğüne bin şahit bulamayabilirsiniz— “esas adam-esas kadın” diye bir kodlama sıfatı var. Başrol oyuncuları için kullanılır. Erkekse jön, kadınsa jönfiy de deniyor.

Süleyman Turan onlardan biri olarak anılmadı hiç. Süleyman Abi uzun ve başı dik kariyeri boyunca hep ikinci adam olarak anıldı. Ya esas adamın sırtını yasladığı kader arkadaşı ya da nadir de olsa karşısına dikilen uğursuz bir mâni olarak fakat daima severek izledik onu beyazperdede.

Meraklısı bilir, bilmeyenler için özet geçeyim; genel geçer Yeşilçam oyuncusunun çok ötesinde yeteneklere sahip bir ustaydı. Filoloji mezunuydu, temiz ve yüksek İngilizce konuşur, resim yapar, karikatür çizer, senaryo yazardı. Skeçleri vardı anlı şanlı tiyatro işlerinde. Gazetecilik de yapmıştı. Çalışkan bir okur ve haliyle görece yalnız bir adamdı. Onu skandalları, magazin haberleriyle değil hep yaptığı işlerle hatırlarsınız. Çalışmıyorsa, ortalıkta görebileceğiniz biri değildi kısaca.

Bir Antalya Film Festivali’nde aynı otelde misafirdik. Birkaç gün boyunca uzaktan gıptayla izledim onu. Zarif beden diline, temiz şöhretine, fırından yeni çıkmış somun sıcaklığında aktörlüğüne gösterilen coşkun muhabbete şaşılası bir mahcubiyetle karşılık verişine, yabancı sinemacılarla kolayca kurduğu derin iletişime tanık oldum.

Yanına gidip elini sıkmak, kendimi tanıtmak, onu ne çok sevdiğimi söylemek istedim; her seferinde yanına yöresine demir atanlardan ürküp erteledim heyecanımı. Sonra bir sabah, tenha bir erken kahvaltıda burun buruna geliverdik. Koltuğunun altında gazeteleriyle fit bir kahvaltı tabağı hazırlıyordu kendine. Jilet gibiydi. Mis gibi bir koku salıyordu çevresine. Başını kaldırdı, gözü bana değdi. Ben tüm sabah eblehliğimle doğru kelimeleri ararken o, “Mümtaz’cım nasılsın? Çok sevindim bu tesadüfe. Bir zamandır sana seni dikkatle takip ettiğimi, çok severek izlediğimi bildirmek istiyordum, kısmet bu güneymiş” deyiverdi.

Ben “Asıl ben sizi…” diye gevelemek üzereyken devam etti yumuşacık ses tonuyla: “Oyunculuğuna, tiyatro yönetmenliğine diyecek yok doğrusu, fakat esasen yazılarını merakla bekliyorum her hafta”.

O sıra Hürriyet’te haftada bir gün, çoğu zaman kavramsal denemeler yazıyordum. Okunup okunmadığından da, bu işlere yeltenmekle iyi edip etmediğimden de emin değildim.

“Bak bu yazma işi çok mühim Mümtaz’cım. Aramızdan eli kalem tutan birilerinin çıkması kolay olmuyor. Özel bir gençsin. Seninle gurur duyuyoruz. Sakın ucunu bırakma”.

50 yaşına yaklaşıyordum. Ne özel buluyordum kendimi ne de genç. Süleyman Abi’ye bir- iki kısa saygılı cümleyle karşılık vermeye çalıştığımı hatırlıyorum. Sonra elimi sıkıp “Takipteyim genç dostum, İstanbul’da da görüşelim” diye ekleyerek masasına yürüdü.

Bu o güzel abiyle ilk ve son görüşmemizdi.

Sonraki yazılarımı Süleyman Abi’nin de okuduğunu unutmadan yazdım bugüne dek.

Esas değil, esaslı adamdır Süleyman Abi.

Yaşlılık merakın bittiği yerde başlar. Ölüm unutulmayla gerçekleşir. O hiç yaşlanmadı, hatta ölmedi esasen.

Ben, biz, birçoğumuz onu unutmayacağız çünkü.