Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Sultan Abdülaziz ve Avrupa açılımı

Osmanlıların 1856’daki Paris Konferansı’nda “Avrupa familyası”na katılmış olması hiçbir işe yaramadı ve 1877-78’de Rusya karşısında ağır bir hezimete uğrandı. 1861’de tahta çıkan Abdülaziz döneminde ise ilk kez bir padişah Batı Avrupa’ya gidecek; Osmanlı reform hareketine inanan liberal Avrupa, Türklere önemli bir siyasal kredi açacaktı. Bu durum ciddi bir reform ve iyileştirmeye yolaçmış, ancak maddi krediler kötüye kullanılmıştı. 

Sultan Abdülaziz döneminde, Osmanlı Devleti’nin Batı Avrupa’yla ilişkileri çok ilginç bir dönüşüm geçirmiştir. Bilindiği gibi, dönemin sonlarında, yani 1875-1876 yıllarında söz konusu ilişkiler bir daha ancak Cumhuriyet döneminde düzelmek üzere bozulacaktı. 

Tersane Konferansı ve “93 Harbi” olarak bildiğimiz 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na giden süreç başlamış, önce Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödeyemeyeceğini ilân etmesi Batı Avrupa ülkelerinde kamuoyunun Osmanlılar aleyhine dönmesine neden olmuş, sonra da Hersek ve Bulgaristan isyanları uluslararası bir kriz yaratarak Bâb-ı Âlî’nin yalnız kalmasına yol açmıştı. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin 1856’daki Paris Konferansı’nda, Cevdet Paşa’nın deyimiyle, “Avrupa familyası”na katılmış olması hiçbir işe yaramayacak ve Rusya karşısında ağır bir hezimete uğranacaktı. 

Ancak dönemin başlarında durum hiç de öyle değildi. Sultan Abdülaziz 1861’de tahta çıktığında, Osmanlı Devleti’nin liberal Batı Avrupa’yı temsil eden Birleşik Krallık ve Fransa’yla arası çok iyiydi ve giderek daha da iyileşecekti. 1848-1849 Macaristan ve Polonya kalkışmalarından sonra Osmanlı topraklarına kaçan sığınmacıların Rusya’nın bütün baskılarına karşın sınırdışı edilmemesi, Osmanlı Devleti’ne liberal dünyada olumlu bir görüntü kazandırmıştı. Kırım Savaşı sırasında gerçekleşen Rusya karşıtı ittifak da önemli ölçüde bunun bir sonucuydu. Savaş bittikten sonra ilân edilen Islahat Fermanı ise, liberal Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ni kendilerinden biri, yani Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak kabul etmesine yetmişti. 

Sultan Abdülaziz Han II. Mahmud’un Pertevniyal Sultan’dan olma oğlu, 32. Osmanlı Padişahı Abdülaziz (8 Şubat 1830-2 Haziran 1876). The Illustrated London News gibi önde gelen dergiler Avrupa seyahatini konu almışlardı (20-27 Temmuz 1867 tarihli kapaklar). 

1861-1864’teki Kara dağ İsyanı, 1865’te Romanya’nın özerklik kazanması ve 1866’da başlayıp gene özerklikle sonuçlanan Girit İsyanı gibi gelişmeler, ülkemizde alttan alta anlatılagelen tarih açısından bakıldığında, Paris Antlaşması ve Islahat Fermanı’yla başlayan yakınlaşmanın bir göz boyamaca olduğunu ve Batı Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu açıkça parçalamaya çalıştığını gösteren öğelerdir. Ancak, bu tür bir tarih anlatısının, Sultan Abdülaziz ve Osmanlı devlet adamlarının nasıl olup da Girit isyancılarının önderiyle görüşen ve özerk Romanya Prensliği’nin ortaya çıkışında önemli bir rol oynayan Fransa İmparatoru III. Napoléon’un davetini kabul edip 1867’de Paris’e gittiklerini, iki yıl sonra da İmparatoriçe Eugénie’yi İstanbul’da ağırladıklarını açıklayamamak gibi bir sorunu vardır. Nitekim dış mihrakların bu kadar kötücül düşmanlar olduğuna ilişkin vurgu, nedense Sultan’ı, Âlî ve Fuad Paşalar gibi parlak devlet adamlarını ve daha birçoklarını, zekâ katsayıları düşük hainlere dönüştürmez. 

Büyük karşılama Sultan Abdülaziz’in Londra’ya varışını gösteren dönemin Avrupa basınına ait bir illüstrasyon. Padişahı istasyonda Büyük Britanya Prensi Albert karşılamıştı. 

Sultan Abdülaziz ve bakanları ise, gerçekte Tanzimat ve Islahat Fermanları’yla girdikleri dönüşüm yolunda liberal Avrupa’nın kendilerine hiç de küçümsenemeyecek bir siyasal kredi açtığının farkındalardı. Fransa’yı İtalyanların yaşadıkları toprakların kendilerine bırakılması için Avusturya’yla savaşa kadar vardıran “milliyet” ilkesi, Osmanlılardan ayrılmak isteyenlere uygulanmamıştı. Fransa ve “milliyet” ilkesinde kendisiyle aynı politikayı uygulayan Büyük Britanya, Girit Rumlarına sempati beslemekle birlikte; adanın Yunanistan’a katılmasına, Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarına saygı gösterdiklerinden, karşıydılar. Girit İsyanı’nın şiddetle bastırılmasına, Islahat Fermanı’nın gerektiği gibi uygulanmasını bekleyerek, ses çıkarmadılar. Aynı senaryo, bir-iki yıl önce Hersek ve Karadağ’da da sahnelenmişti. Kısacası, liberal Avrupa, Osmanlı reform hareketine inanıyor, destekliyor ve Paris Antlaşması’na sadık kalıyordu. Osmanlılar da bunun farkındaydılar. 

Abdülaziz Viyana’da Sultan Abdülaziz Viyana Arkeoloji Müzesi’nde (L’Illustration, 17 Ağustos 1867). Osmanlı padişahı ve eşlik eden heyet seyahat boyunca aşırı bir ilgiyle karşılanmış, sayısız davete katılmıştı. 

Osmanlı Devleti’nin kendisine açılan bu siyasal krediyi, aldığı borçlar gibi kötü kullandığını söyleyemeyiz. Sultan Abdülaziz dönemi “Islahat” felsefesine gerçekten yakışan, ciddi bir reform ve iyileştirme dönemidir. 1865’te yeniden yapılandırılan yönetim sistemi, ilk örneği olan Tuna Vilâyeti’nde maliye ve eğitim alanlarında harikalar yaratacak kadar başarılı olmuş, Tuna Valisi Midhat Paşa’nın yıldızının parlamasını sağlamıştı.

Eğitim alanında önemli bir atılım yapılmış, birçok okullar kurulmuştu. Bunların başında sivil tıp okulunu (Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye) ve Eczacılık Okulu’nu, Kız Öğretmen Okulu’nu (Dârü’l-muallimât), Galatasaray Lisesi’ni sayabiliriz. Ancak, gayet iyi tasarılar yapılmasına karşın, ortaöğretimde gözle görülür bir ilerleme kaydedilememişti. Ortaöğretimin zayıf kalması ise, her ne kadar bakanlıklar ve vilâyetler için memur yetiştiren bir okul, Mekteb-i Mahrec-i Aklâm, açıldıysa da, reformları yürütecek kadrolardan yoksun olmak anlamına geliyordu. Bunun nedeni parasızlıktır.

Sultan Abdülaziz döneminin en büyük sorunu, 1875’teki iflası da açıklayan maliye sorunu, yani devletin kasasının boş olmasıdır. Doğru dürüst bir bütçe yapmayı henüz öğrenememiş olan Osmanlılar (adına layık ilk bütçe, II. Meşrutiyet döneminde yapılacaktır), buna koşut olarak düzgün bir biçimde vergi de toplayamıyor, bu yüzden ülkenin birçok yöresinde yapılan yolsuzluklar nedeniyle isyan çıkıyordu. Dönemin karmaşa içinde ve Rusya ile bir savaşa gebe olarak bitmesini tetikleyen 1875 Hersek İsyanı da, tıpkı Girit İsyanı gibi, vergilendirmede yapılan haksızlıklar nedeniyle patlak verecekti. Kaldı ki, toplanabilen para da kendisinden çok şey beklenen devletin yapması gerekenleri karşılayamıyordu. Bu yüzden alınan borçlar ise, her yıl devlet giderlerine ek bir yük bindiriyordu. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine neden olacak 1875-1876 krizinin diğer tetikleyicisi olan iflâs böyle gelecekti. 

Devamını Oku

Son Haberler