suriye denildiğinde hâlihazırda mevcut olan siyasi haritanın ötesine geçen bir topraklar bütününü anlamamız gerekiyor. batı dillerinde “doğu” anlamına gelen levant, arap ve osmanlı coğrafya ve tarih uzmanlarınca “kuzeydeki beldeler” anlamına gelen bilâd’uş şam, bugünkü ürdün, suriye, lübnan, filistin ve israil’den oluşuyor. bölge arap yarımadası merkezine göre kuzeyde kaldığı için bu şekilde adlandırılmış.
Coğrafi konumuyla Arap Yarımadası, Afrika, Akdeniz ve Anadolu arasında oldukça merkezî bir konumda yer alan Suriye, insanlık tarihi boyunca kilit roller oynadı. Neolitik Çağlardan itibaren insan yerleşiminin olmasıyla bir taraftan uygarlık tarihinin merkezinde yer alırken, diğer taraftan semavi dinlerin bu topraklarda doğup gelişmesi nedeniyle de Suriye her zaman Suriye’den fazlasını ifade etti.
Doğu Akdeniz’i mesken tutan tacir Fenikeliler buradan Avrupa limanlarına uzanan ticari bağlar kurmuş olsa da bölgenin Avrupa kültürleriyle kesintisiz ilişkisi, Akdeniz’e yayılan Pers egemenliğine son veren Makedonyalı Büyük İskender ve ardılları Selefkoslar’la başlayıp günümüze değin kesilmeden süregeldi.
Bin Yılların Cazibe Merkezi
Limanlarıyla Antakya başta olmak üzere Halep, Hama, Humus ve Dimaşk (Şam) şehirleri ile Suriye, Roma İmparatorluğu’nun merkeze en çok vergi gönderen, Mısır’la beraber en verimli toprakları barındıran ve nihayetinde doğudaki en büyük tehdit olan İran’a karşı da ileri karakol olarak hayati bir önem taşıyordu. Suriye bir taraftan sahip olduğu bu jeopolitik önemi, diğer taraftan Antik Çağ’dan itibaren bünyesinde biriktirdiği dinî ve kültürel anlamlarla tarihin her döneminde arzulanan bir saha oldu.