Siyasi iktidarlar doğaları gereği her şeye siyaset açısından baktıkları için, tarihin tekerrür ettiğine inanır ve toplumları buna inandırmaya çalışır. Ama toplumlar seslerini çıkarırken siyaset yapmıyordur. Onlar arayışlarının siyasi sonuçlarını düşünmez. Tarihi onlar yapar ama yaptıkları tarihin farkında olmazlar.
AHMET KUYAŞ
Geçen ay Taksim Gezi Parkı’nda yaşananlar, “ambülansın ardına takılanlar”ı veya bulanık suda balık avlamaya çalışanları, “Ticari; sağa çek!” deyip bir kenara bırakacak olursak,
iki yorumla karşılandı. Bu yaşananlar, birçok gözlemci tarafından yepyeni, bugüne dek görülmemiş bir şey olarak değerlendirilirken, başkalarınca daha önce yaşanmış bir dizi eylemin, özellikle de 27 Mayıs’ın ve 28 Şubat’ın öncesindeki eylemlerin yeniden sahnelenmesi biçiminde okundu. Yani kimileri “tarihte bir ilk” görürken, kimileri de tarihin tekerrüründen dem vurdu.
Bu gözlemcilerin, hem bir Nasrettin Hoca fıkrasında olduğu gibi hepsinin haklı, hem de bir La Fontaine fablinde olduğu gibi hepsinin haksız olduğu söylenebilir. Konunun, olaylara hangi açıdan ve hangi yöntemle bakıldığına göre değişik yorumlara yol açabilecek bir özelliği var. Eğer Gezi Parkı olayına toplumsal açıdan bakılırsa, tümüyle yeni bir olguyla karşılaşıldığını vurgulamak gerekir. Yeni bir nesil, yepyeni bir Türkçeyle ve yepyeni bir mizahla hoşnutsuzluğunu dile getirdi. Dergimizde bu konuda çok daha yetkin olanların kaleminden çıkma yazılar olduğu için, olayın bu boyutu üzerinde fazla durmayacağım. Bir tarihçi olarak söyleyebileceğim tek şey, sürekli değişen bir toplumdan her defasında ancak değişik bir şey beklenebileceğidir. Ama gene de şaşırırız; fakat biliriz: şaşırtmıyorsa, öngörülebiliyorsa nasıl yeni olabilir ki?
Gezi Parkı olayına siyaset açısından bakıldığında ise, bir tekrardan söz etmek mümkündür. Sonuç olarak hep bir iktidar vardır, bir de o iktidarın yaptıklarından veya yapmadıklarından rahatsız olan hoşnutsuzlar grubu. Bu hoşnutsuzlar grubunun, mutlaka modern politikanın muhalefet olarak adlandırdığı, yani kendini iktidara aday olarak gören, parti biçiminde örgütlenmiş bir kitle olması gerekmez. Nitekim Ortaçağ ve Yeniçağ’da hoşnutsuzluk- larını isyanlara, ayaklanmalara kadar götüren birçok – Yeniçeriler gibi – çıkar çevresi veya – köylüler gibi – toplumsal sınıf, beğenmedikleri ya da kızdıkları iktidarın yerine geçmeyi yahut iktidara başka birilerini geçirmeyi hayal bile etmemiştir. Belirli bir dizi istekleri vardır ve bunları bazen elde ederler, bazen de edemezler. Dolayısıyla siyaset açısından bir Yeniçeri isyanının diğer bir Yeniçeri isyanından farkı olmadığı gibi, Yeniçeri isyanlarıyla Celâlî İsyanları, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin etkinlikleri ya da 27-28 Nisan hadiseleri de aynı şeydir. Sonuçta da, bazen İstanbul Valisi Gezi Parkı’nı dağıtır, bazen de Mamuretü’l-Aziz Valisi, Sivas Kongresi’ni dağıtamaz.
Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da, Gezi Parkı’nda olanların isyan değil de direniş ya da protesto olmasının herhangi bir farklılık yaratmadığıdır. 27-28 Nisan hadiseleri de bir protestoydu ve polis gücüyle bastırıldı. Sonraki haftalarda Adnan Menderes hükümeti istifa edip erken seçime gidilseydi 27 Mayıs olmayabilir, biz de o dönem yaşanan hadiseleri bugün başka bir biçimde açıklayıp anlatabilirdik. Kaldı ki, 27 Mayıs’ın, 27-28 Nisan hadiselerine karışan üniversiteli gençlerin hepsinin arzu ettiği bir şey olmadığını da iddia edebiliriz. Ama bugünkü iktidar o zamanki üniversitelilerle Millî Birlik Komitesi’ni aynı hamurdan gördüğü için, Gezi Parkı’nı da 27-28 Nisan hadiseleri gibi gördü. Bütün bunlara, son haftalarda medyada görülen, AKP iktidarıyla 1950’lerin ikinci yarısındaki Demokrat Parti iktidarı karşılaştırmalarını eklersek, sanki tarih tekerrür ediyormuş gibi bir hisse kapılmak iyice kolaylaşıyor.
Ne var ki tarih hiçbir zaman tekerrür etmez. Zira toplum ve koşullar, hiçbir zaman aynı toplum ve koşullar değildir. Aynı olmayan toplumda ve koşullarda meydana gelen olaylar da hiçbir zaman daha önce görülmüş ve kayda geçirilmiş olayların tekrarı olamazlar. Yani Yeniçeri isyanları bile tarihin bir tekerrürü değildir. Hepsini Yeniçeriler çıkarsa da, nedenleri farklıdır. Nitekim 15. yüzyılın Yeniçerileriyle 18. yüzyılın Yeniçerileri arasında önemli bir toplumsal köken ve işlev farkı vardır. Aynı biçimde, 27 Mayıs’a ve 12 Eylül’e “darbe” deyip geçebiliriz. Ama Milli Birlik Komitesi’yle Milli Güvenlik Konseyi’nin arasında dağlar kadar fark olduğu gibi, 1961 Anayasası’yla 1982 Anayasası arasında da okyanuslar kadar fark vardır. Yani toplumsal aktörler farklı, toplumsal süreçler farklı, fakat bir ana özgü olan mekanik olgu (isyan, darbe) aynıdır. İşte bu yüzden diyebiliriz ki, bütün dillerde tarihin tekerrür ettiğini dile getiren bir deyimin olması gerçekte bir yanılgıdır ve tekerrür eden şey aslında tarih değil, politikadır.
İktidar/muhalefet ya da iktidar/ iktidardan şikayetçi olanlar ikilileri, her zaman olagelmiştir. Bu ikililer arasındaki ilişkiler de, değişik biçimler alsalar da, temelde hep aynıdırlar. Buna koşut olarak, “politika” sözcüğünün anlattığı etkinlik alanında da durum hep aynıdır. Politikanın amacı, “polis”in, yani kendini bir devletle taçlandırmış olan toplumun barış içinde yaşamasını sağlamaktır. Modern devletlerin asayişi sağlamakla görevli birimlerine de bu yüzden ad olarak “polis” sözcüğünün çeşitli türevleri verilmiştir. Toplumsal barışın sağ- lanması ise, kimi durumlarda adları hiç değişmeyen, söz gelimi, “şehirli”, “köylü”, “tüccar”, “üretici”, “tüketici” gibi gruplar arasındaki ilişkilerin belli bir dengede tutulması, kimi durumlarda da adları zaman ve mekana göre çok değişen ama konumları hep aynı olan “büyükler ve küçükler”, “güçlüler ve zayıflar”, “zenginler ve yoksullar” arasındaki ilişkilerin belli bir dengede tutulmasıdır. Bu gruplar hep olagelmişlerdir ve aralarındaki ilişki de hep bozulma potansiyeli taşıyan bir gerginlik, bir çıkar çatışmasıdır.
Bu işlevsel olarak değişmeyen aktörlerin barış içinde yaşamasını daha iyi sağlama iddiasıyla politika sahnesine çıkan aktörler de hep aynıdırlar. Her toplumun gericisi, muhafazakârı, liberali, reformcusu ve devrimcisi vardır. Tarihsel ve toplumsal dönüşüm sonucunda belki bir dönemin gericisi, zaman makine- sine binip o döneme gelen daha eski bir dönemin gericisine devrimci gibi gözükebilir. Ama her dönemin, kendine özgü koşullarına göre bir gericisi – ya da muhafazakârı, liberali vs. – mutlaka olur.
27 Mayıs’a ve 12 Eylül’e “darbe” deyip geçebiliriz. Ama Milli Birlik Komitesi’yle Milli Güvenlik Konseyi arasında dağlar kadar fark olduğu gibi, 1961 ile 1982 Anayasaları arasında da okyanuslar kadar fark vardır.
Demek oluyor ki, siyaset açısından bakılırsa, yalnız Gezi Parkı değil, her olay, her gelişme bir tekrar olarak görülebilir. Nitekim iktidarlar da, doğaları gereği, her şeye siyaset açısından baktıkları için, tarihin tekerrür ettiğine inanırlar ve toplumları buna inandırmaya çalışırlar. Geçmişteki her olayın, her gelişmenin siyasal bir sonucu olduğu için de, eğer benzetmelerini iyi seçmişlerse, haklı gibi görünebilirler. Ama toplumlar seslerini çıkarırlarken siyaset yapmıyorlardır. Onlar seslerini belli, somut konularda hak ve adalet aradıkları için çıkarırlar ve arayışlarının ne gibi siyasi sonuçlar doğurabileceğini düşünmezler. Tarihi onların yaptıklarına, ama yaptıkları tarihin de farkında olmadıklarına ilişkin meşhur söz, bu yüzden söylenmiştir.