Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Tüketim kültürü yayılırken, besin ‘gıda’ya dönüşürken…

Binlerce yıldır gıdamız aynı zamanda yaşamımızı sürdürmemizi sağlayan besinimiz oldu. Sanayileşme, teknoloji ve kentleşmeyle birlikteyse insan türü olarak yaptığımız faaliyetlerin tümünü tek bir kavramın içine doldurduk: Tüketim. Böylece gıdayı da tüketir olduk. Meta hâline gelen gıda, artık besinle eşanlamlı değil, çünkü artık her gıda besleyici değil. Tarladan laboratuvara gıdanın geçmişi ve geleceği…

OYA AYMAN

Avcı toplayıcılıktan ta­rım toplumuna geçeli yaklaşık 12 bin yıl oldu. Geçen yüzyılın ortalarına ka­dar belli bir azınlık hariç tüm dünya nüfusu kendi bulunduğu coğrafyadan besleniyordu. Her şey mevsiminde tüketilirdi; yazın taze sebze ve meyveler, kışın ise yazdan kurutulmuş, fermente edilmiş, mağaralarda, toprak altında saklamaya uy­gun yiyecekler… Yavaş ve zorlu ulaşım koşulları özellikle taze yiyeceklerin uzun mesafelere ticaretini engelliyordu. Gıdaya ulaşmayı tehdit eden yalnız iki unsur vardı: Savaşlar ve doğal afetler sonucu yaşanan kıtlık…

Binlerce yıldır gıdamız aynı zamanda yaşamımızı sürdür­memizi sağlayan besinimiz ol­du. Sanayileşme, teknoloji ve kentleşmeyle birlikteyse insan türü olarak yaptığımız faali­yetlerin tümünü tek bir kavra­mın içine doldurduk: Tüketim. Böylece gıdayı da tüketir olduk. Yiyeceğimizi üretenle aramız­daki mesafe giderek açıldı. Te­mel ihtiyaç odağından sapmış hızlı tüketim kültürü, hayatı­mızı kolaylaştıran teknolojik yeniliklerle birleşince yiyecek­le ilişkimiz kökünden değiş­ti. Yiyecekleri saklamada ko­laylık sağlayan buzdolabı aynı zamanda ihtiyaç fazlası gıda tüketimini körükledi. Fosil ya­kıtların sağladığı ulaşım kolay­lığı sonucu artan gıda ticareti, tarım ve gıdada kullanılmaya başlanan sentetik kimyasallar ve katkı maddeleri çok miktar­da gıdanın üretilebilmesini ve depolanmasını mümkün kıldı. Ama ne açlık önlenebildi ne de insanın doymak bilmez iştahı… Günümüzde dünyada üretilen gıdanın üçte biri heba oluyor. Çöpe giden gıdaların, ona eriş­me güçlüğü çeken insanların karnını doyurulabileceği gerçe­ğine rağmen henüz bu adalet­sizliği çözebilecek bir meka­nizma kurulamadı.

Mısırlılar, büyük ölçekte tarım uygulayan ilk halklar arasındaydı. Bu havza sulamanın gelişmesiyle mümkün olmuştu.

Her ne kadar TDK’da “gı­da”nın tanımı ”besin” olarak açıklansa da iki kelime fark­lı anlamlar taşıyor. Her gıda tüketimi beslenme anlamına gelmiyor. Bir başka deyişle, gı­da olarak tanımlanan her şey besleyici olmayabiliyor. Hatta bazı gıdalar yaşamımızı tehdit ediyor. Defalarca tarım zehri püskürtülmüş elma, sulanırken ağır metallere maruz kal­mış pirinç, depolama sırasın­da böcek zehriyle ilaçlanmış fasulyeler bizi de zehirliyor. Tuz yerine nitrat ve nitrit, şe­ker yerine glikoz kullanılıyor. Binlerce yıldır tuza ve meyve şekerine alışık olan organları­mız bu kimyasallara tepki veri­yor. Dolayısıyla gıdamız sağlık­lı yaşamak bir yana bizi hasta edebiliyor. Beslenme ile kronik hastalıklar arasında doğrudan bağlantı var. Öyle ki, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, çocuk ölümlerinin üçte birin­den fazlası kötü beslenmeyle ilişkilendiriliyor.

Tabağımızdaki yemeği ne kadar tanıyoruz? Yeterince besleyici mi? Kim tarafından nasıl ve ne zaman üretildi? Ne­reden ve hangi yollarla sofra­mıza geldi? Depolama koşulla­rı nasıldı? İçinde katkı mad­deleri var mı, varsa bedenimiz bu maddelerle barışık mı? Her gün midemize indirdiğimiz ve artık parçamız olan yiyecekler­le lezzet, görüntü, fiyat, hijyen, moda diyetler dışında nasıl bir bağ kuruyoruz? Bu sorular bi­zi, yediklerimizle kurduğumuz bağın nasıl değiştiğine dair bir yolculuğa çıkarıyor.

İneklere serenadla başlayan deneyler Bir kadın topluluğu olan Ingenues, 1930’da Wisconsin’deki Madison Üniversitesi mandırasında ineklere serenat yapıyor. Bu, müziğin rahatlatıcı seslerinin ineklerin süt üretimini artırıp artırmadığını bulmak için yapılan bir deneyin parçasıydı.
Yiyecek bir hızlı tüketim ürününe dönüştükçe, deneyler de artacaktı.

Laboratuvarlarda üretilen yiyecekler

Gıda adını verdiğimiz yiyecek­ler artık laboratuvarda çalı­şan mühendislerin de konusu. Sentetik kimyasallar nedeniy­le besin değerlerini kaybetmiş toprakta yetiştirilen domates­ler, katkı maddeleri ya da GDO teknolojileriyle ”besleyici” hâle getiriliyor! Oysa sentetik kim­yasallardan kurtarılarak onarı­lan toprakta besleyici domates­ler yetiştirmek çok daha ucuz ve kolay bir yol. Her şeyi stan­dartlaştırıp kontrol etmek iste­yen türümüz gıdayı da değiş­tirip standartlaştırıyor. Artık gıdalar da meta. Dedelerimizin parayla ölçülemeyecek kadar kutsal saydığı tohumların bile sahibi var. Yüzyıllardır çift­çilerin elinde anonim olarak seçilip ekilerek en dayanıklı olanları günümüze ulaştırılan tohumlar, mülkiyete konu edi­lip şirketler tarafından patent­lenebiliyor. Hibrit (tek sefer­lik verim veren) tohumlardan yetişmiş, hepsi aynı tornadan çıkmış gibi görünen mısır ko­çanları, bünyesine tanımadı­ğı genler aktarılmış fasulyeler, bezelye tozundan yapılmış an­tep fıstığı tozu görünümlü tat­lılar…. 18. yüzyılda İstanbul’da bir mandıra sahibine ”süt tozu” deseniz, dalga geçtiğinizi dü­şünür, sizi ”bayramlık ağzımı açtırma” diye tersleyebilirdi. Ama günümüzde gıda endüst­risi hemen her şeyin tozunu çı­karmış durumda!

Beslenmesine dikkat eden­ler ”gıdamız gerçek mi, içinde sağlığa zararlı bir katkı mad­desi var mı” diye soruşturuken gıda mühendisleri 3D teknolo­jisiyle suni et üretti. Amazon ormanlarını hayvan beslenme­si için yetiştirilen soya ve mı­sır tarlalarına açmak üzere yok eden zihniyet, yakında yakacak orman, açacak tarla bulamaya­cağını ve bildiğimiz anlamda etin üretiminin maliyetlerini karşılayamayacağını düşünü­yor olsa gerek ki suni ete ya­tırım yapılıyor. Yoksa birileri soyalı etleri yerken endüstri­yel barınaklarda birer köle gibi hapsedilmiş hayvanlar da rahat nefes alsa, diye düşündüklerini sanmam!

Peki vitaminlerle zengin­leştirilmiş, koruyucularla hem­hal olmuş hazır çorbalar anne­mizin güvendiği çiftçilerden aldığı malzemelerle yoğurduğu tarhanadan daha besleyici ola­bilir mi? Mış gibi yapan gıda­lar bizi beslemiyor ama onları cicili bicili reklamlarla allayıp pullayan gıda endüstrisi fosil yakıtlardan, kimyasallardan, hayvanları köleleştiren tesis­lerden, suni olarak iklimlendi­rilmiş seralardan, gıdanın nasıl üretildiğini bilmemizi engelle­yen karmaşık tedarik zincirle­rinden, lezzet, güzel görüntü, uzun ömür vadeden katkı mad­delerinden, laboratuvarlarda değiştirilen genlerden besleni­yor. Çoğu çiftçi ertesi yıla eke­cekleri tohumları seçip sakla­mak yerine piyasanın dayattığı hibrit tohumlarla yetiştiricilik yapıyor. Böylece hem üretici­ler hem de tüketiciler petrol, tarım zehirleri, sentetik gübre­lerle tohum üreten şirketlere bağımlı kılınıyor.

 Siyah-beyaz fotoğraflarda kalan meyveler 1940’larda Karadeniz Ereğlisi’nde çekilmiş bu fotoğrafta, bugün bulması pek zor hâle gelen Osmanlı çilekleri sepetleri dolduruyor.

Reklamların ötesindeki biyolojik çeşitlilik

Besin değeri, geleneksel mutfak kültürü gibi geçmişin hikaye­lerinden ve yaşanmışlıklardan beslenmesi gereken konular ise daha çok gıda endüstrisinin po­püler aktörlerinin kârını artıra­cak bir tanıtım malzemesi ola­rak boy gösteriyor. Atalık barda­cık inciri, Osmanlı çileği, üryani eriği de soyu tükenmek üzere olan kutup ayıları, pandalar gibi şefkat bekliyor.

Oysa hem biyolojik hem de kültürel çeşitlilik, yiyecek­lerimizin ve beslenmemizin garantisi. Yaşamın sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için gezegenimizdeki devasa besin ağındaki farklı türlerin birbi­rinden beslenmesi gerek. Kir­lilik, iklim değişikliği ve tek tipleşen beslenme kültürünün gıdamızın geleceği üzerin­de kurduğu baskının farkında olanlar, en çok sarılmamız ge­reken şeylerin atalık tohum­lar, çeşitlilik, toprağın ve suyun canlılığını koruyan küçük çift­çiler olduğunu söylüyor. Onlara sahip çıkmazsak büyük olası­lıkla soyları tükenecek.

Gıdamıza güvenemiyoruz; etiketlere, kontrollere, sertifi­kalara ihtiyaç duyuyoruz ama etiketlerdeki “doğal”, “temiz” ifadeleri yanıltıcı olabiliyor; “iyi”, “organik” gibi belli kriter­lere göre kontrol edilip sertifi­kalanmış ürünlerle dahi güven sorunu yaşayabiliyoruz.

Soyu tükenmekte olan atalık tohumların yerini ise yavaş yavaş laboratuvarda yetiştirilen etler alıyor

Bir yanda sentetik gıdalar üreten, tohumların genleriy­le oynayan, topraksız ürün ye­tiştirenler diğer yanda toprağı onaran, yerel tohumları eke­rek çoğaltan, yerel ve katılım­cı sistemler kurarak çevresel ve sosyal maliyeti düşürmeye çalışanlar… Fast food zincirle­ri, pişirmeye hazır yiyecekler, anlayamadığımız içerikler, her gün bir yenisi çıkan diyetler, frutaryenlikten (sadece meyve ve tohumlara dayalı diyet) kli­mataryenliğe (iklim krizini ter­sine çevirmeye odaklanan bes­lenme) kadar geniş bir yelpaze­ye yayılan beslenme biçimleri, helal gıdalar, glutensiz mönü­lerle dolu kargaşada gıdamıza ne olduğunu anlamaya çalışı­yoruz.

Bu karmaşadan sağ salim çıkmak için hem yediklerimiz­le hem de yiyeceğimizi yetiş­tirenlerle yeniden bağ kurma­mız, tabağımızdaki yiyecek­lerin hikayesini öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi, tıpkı binlerce yıl önce atalarımızın yaptığı gi­bi konfor alanlarımızdan çıkıp besinimiz için emek vermenin zamanı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler