Yazılı tarihle, türkülere yazılan tarihin örtüştüğü anlar vardır. Sovyet Devrimi sürecinde Kızıllar ile Beyazlar arasında kalan Başkurtların dramı da türkülere yansımıştır.
Bugün “tarih yazmak” deyince, genellikle sportif başarılar özellikle de futboldaki parlak skorlar anlaşılıyor. Bir zamanlar ODTÜ’de “Tarih Yapan-Yazan” başlığı altında bir seminer vermiştim. Orada Tunyukuk’tan Atatürk’e kadar, tarihe damga vuran ve bu konuda eser bırakan şahsiyetleri ele almış, kitaplarından parçalar okumuştuk.
20. yüzyıl öncesinde Batı ve Çin gibi yerleşik toplumlar, tarihlerini vakanüvislere, yani profesyonel tarihçilere yazdırtmışlardır. Konargöçer gelenekten gelen Türkler ve Moğollarda ise sözlü kültür hâkimdi; ayrıca onlar yanlarında vakanüvis taşımadıkları ve hayatları doğa ile içiçe geçtiği için, tarihi çoğu kere taşa yazmışlardır. Bu konuda bizim bildiğimiz en eski örnekler Orhun Yazıtları’dır. Onlar da taşa yazılmıştır, ancak taş işçiliği açısından Çin usulü seçilmiştir. Yoksa genellikle “Tarih Yazar İdim Taşa” adlı Başkurt türküsünün söylediği gibi, güzergah üzerinde gördükleri beğendikleri taşlara yazmışlardır. Moğolistan’da bu türden her gün yeni ufak tefek yazıtlar çıkmaktadır.

Burada sözünü etmek istediğim ise türkülere yazılan tarihtir. Hani meşhur “söz uçar, yazı kalır” (verba volant, scripta manent) diye Latince bir söz vardır; bu türküler ise yerleşik ortamdan gelen bu atasözünü sanki yalancı çıkarmaktadır. Tarihî olayların destan ile anlatılmasını biliyoruz ve yerleşik olan bizler, ancak yazıldığı zaman onlardan haberdar olabiliyoruz. Türkiye’de de “Gazi Osman Paşa”, “Aldı Nemçe Bizim Nazlı Budin’i” gibi serhat türküleri vardır ama, biz genellikle onları tarih yazımında kullanmayız, sadece günlük hayatımızda sırası gelince kendimizi siyaseten ifade etmek için kullanırız.
Tarihi, türkülere yazmak konusunda mahir olan Başkurtlar, Kızıllar ve Beyazlar arasında kalan hükümetlerinin 18 Şubat 1919’da Bolşevikler tarafına geçmesi olayını şöyle dile getirirler:
“İki yalnız yiğit yola çıktı
Bir kuruş akçe bulsan fayda diye Gide gide bir an ağlaştılar
İlâhi takdir nerede diye”
Başkurdistan’ın en büyük koray (bir çeşit ney) üstadlarından Yulay Gaynetdinov uzun zaman aynı zamanda arşiv genel müdürü idi. O, bu türkü için şu yorumu yapmıştır: “Bu türkünün ilk iki satırı Başkurt halkının kendi geleceği için başkaldırması ve dava yoluna çıkması hakkındadır. Sonraki iki satırda ise milletin geleceği belirsizlik içinde olduğundan dolayı gönüllerinin boşaldığı anlatılmaktadır. Gerçekten, bir taraftan Beyazlar Başkurt devletçiliğinden hoşlanmamaktadır, diğer taraftan Bolşeviklere de inanmak çok zordur. Fakat bu iki kötülük arasında birisini seçmek zorundadırlar. Böylece bizimkiler Sovyetler tarafına geçer. Ama bir süre sonra, Başkurt otonomisi hakkındaki antlaşma Lenin tarafından ‘kağıt parçası’ olarak tanımlanır. Bu türküde, Zeki Velidi ve onun sadık askerinin Sovyetler tarafına geçmek zorunda olmaktan dolayı içlerinde meydana gelen boşluk hislerini ve duydukları endişeleri görebiliriz”.
Zeki Velidi Togan ise Hâtıralar adlı eserinde bu olayları şöyle aktarmıştır: “Benim binmiş olduğum, iki at koşulmuş kızakla bir kenara çekildik. Kıtalar geçerken kendimi ağlamaktan güç zaptederek onları selamladım. Askerler ağlıyordu. Onlar geçince yanımdaki emirberim Ahmetcan’ın göğsüne başımı koyup hüngür hüngür ağladım… Böyle gözyaşı dökmem hayatımda belki iki-üç defa olmuştur. Bunda hep inandığımız demokrasi ve hürriyet fikrine veda edip şahsi, millî ve maşerî irademizden fedakarlık etmek, bu kadar dövüştüğümüz düşmanın ayağına gitmek, milletimizin istikbalinin karanlığı, sevdiğim askerlerimizin başına gelmesi muhtemel felâket gözümün önüne geliyordu [….] Milletimizin hürriyet emellerini demokrasi yoluyla tahakkuk ettireceğimize karşı hasıl olan imanı yenmek, onu bizzat bertaraf etmek benim için insanı intihara götüren hadiselerden daha çok ağır bir işti”.
Bu ifadeler, yazılı tarihle türkülere yazılan tarihin örtüştüğü anlardan birini açıklamaktadır. Nazlı Eray, Orfe adlı eserinde rüzgara şiir söyletir. Burada da tarih türkülere söyletilir.