Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Türklerin dünden bugüne 1000 yıllık Anadolu macerası

11. yüzyıldan bugüne Anadolu’da kalıcı olan Türkler, asırlar boyunca Hazar Denizi’nin kıyılarından batıya akan atalarımız; çok sorunlu bir bölgede varoluş savaşı verdi. Anadolu platosu ve engebeli yüksek arazide tarih boyunca istilalara karşı bir ricat ve güç oluşturma alanı sağladık. O dönemden 19 Mayıs 1919 tarihinde ateşlenen İstiklal Harbi’ne; Ankara’nın yeni merkez olmasına; günümüzde iklim kriziyle tetiklenen coğrafi değişikliklere; kuzeyimizde devam eden ve genelleşme eğilimi taşıyan sıcak savaşa uzanan süreçte mücadelemiz sürüyor.  

Tarih, coğrafyadan ba­ğımsız anlaşılamaz. Her coğrafya, dağları, ovaları, denizleri, çölleri ve nehirleriyle, üzerinde yaşanan toplum hare­ketlerini belirlemiştir. Bunlar sadece olayların cereyan ettiği birer sahne değildir. Toplumla­rın faaliyetlerini, gelenekleri­ni ve tüm karakterini oluşturur. Bozkır ve deniz farklı toplumlar üretir. Toplumların kültür alış­verişi ve göçleri de özellikleri farklı coğrafyalara taşıyıp yeni sentezlere yolaçar.

Anadolu, birçok diğer uygar­lığın yanısıra Hititlere, Friglere, Lidyalılara, Likyalılara, Helen, Pers ve Romalılara evsahipli­ği yapmış, Moğollar tarafından istila edilmiş, ayrıca kısa veya uzun süreli birçok başka işga­le uğramıştır. Akdeniz’e uza­nan diğer yarımadalar, örneğin İber ve Balkanlar gibi, bin yıllar içerisinde hoyrat kullanılmış, yıpranmış, yorulmuş ve verimi azalarak yoksullaşmıştır. Tüm olumsuz koşullara rağmen, gene Anadolu sayesinde ayakta kal­dık; İstiklal Harbimizi, Anado­lu platosuna dayanarak sonuca götürdük.

Önce fizikî coğrafyamızın hayatımızı nasıl belirlediğine bakalım.

MÖ 336’da tahta geçen Makedonya Kralı Büyük İskender, Anadolu içlerine yöneldi; Frigya, Kapadokya ve en son Kilikya’ya kadar ulaştı.

Türkiye ortalama 1.150 met­renin üzerinde, dünyanın en yüksek rakımlı ülkelerinden bi­ridir. Çin (Tibet ile birlikte) ve Moğolistan dışında ortalaması bizden daha yüksek sadece üç And ülkesi ve Himalayalar’daki Nepal ile Etiyopya gibi az sayı­da Afrika ülkesi vardır. Anadolu platosu, yukarıda değindiğimiz yüksek ortalamanın da üzerin­dedir. Bu coğrafya, birçok alçak ülke gibi nehir ve su yollarıyla birleştirilmemiş olup, seyre el­verişli hiçbir nehire sahip de­ğildir. Dünyanın gelişmiş böl­gelerinin hepsinin vaktiyle su yolları üzerinde kurulduğu unu­tulmamalıdır. Bu olgu, üretim ve ticaretin gelişmesine engel olmuş, çoğunlukla yakın çevresi tarafından beslenebilen şehirler küçük kalmıştır.

İstanbul her zaman ağırlık­la deniz yoluyla beslenmiştir. Nitekim Bursa, Adana, Sam­sun gibi az çok büyücek şehir­ler de deniz kıyısındaki verimli ovaların üzerinde veya yakının­da olup, tarihî başkentler olan Konya ve Karaman bile ancak irice birer kasaba sayılırdı. Yük­sek rakımlı yaylalar bir miktar hayvancılığı mümkün kılmış; ne var ki en eski neolitik kültürler­den birisinin burada başlamış olmasının yanısıra, bin yıllardır yapılan aşırı otlatma, toprağı fa­kirleştirmiştir. Anadolu’nun or­talama tahıl verimi, Trakya’nın yarısından bile azdır. Orman varlığının azalması ise dünya ortalaması civarındadır.

Toprak veriminin düşük­lüğü, şehirlerin, dolayısıyla ta­rımdışı faaliyetin gelişmesini engellediği için kritik öneme sa­hiptir. Hititlerin kullandığı ka­rasaban ve çarık 1950’lerde bile görülebiliyordu ve 20. yüzyıla kadar iç ulaşım birkaç tek hatlı demiryolu hariç sadece hayvan gücüyle sağlanıyordu. Sonra traktörler ve makineler geldi; toprağın ve yeraltı sularının hoyratça sarfedildiği, adeta ca­nının çekildiği bir aşamaya geç­tik. Bu kaynaklarımızla birlikte gıda yeterliğimiz azaldı, toprak­tan anlayan nüfus çok hızlı iç ve dış göçle erime sürecine girdi. Buna karşın cumhuriyet döne­minde, tarihte ilk kez Anado­lu’nun mekan birliği sağlandı. Bu, sorunlu da olsa, kentlerin büyümesine, tarımdışı faaliyet­lerin çeşitlenerek gelişmesine yolaçtı. Dünyada hiçbir toplum 100 yılda yedi kat nüfus artışına uğramamıştır. Anadolu’nun ge­ne de bu nüfusu ayakta tutabil­mesi, mekanizasyona rağmen mucize gibidir.

Bu stellerin (mezar taşı) üzerinde yer alan kabartma resimler, bize 2000 yıl önce Anadolu’da tarımla uğraşan halkın tarlalarını sürmek için karasaban kullandıklarını gösteriyor.

Günümüzde, örneğin Bursa ve Adana’da olduğu gibi, verim­li ve zengin ovaların sağladığı artık ürünle başlayan sanayi­leşme, şehirlerimizin yaklaşık yarısına önem taşıyan ölçülerde yayılmıştır. Ne var ki Türkiye tarımdışı faaliyetleri öğrenir­ken, tarımı ve toprağı ve suyu fazlasıyla ihmal etmiş; dün­yanın her yerinde olduğu gibi, ucuz fosil enerjisine dayanan gelişmemiz birçok sorun doğır­muştur.

Anadolu platosunun ve en­gebeli yüksek arazinin bir di­ğer özelliği ise, tarih boyunca istilalara karşı bir ricat ve güç oluşturma alanı olmasıdır. Os­manlılar son savaşlarını hep Anadolu’ya dayanarak yapabil­mişti. Bizans’ın çöküşünün de Anadolu’yu yitirdikten son­ra kaçınılmaz hâle geldiği ta­rihçilerin hemfikir olduğu bir konudur. Burada değinmeden geçmememiz gereken konu, Rumeli’deki kayıplarımızın bizi aşırı yıpratmış olmasıdır. Gerek Doğu Roma yani Bizans gerekse Osmanlılar, iki tarafa dayana­rak bir taraftan gelen tehditleri savuşturmuştu. Bu coğrafyada tek ya da bir­buçuk ayaklı olmak zorluk getirir. Yani Balkan Sa­vaşı, aslın­da İstiklal Harbi’nin yitirmiş ol­duğumuz ilk aşaması sayılabilir. Gene de Anadolu’ya dayanarak güçlenmek mümkün oldu.

Anadolu platosu ile kıyı­larındaki dört denizin ilişkisi, tıpkı bitişik olduğumuz üç kara alanı gibi, ayrı birer yazı konu­sudur. Ancak şuna değinmek gerekir ki Marmara ve Boğazlar Anadolu’nun doğal uzantısı ve Türkiye’nin olmazsa olmazı­dır. En büyük eksikliklerimiz­den biri, uzun süre denizcilik­te başarısız olmamızdır. Önem sırasına bakmadan, geçmişe matuf olarak, diğerlerini şöyle sıralayabiliriz: Engebeli ve yük­sek arazinin mekanizasyonun gelmesine kadar mekan birli­ğini kısıtlı tutması, kişi başına kullanılan inorganik enerjinin (rüzgar, su) tarih boyunca Av­rupa’dan üç kat daha az olması, dolayısıyla tarımda düşük ve­rimlilik. Bunların ötesi, elbette toplumsal organizasyon, gele­nekler ve üstyapı kurumlarıyla ilgili konulardır.

Anadolu’nun fatihi Türkler Anadolu’da kurulan ilk beyliklerden biri olan Mengücekliler tarafından inşa edilen Divriği Ulu Camii
ve Darüşşifası bugünkü Sivas sınırları içinde (üstte). Mustafa Kemal Atatürk, “Burada ya sabır tükenir ya da para” diyenlere aldırmadan modern tarım yöntemleriyle sıcak ve kurak Ankara topraklarında Atatürk Orman Çiftliği’ni yeşertmişti (altta).

Bütün çevremiz içsavaş­lar ve işgallerle ateş içerisine girmişken, bunun bize de sıç­ramaması olanaksızdı. Ancak, bunları bir ölçüde kontrol altına alabildik. Anadolu coğrafyası, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de çok çeşitli tehditlerin altında kalacaktır. Bu nedenle, çevre­mizle iyi ilişkilerin geliştirilme­si ve hareket alanımızın gelişti­rilmesi, Anadolu üzerindeki ya­şantımızın ne kadar rahat veya sıkıntılı olacağını belirler.

Anadolu’nun bir diğer özel­liği de çokkültürlü, çok dinli ve mezhepli bir coğrafya olmasıdır. Bunlar etnik farklılıklarla tam olarak çakışmamış, böylece or­taya çok parçalı bir sosyal man­zara çıkmıştır. Bu parçaların tam olarak bütünleşme süre­cinde olması kaçınılmazdır ama sözkonusu süreç, bilindiği gibi sürekli dış müdahaleler altında devam etmektedir. Birçok ülke­nin geçtiği süreçlerden rahatça geçemedik ya da nispeten geç ve hızlandırılmış olarak geçtik. Hızlandırılmış uluslaşma, hız­landırılmış laiklik, hızlandırıl­mış demokratikleşme vs. Bu sü­reçler devam ediyor ve gelecek nesillerin iradesi bunu nasıl ta­mamına erdirir bilmiyoruz.

Sonuçta, tüm avantajları ve dezavantajlarıyla birlikte Ana­dolu’ya dayanarak yaşıyoruz ve bu toprakların değerini bilenle­rin, sahip çıkanların artmasını diliyoruz.