Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Üçüncü türden tarihî yakınlaşmalar

Jung’un “modern mit” olarak tanımladığı uçan daire efsanesini umursamasak bile, dünya dışı yaşam veya dünyaların çokluğu düşüncesini bir kenara atamayız. Evrende tek başımıza mıyız? Bu çok eski bir sorudur.  Felsefe, din, bilim, sözdebilim, bilimkurgu ve edebiyat bu soruyu sormaktan hiç vazgeçmemiştir. 

Her düşüncenin olduğu gibi, dünyaların çokluğu veya dünya dışı yaşam düşüncesinin de bir tarihi vardır. Hint, Çin ve Yunan felsefeleri yüzyıllar boyu birden fazla evren olabileceğini tartıştıktan, bu teoriye dayanak olan atomik düşünceyi (insan duyularının algılayamayacağı, sonsuz sayıda dünyanın varolduğu teorisi) geliştirdikten çok sonra, MÖ 4. yüzyılda, Aristo çıkageldi. Aristo’nun evrenbilimi, biz insanların yaşadığı dünyanın her şeyin merkezi olduğunu ilan etti; başka dünyalar mümkün değildi. Romalı düşünür Lucretius’un De Rerum Natura’sı (MÖ 1. yüzyıl) gibi önemli eserler yeniden atomik düşünceyi, dünyaların çokluğunu işlemesine rağmen, Aristo’nun etkisi kaybolmadı. Aksine milattan sonra Aristo felsefesi, Hıristiyanlığı ve sonra uzun bir süre İslamiyeti etkisi altına aldı. Dünyaların çokluğu tezine neredeyse 17. yüzyıla kadar ara vermek gerekti.

Tabii bilim, felsefe ve din, insanların her türlü garip şeyi düşünmesini hiçbir zaman engelleyememişti. İnsanlar ataları Hz. Âdem ve Hz. Havva gibi tehlikeli düşüncelere yatkındılar. Yüzyıllar boyu semaya bakmış, ayı, güneşi, yıldızları görmüş, onlara tapmış, oralarda neler olup bittiğini merak etmişlerdi. Bizimkinden başka dünyalar, bizden farklı akıllı canlılar olduğu gibi hayallere kapılmışlardı. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) adlı eserinde (1667), her an baştan çıkmaya hazır Hz. Âdem, aya bakarak “orada kimler yaşıyor?” diye merak ettiğinde, Başmelek İsrafil, “Sadece kendini, kendi varlığını ilgilendirenleri düşün/ Hayal etme başka dünyaları, oralarda hangi yaratıkların/ nasıl, hangi durumda, ne derecede yaşadığını” diye öğüt vermişti ona. Fakat o tarihte artık ok çoktan yaydan çıkmıştı. Dünya merkezli evren görüşü Kopernik, Giordano Bruno ve Galileo gibi astronom ve düşünürlerin etkisiyle tarihin çöplüğünü boylamıştı. Artık dünyamız güneşin çevresinde dönen sıradan bir gezegendi ve dış dünyaları rahat rahat hayal edebilirdik.

Gökyüzünden mağara duvarına

İtalya’nın Unesco kültür mirasına dahil edilen ilk sit alanı Camonica Vadisi’ndeki mağaralarda bulunan binlerce tarih öncesi duvar resminden bazıları şaşırtıcı şekilde genelgeçer uzaylı tipolojisine uyuyor.

1686’da Fransız bilim insanı ve yazar Fontenelle Entretiens sur la pluralité des mondes adlı kitabını yayınladı. Bunun Avrupa’da yarattığı etki müthiş oldu. Her dile çevrildi ve yıllarca okundu. Kitapta bir filozof, güzel bir markizin bahçesinde dolaşıyor ve altı gecede ona Kopernik sistemini anlatıyordu. Ama asıl ilginç olan, gezegenlerde sürdürülen yaşamdı. Örneğin Merkürlüler hemen kızan, sabırsız yaratıklardı, Venüslüler “Gırnata Müslümanları” gibi ufak tefek ve esmerdiler, Venüs güneşe yakın olduğundan onların da yanık bir ciltleri vardı; günlerini müzikle, eğlenceyle ve aşkla geçiriyorlardı. Jüpiter o kadar büyüktü ki, bu gezegendekiler birbirlerini nadiren görüyordu. Satürn ise öyle soğuktu ki, burada yaşayanlar çok yavaş ve sarsaktılar…

Vaftizin davetsiz misafirleri

Hollandalı ressam Aert de Gelder’in 1710’da yaptığı “İsa’nın Vaftizi” isimli tabloda görülen ışığıyla kutsal sahneyi aydınlatan cisim, bugün UFO sevdalılarının dünya dışı yaşamın varlığı için sunduğu en önemli kanıtlardan.

Dünyaların çokluğu teorisi neredeyse herkes tarafından kabul ediliyordu artık. Başka sorular kafaları kurcalıyordu. Örneğin, Leibniz’in iddia ettiği gibi “olabilecek dünyaların en iyisinde” mi yaşıyorduk, yoksa Voltaire’in yaptığı gibi bu düşünce alay edilecek kadar saçma mıydı? Dünya dışı yaratıklar dost mu düşman mıydı? Bir başka yönden bakılırsa, aslında bu sorular, dünya dışı yaşamla değil, dünyayla ilgili sorulardı. Bu bakımdan Mars efsanesi iyi bir örnektir. Amerikalı astronom Dr. Carl Sagan’ın dediği gibi, 20. yüzyıl başında Mars “bütün korku ve umutlarımızı yansıttığımız bir arena” haline geldi.

Ortaçağ kilisesinin gizemli astronotu

İnşası 1513’ten 1733’e kadar süren İspanya’daki Salamanca Katedrali’nin dış duvar süslemeleri arasında bulunan astronot heykeli yapıya 1992’deki restorasyon sırasında, 20. yüzyılı temsilen eklendi.

1870’lerde güneş sisteminde yaşam arayışı Mars üzerine odaklanmıştı. 1877’de İtalyan astronom Giovanni Schiaparelli, Mars’da “canali” (kanallar) gördüğünü ileri sürdü, Amerikalı Percival Lowell 1894’te kurduğu gözlemevinde gezegeni tarayarak bu “kanal”ların bir haritasını çıkardı. Ona göre gezegeni saran bu kanal sistemi Marslıların ne kadar akıllı olduğunu kanıtlıyordu. Birkaç yıl sonra Sırp kökenli Amerikalı bilim insanı Nicola Tesla, elektrik üzerine çalışmalarını sürdürürken, “Mars’tan gelen bir mırıltı duyduğunu” açıklayarak herkesin iştahını kabarttı. Artık herkes Mars’ta hayat olduğuna inanıyordu. Bilim insanları Marslılarla temas kurabilmek için fener kullanmayı veya yanan gazyağı havuzları kurmayı tartışıyor, yazarlar Mars romanları yazıyordu. İngiliz bilimkurgu yazarı H. G. Wells’in War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) romanı 1897’de tefrika edilmeye başladı. Romanda, acımasız dev makinelere benzeyen Marslı canavarlar gezegenimizi istila ediyordu. Mars’taki küçük yeşil yaratıklarla ilgili fantezi de o sıralarda yayıldı. 30 Ekim 1938’de ABD’de Orson Welles’in Mercury Tiyatrosu topluluğuyla yaptığı radyo yayını ünlüdür. Çeşitli eserlerden radyo piyesleri hazırlayan grup, bu defa Dünyalar Savaşı’nı seçmişti. Piyesi zekice sahneye koydular: Müzik yayını kesildi, Orson Welles’in sesi, tıpkı bir haber spikeri gibi “yanan dev bir nesnenin” New Jersey yakınlarında bir çiftliğe düştüğü haberini verdi. Oyun, yayını dinleyen birçok New York’lunun korku içinde gazete binalarına, karakollara hücum etmesine yol açtı.

Uzaylı istilası

İlk baskısı 1898’de yapılan H. G. Wells’in büyük klasiği Dünyalar Savaşı, bilimkurgu külliyatının vazgeçilmez teması uzaylı istilasını işleyen eserlerin öncülerindendi. Brezilyalı ressam Henrique Alvim Corrêa’nın (1876-1910) kitap için hazırladığı bir illüstrasyon.

Sonraki yıllarda Mars’ın yerini başka bir efsane aldı. 1947’de ABD New Mexico’da Roswell yakınlarında balon kalıntılarının bulunması ve bunların uzaylıları taşıyan bir araca ait olduğu söylentilerinin yayılmasıyla “uçan daire” fenomeni, dünyayı değilse bile insan imgelemini ele geçirdi. Uzaylı yaratıkların her an gezegenimize inmesinin beklendiği bu dönemin, Hiroşima ve Nagazaki felaketi sonrası, doğu ve batı blokları arasında karşılıklı nükleer silah denemelerinin yapıldığı yıllar olduğunu unutmamak gerekir. Kıyamet ya Moskova ve Washington ya da uzaydan gelecekti. Psikiyatr ve düşünür Carl Jung 1958’de “Uçan Daireler: Semalarda Görülen Şeylerin Modern Miti” adlı küçük bir kitap yayınladı. Kitap uçan daire olayının “gerçekliği veya gerçekdışılığını” değil, “psişik yönünü” inceliyordu. İster gerçek ister hayali olsun, uçan dairelerin tam da bu anda, “insanlığın tarih boyunca kendisini en çok tehdit altında hissettiği böyle bir dönemde” bu kadar çok sayıda görülmesinin bir anlamı olmalıydı? İşte Jung bu nedenle uçan dairelerin bir “modern mit” olduğunu ilan etti.

O sıralarda gökyüzünde “uçan nesneler” gören insanlarla ilgili haberler ABD’de bütün yerel gazetelerde yayınlanıyordu. ABD Hava Kuvvetleri konuyu araştırmaya karar verdi. Uçan dairelere “Unidentified Flying Objects-Tanımlanmamış Uçan Nesneler” yani UFO adını taktılar. Ancak soruşturma ilerledikçe Hava Kuvvetleri’nin kuşkusu da artıyordu. Uçan daire raporlarının çoğunun aslında sıradan olayların yanlış tanımlanmasından ibaret olduğuna karar verdiler. 1953’te CIA, bilim insanlarının olayla ilgilenmesini istedi. Matematikçi ve fizikçi Howard P. Robertson önderliğinde “Robertson Paneli” kuruldu. Ancak bu paneli oluşturan bilim insanları UFO gördüğünü söyleyen insanların tanıklıklarını, çektikleri filmleri inceledikten sonra, çoğunun mantıklı açıklamaları bulunduğuna, fenomenin mevcut bilimsel kavramların yeniden ele alınmasını gerektirmediğine karar verdi.

Merhaba uzaylı, biz dostuz! 1977’de Voyager ile uzaya gönderilen altın kaplama bakır diskte uzaylılara 55 dilde barış mesajları yer alıyordu.

Resmî çevreler ilgilerini yitirdikçe, onların yerini sivil dernekler almaya, kendi araştırmalarını yapmaya başlamışlardı. Hükümetin UFO’lar hakkında gerçeği söylemediği ve büyük bir örtbas etme kampanyasıyla karşı karşıya kalındığı iddiası ortaya atıldı. Ufoloji “bilimi” yeryüzünü ziyaret eden uzay gemilerinin varlığını kanıtlamak üzere kolları sıvadı. Araştırma yapılmak üzere sivil fonlar toplanmaya başlandı.

1966’da bu defa ABD Kongresi bir şeyler yapılmasını istedi. Colorado Üniversitesi, nükleer fizikçi Dr. Edward Condon önderliğinde bir araştırma başlattı. Ancak bu çaba ufocular açısından hüsranla sonuçlandı. İki yıl sonra Dr. Edward Condon “Son 21 yılda UFO araştırmalarından bilimsel bilgiye katkıda bulunacak hiçbir sonuç çıkmamıştır. Daha ileri araştırmaların da bilime katkıda bulunması beklenemez” şeklinde bir sonuca ulaştı. Bunun üzerine ABD yönetimi, UFO konusunda bilimsel araştırmalara fon ayırmaktan tamamen vazgeçti. Bu nedenle Dr. Edward Condon, ufocuların hâlâ lanetlediği en büyük düşman ilan edildi. Colorado projesine katılan bilim insanlarından Dr. Roy Craig ufocularla çatışmanın, çokbaşlı efsanevi bir canavarla mücadeleden farksız olduğunu yazmıştı: “Eğer on iddiadan altısını çürütürsen, yerine altı tane yenisini öne süreceklerdir.” Ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke da, UFO’ları incelemenin nasıl yıpratıcı bir iş olduğunu şöyle anlatmıştı:

“(UFO’larla ilgili) bu açıklamalar eğer doğruysa, yıllar önce durumun kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tespit edilmiş olması gerekirdi. Gökyüzü gece gündüz radarlarla, optik ağlarla taranmakta, aya kadar uzanan alanda en küçük bir cisim bile yakalanmaktadır. On binlerce amatör astronom, kuyrukluyıldız veya nova bulmak için semayı araştırmaktadır ama bu yetenekli gözlemcilerin bilinmeyen bir cisme rastladıklarına ilişkin çok az rapor vardır. Pek çok tuhaf şey görmekte ama bilimsel eğitimleri sayesinde bunları tanımlayabilmektedirler; gökyüzünde gördükleri ilk tuhaf ışığın ardından doğruca yerel gazeteye koşmamaktadırlar… Yirmi yıl bu saçma sapan şeylerle uğraştıktan sonra artık ufolardan ölesiye sıkıldım. Bu konudaki hiçbir mektubu bana yollamamaları konusunda yayıncılarıma talimat verdim. Eğer yine de yollanırsa, hiçbiri okunmayacaktır. Eğer okunursa, hiçbirine cevap verilmeyecektir” (The Promise of Space, 1985).

Üçüncü türden yakınlaşmalar 1978’de yedi kategoride aday gösterilen Steven Spielberg’ün “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar”ı “En İyi Film” dalında Akademi ödülünü alarak “uzaylı filmleri”nin unutulmazları arasına girdi.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, ufolojinin dünya dışı yaşama ilişkin bilimsel ve düşünsel tartışmaları gölgede bıraktığını söyleyebiliriz. Oysa özellikle ABD ve SSCB arasında uzay araştırmalarının kıyasıya bir rekabet halinde sürdüğü yıllarda bilim dünyasında konuya ilgi yoğundu. Amerikalı astronom Dr. Carl Sagan’ın The Cosmic Connection kitabında (1973) söylediği gibi: “Dünya dışı yaşam fikrinin zamanı gerçekten gelmiştir.” Bu yıllarda ABD’de SETI projeleri geliştirildi. “Dünyadışı akıllı yaşam araştırması” anlamına gelen SETI projeleri, başka dünyalardan gelecek sinyalleri radyo teleskoplar ve elektromanyetik radyasyon gibi yöntemlerle yakalamaya çalışan bir dizi projeye verilen ortak isimdi. 1960’larda Harvard, Berkeley gibi üniversiteler, NASA gibi uzay araştırması kurumları SETI projeleri başlattılar. Bu projelerle alay edenler de vardı. Örneğin yazar Terence McKenna: “Dünya dışından bir radyo sinyali beklemek, kültürel alışkanlık sonucu olsa gerek, iyi bir İtalyan lokantası bulmak için galaksiyi taramaya benziyor.” Fakat bilim insanları uzaydan sinyal beklemekle yetinmeyip, uzaya sinyal yollamaya da başladılar. 1977’de başka uygarlıklar için mesaj taşıyan ikiz Voyager araçları uzaya gönderildi. Altın kaplama bakır bir diskte 115 görüntü, 35 ses, 55 dilde mesajlar ve 27 müzik parçası bulunuyordu. (Türkçe mesaj: “Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız, sabah şerifleriniz hayrolsun” şeklindeydi.) Bu altın plağın içeriği, Dr. Carl Sagan başkanlığında bir komite tarafından seçilmişti.

Sonraki yıllarda uzaya gönderilen mesajlar gittikçe arttı. Birleşmiş Milletler’in 1960’larda kabul ettiği dışuzay sözleşmelerinde evrenin sömürgeleştirilmemesi konusundaki uyarılara rağmen, uzayda kuralsız bir serbest piyasa ekonomisi hakimdi. Önüne gelen istediği mesajı yolluyordu. Büyükayı takım yıldızına gönderilen Doritos reklamı işin cılkının nasıl çıktığını gösteriyordu.

Soğuk Savaş, dolayısıyla ABD-Sovyet uzay yarışı bittikten sonra, SETI projelerine ilginin azalması şaşırtıcı değildi. 1990’larda ABD hükümeti bu projeleri fonlamayı kesti. Ancak son on yılda yeniden ilgi duyulmaya, fon ayrılmaya başlandı. Uzaya mesaj yollama konusu şu sıralarda devam eden büyük bir tartışma haline geldi. İngiliz evrenbilimci Stephen Hawking dünya dışı yaratıklara sinyal yollamanın aptalca olduğunu yazdı; insanlık tarihinde teknolojik olarak ileri uygarlıkların diğer uygarlıklara nasıl saldırgan ve sert davrandığı göz önüne alınırsa, uzayda sesimizi fazla çıkarmasak iyi olurdu. SETI Enstitüsü araştırmaları başkanı Seth Shostak bu yıl 27 Mart’ta New York Times gazetesinde yazdığı yazıda mesaj yollayıp yollamama tartışmasının saçma olduğunu belirtiyor:

“Bizi tehdit edebilecek güçte teknolojiye sahip dünyadışı yaratıklar varsa, zaten İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yayınladığımız bütün radyo ve televizyon sinyallerini alabilecek güçte anten ve araçlara sahip olmalıdırlar (…) Artık yıldızlar karşısında tirtir titremeyi bırakmalıyız.” 

ANTİK ASTRONOT EFSANELERİ

Kadim çağların uygarlık yaratan tanrıları

Birçok efsaneye göre dünyadışı canlılar gezegenimize binlerce yıl önce gelmiş ve insanları gelişmiş teknolojilerle tanıştırmışlardı. Buna inananlardan bir bölümü, eski Sümer, Akad, Babil efsanelerini yeniden yorumladılar; Nibiru (Marduk) adlı gezegenden dünyamıza gelen Anunnaki tanrılarının Mezopotamya uygarlığını yaratan uzaylılar olduğunu öne sürdüler. Bu gibi teoriler, uzay araştırmalarının çok ilgi çektiği 1960-70’ler döneminde çok popülerdi. Örneğin Erich von Däniken’in Tanrıların Arabaları adlı kitabı 1968’de yayımlanmıştı. Bu modern efsaneye göre, tarih öncesi ve eski çağda yeryüzüne gelen canlılar, aynen 1960’ların astronotları gibi giyiniyordu. Örneğin Japonya Ulusal Müzesi’nde korunan ünlü “dogu” gibi. Heykelciğin büyük ve fırlak gözleri, başlığını takmış bir astronota benziyordu. Aslında MÖ 1000-300 yılları arasında yapılmış bu kilden heykelcik, Japon adalarında avcı-toplayıcı kavimlerin yaşadığı Jomon çağından kalma yaygın bir figürdü. Dogu’lar Japonya’nın her yerinde yapılmış ama işlevleri aydınlatılamamıştı. Başında hâle bulunan her türlü eski resim de antik astronot efsanesine kanıt olarak öne sürüldü. Hâle, astronotların dışuzay koşullarından korunmak için giydikleri başlığı andırıyordu. En popüler örneklerden biri İtalya’da Alp dağlarındaki Val Camonica’da (Camonica Vadisi) bulunan kaya resimleriydi. Buradaki Etrüsk dönemine (MÖ 6.-5. yüzyıllar) ait resimlerde, savaşan veya danseden astronota benzeyen iki kişinin görüntüsü, antik astronot teorisini ortaya atanların sık sık tekrarladığı tarihsel “kanıtlardan” biri oldu.

NÜRNBERG VE BASEL VAKALARI

Ortaçağ Avrupa’sında UFO savaşları

Panik havası 1566 yılında üç farklı günde gökyüzünde gerçekleşen tuhaf hadiselere tanık olan halk korkuya kapılmıştı.

Avrupa’da yüzyıllar boyu gökyüzünde görülen olağandışı olaylar, kroniklerde, risalelerde anlatıldı. Bunların ikisi çok iyi bilinir çünkü resimli olarak basılan risaleler Zürich Merkez Kütüphanesi’ndeki Wickiana koleksiyonunda muhafaza edilmiştir. Maatbaacı Hans Wolff Glaser, 16. yüzyılda Almanya’daki Nürnberg kentinde yaşamıştı. Kendi yaptığı resimlerle süslediği risaleleriyle tanınırdı. Bunlardan birinde, 14 Nisan 1561 sabahı, Nürnberg’de gökyüzünde gerçekleşen “savaşı” canlı bir dille anlatıyordu. Resmini de yaptığı olaya göre, sabah vakti kentin üzerinde haç, mızrak, çember, hilal ve tüp şeklinde çeşitli nesneler belirmiş, bunlar kendi aralarında müthiş bir mücadeleye girişmişlerdi. Bir saat süren olayı anlattıktan sonra Glaser, “Tanrı bize korkunç bir ceza yolladı” diye bitiriyordu. “Eğer hayatımızı düzeltir ve Tanrı’ya hizmet edersek, O’nun da öfkesi geçecektir. Tanrı yardımcımız olsun. Amin.”

Birkaç yıl sonra 1566’da bu defa İsviçre’nin Basel kentinde, matbaacı Samuel Apiarius’un resimlediği bir başka risale çıktı. Olayları, matbaacı çırağı Samuel Coccius (veya Koch) kaleme almıştı. 25 ve 28 Temmuz ve 7 Ağustos 1566’da Basel semalarındaki görüntüler halkı dehşete düşürmüştü. Güneş kan renginde doğmuş, ay kaybolmuş, kapkara daireler ufku doldurarak güneşi kapatmıştı. Uzun metin, yine bir tanrısal uyarıyla bitiyordu. Eski Ahit’te anlatılan olaylardan örnek verilerek günahkârlar uyarılıyordu.

Bunlar sadece iki örnekti. Birkaç yüzyıl boyunca risalelerde bir yığın tuhaf gökyüzü olayı benzer biçimde anlatıldı. Tarihçi, antropolog ve meteorologlar bunları güneş veya ay tutulması, kuyruklu yıldız vs. gibi doğal olaylara ve halkın imgelemine bağlarken, 20. yüzyılda ortaya çıkan ufologlar ise uzaydan gelen uçan cisimlerin birer kanıtı olarak yorumladılar.

İLK UFO OSMANLI GÖKLERİNDE GÖRÜLDÜ

‘Semada siniye benzer bir ulu ışık’

Sofya Osmanlı Arşivi, OAK 265/33

Bugün Gaziantep’e bağlı olan Nizip’te, 19 Ekim 1839 gecesi herkesi hayrete ve korkuya düşüren ışıklar görülmüştü. Sofya’daki Osmanlı arşivlerinde bulunan bir belge, UFO hadiselerinin tarihteki tanıklı-kayıtlı ilk örneğini oluşturuyor. Bu belge Sofya’daki Osmanlı arşivlerinde çalışan Evgeni Raduşev tarafından ortaya çıkarılana kadar, yakın çağlarda UFO’lara dair ilk kayıt, 1878’de ABD’de Texas eyaletindeki bir köylünün dönemin yerel gazetesinde yayımlanan iddiasıydı. Belge, Nizip’teki hadisenin birden çok tanığı olduğunu da ortaya koyuyor: Gördüklerini “Semada bir büyük sini kadar bir ulu ışık belirdi” şeklinde tarif eden Mardin kadı naibi Esseyyid Hacı İsmail Hakkı, İstanbul’a gönderdiği ilâmında yaşadığı deneyimi padişahın muzaffer olacağına yorsa da, bu tarihten sekiz ay sonra Nizip Savaşı kaybedilmiş, II. Mahmud kahrından ölmüştü.

ROSWELL HADİSESİ

Uçan daire değil Sovyet balonu

1947 yılında Rosewell’de bulunan kalıntılar hakkındaki örtbas etme girişimi uzaylılıların yeryüzündeki varlığına dair şüpheleri artırdı. Oysa örtbas edilmeye çalışılan, buluntuların Sovyetler’in gizli Mogul projesiyle ilgili olmasıydı.

BD New Mexico’da Roswell yakınlarında 1947 yazında bir çiftlik arazisinde çubuklar, alüminyum folyolar, kartonlar ve lastiklerden oluşan, yapışkan bantla tutturulmuş bir yığın bulundu ve bölgedeki hava üssüne haber verildi. Roswell’deki hava üssünün halkla ilişkilerden sorumlu subayı, ordunun bir “uçan daire” bulduğunu açıkladı. Ancak aynı gün geç saatlerde, 8. Hava Kuvvetleri birliğinin komutanı General Roger Ramey, uçan daire sanılan kalıntının aslında sıradan bir hava tahmin balonunun kalıntıları olduğunu belirtti. Olay o sırada bir süreliğine unutuldu. Ancak zaman içinde bulunanın slında bir uçan daire olduğu, ordunun müdahale ederek aracın içindeki kimisi hala sağ olan uzaylıları kaçırdığı ve olayı örtbas ettiği yolundaki söylentiler yayıldı. Komplo teorisiyle ilgili ilk kitap (“Roswell Vakası”) 1980’de, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalı gibi olaylardan sonra, Amerikan toplumunun devlete karşı duyduğu güvenin en alt düzeye indiği bir zamanda yayınlandı.

1990’larda ABD Hava Kuvvetleri, olayla ilgili iki rapor yayınladı. 1994 ve 1997 tarihli bu iki rapor, gerçekten de bir örtbas etme girişimi olduğunu gösterdi. 1947’de bulunan kalıntılar sıradan bir hava tahmini balonu değil, Sovyet nükleer denemelerini tarayan Mogul Projesi adlı gizli askeri projenin parçasıydı. 1947-1949 arasında sürdürülen bu projede, Sovyetlerin atom bombası denemelerinin yaydığı ses dalgalarını tespit etmek üzere balonlar kullanılmıştı. Tabii 1947’deki Roswell olayı sırasında ordu bu gerçeği gizleme- yi tercih etmiş, böylece uçan daire efsanesinin doğmasına istemeden de olsa katkıda bulunmuştu.

“BREAKTHROUGH LISTEN” PROJESİ

Hawking dünya dışı yaşamın izinde

Son 20 yıldır biliminsanları arasında “evrende yalnız olmadığımız” görüşü giderek daha fazla taraftar topluyor. 1996’da Mars’taki bir meteoritten mikrobik yaşam formlarına ait bulguların elde edilmesi, 2013’te atmosferin ötesinden organik hücre parçası bulunması, yine meteoritlerden alınan  kesitlerde tek hücreli alglere benzeyen yapılara rastlanması, bu eğilimleri güçlendiriyor. 

Yakın zamanda Hubble’ın halefi James Webb teleskobu, uzayda yaşam için yeni araştırmalar başlatacak, ayrıca bir diğer avcı TESS de dünyaya yakın gezegen sistemlerini gözleyecek. NASA projesi NExSS ise güneş sisteminin ötesinde yaşamın izlerini sürecek. Son olarak İngiliz bilimci Stephen Hawking, dünya dışı zekaların bulunması yoluna şimdiye kadar görülmemiş ölçekte bir projenin başlatılacağını duyurdu: 10 yılllık ve 100 milyon dolarlık Breakthrough Listen projesiyle, önceden bir yılda edilen verilere bir günde ulaşılması hedefleniyor. Bununla eşzamanlı olarak, dünya dışı zekalara insanoğlu hakkında bilgi taşıyacak mesajların üretileceği Breakthrough Message projesi de ana programın yanında faaliyete geçirilecek. 

MÜZİĞE SIZAN UZAYLILAR

John Lennon’un UFO şarkısı

John Lennon, 1974’te New York’taki apartman dairesinde gökyüzüne bakarken bir UFO gördü ve oturup ‘”There’s a UFO over New York and I ain’t too surprised (New York üzerinde bir UFO var ve ben hiç şaşırmadım) şarkısını yazdı, hatta gördüğü UFO’yu çizdi. Desen geçen yıl Sotheby’s’in düzenlediği açıkartırmada başka çizimleriyle birlikte 2,89 milyon dolara satıldı. Herkesin UFO gördüğü yıllarda onun da bir tane görmesi gerçekten şaşırtıcı değildi. Beatles grubunun bütün dünyada bir fenomene dönüştüğü yıllar, uzayda yaşam ve UFO efsanelerinin de zirveye ulaştığı bir çağa denk düşüyordu..

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler