Bundan 30 yıl önce ünlü Rus şair Yevgeni Yevtuşenko Türkiye’ye gelmiş, İstanbul’u ve Ankara’yı ziyaret etmişti. Kendisine Ankara’yı gezdirenlerden biri de yazarımız Ozan Sağdıç’tı. Bu küçük gezi sırasında Yevtuşenko’un aynı zamanda sıkı bir fotoğraf meraklısı olduğu ortaya çıkmıştı.
Plâktan Şostakoviç’in “Babi Yar” isimli 13. Senfonisini dinliyordum. Bu, onun Çağdaş Rus şairi Yevgeni Yevtuşenko’nun bazı şiirlerinin sözleri üzerine bestelenmiş bir eseri. İkinci bölümü Yumorom yani Mizah adını taşıyor. Kulağıma Ezop’un adı çalındı. Ezop ki, Sisam krallık sarayında esir, ibret masallarıyla ünlü bir Frig-yalı. Yani Anadolu halkından, yurttaşımız sayılır. Derken bir de Hoca Nasrettin adı geçmez mi? Bir Rus şairi mizahla ilgili bir şiir yazmış. Dünyadan hiç başka örnek bulamamış. Şiirin tümünde örnek olarak sadece iki insanın adı geçiyor. İkisi de şu bizim toprakların has adamı. Bu dikkatimi çekti. Şair, o şiirinde mizahı gözü pek, yenilmez bir adam olarak kişiselleştirmişti sanki. Plâk albümünde şiirlerin Rusçaları yanında İngilizce, Almanca ve Fransızca çevirileri de yer alıyordu. Türkçeye çevirme hevesine kapıldım. Elim değmişken, sadece “Mizah” bölümünü değil, senfoniye adını veren Babi Yar dahil, kullanılan 5 şiirin tümünü Türkçeleştirdim. Bu arada eşeledikçe şairi üzerindeki bilgim de artıyordu. Nazım Hikmet ile ilişkisi varmış, onu usta bilmiş, Nazım’ın Yüreği diye bir de şiir yazmış filân… Ona “Serserilerin Şairi” de denilmiş. Zamanımızda olsaydı, belki de “Çapulcuların Şairi” yakıştırması yapılabilirdi… Yüzünü görmeden adamla akraba gibi olmuştuk.
Yıl 1986 olmalıydı. Dışişleri Bakanlığı Kültür Dairesi Başkan Yardımcısı, dostumuz Ergun Sav’dan bir davet aldım. Yevtuşenko ülkemize gelmiş, onun onuruna Devlet Konukevi’nde bir öğle yemeği daveti. Mizah şiirinin çevirisini katlayıp cebime yerleştirdim, Ankara Palas’ın yolunu tuttum. Davetteki konuklar arasında, Sovyetler Birliği elçiliğinden bir iki kişi yanında, Ankara’nın baba şairi Cahit Külebi, Anka Ajansı’nın sahiplerinden ve zamanın ünlü gazetecilerinden Müşerref Hekimoğlu, bir de, konuk şairin Zima Kavşağı kitabını dilimize çok güzel bir biçimde kazandırmış şair yazarımız Özdemir İnce benim anımsayıp tanıyabildiklerim.
Yemek öncesinde ayakta alınan aperitiflerle başlayan sohbetler, yemek sonrasında masada sürdürüldü. Yevtuşenko biraz kendini anlatmaya çalıştı. Diğer davetlilerin merak ettiği kimi soruları yanıtladı. Cahit Külebi, şiirin toplumsal ve evrensel dili üzerinden uluslararası ortak bir kültür bağı yaratılabileceği konusundaki düşüncelerini dile getirdi. Özdemir İnce’nin çevirileri konusunda konuşuldu.
Ben o sofraya fotoğraf sanatçısı olarak davet edilmiştim. Ancak, hiç beklemedikleri bir biçimde, benim de çorbada bir tuzum olsun diye söz aldım. Başlangıçta ayrıntısını anlattığım şekilde, şairin sanatıyla mizah üzerinden nasıl avlandığımı ve bir bağ kurduğumu kısaca anlattım. Kendi coğrafyam, bir yabancının dikkatini çekecek kadar verimli bir mizah tarlasıydı ve ben bununla gurur duyuyordum. Amacım o hususa dikkat çekmekti. Konuğumuzun Mizah isimli şiirini bu yüzden kendi dilime çevirmeye cesaret ettiğimi söyleyip, söz konusu şiirin cebimden çıkardığım Türkçesini masada hazır bulunanlara okudum.
Yevgeni Yevtuşenko’ya
Ankara’yı tanıtıcı kısa bir gezi
yaptırmak için Ulus üzerinden
Hacıbayram tepeciğine
doğru yaya olarak bir sefer
eyledik. Amacımız, eski
Ankara’nın sokaklarından
geçerek hem Hacıbayram
çevresinin otantik Müslüman
alemini, hem de başkentin
geçmişine ta Roma çağından
beri tanıklık etmiş Augustus
tapınağını göstermekti.
Koleksiyonumdaki yüzlerce Rus plağı sayesinde Kiril abecesinin şifrelerini çözmüş, pek çok sözcüğe de aşina olmuştum. Yevtuşenko’nun kimi sözcüklerin ses çağrışımından kendine özgü bir ahenk ve bir müzikalite yarattığını fark etmiştim. Örneğin Rusça nasredil gibi bir sözcüğüyle Nasrettin’in aynı şiirin dizeleri arasında kullanmış olmasını örnek verebilirim. Onun diline yakın olsun diye, ben de çevirimde örneğin “Bir şakayla Hoca Nasrettin, şak diye bak mat etti şahları” gibi cilveli dizeler kullanmıştım. Okumam bitince, karşımda oturan Yevgeni Yevtuşenko’nun kendisi “Bu çeviride ben satır satır kendi şiirimin sesini duyup hissetim” iltifatında bulundu.
Davet sona ermiş, sıra konuğumuza şöyle üstünkörü bir Ankara’yı tanıtma gezisine gelmişti. Özdemir İnce, bütün inceliğiyle ev sahipliliğini ve rehberliği üstlenmişti. Turizm Bakanlığı, konukluğu süresince Yevtuşenko’ya zaten Barlas Bey’i tercüman rehber olarak tahsis etmişti. Eh, kambersiz düğün olmaz, bir de bendeniz olmak üzere, dördümüz Ulus üzerinden Hacıbayram tepeciğine doğru yaya olarak bir sefer eyledik. Amaç, eski Ankara’nın sokaklarından geçerek hem Hacıbayram çevresinin otantik Müslüman alemini hem de başkentin ta Roma çağından beri geçmişine tanıklık etmiş Augustus tapınağını göstermek.
Bu gezi sırasında, konuğumuzun bir başka yönünü keşfetme fırsatı bulduk. Meğer Yevgeni Yevtuşenko aynı zamanda sıkı bir fotoğraf meraklısıymış. Adam olacak fotoğrafçı elindeki kamerasından belli olurmuş (derler mi, bilmem!). Üstadın elinde profesyonel işi, iyi bir Leica fotoğraf makinası vardı. Birkaç yıl önce bir de fotoğraf albümünün yayımlanmış olduğunu söyledi. Fotoğraf çekmekten daha zor bir iş vardır, fotoğraf makinası önünde doğru dürüst durabilme, uygun poz verme işi. Yevtuşenko bu işi de çok iyi beceriyordu. Örneğin dar bir sokaktan geçerken, fukara evlerinin birinin önünde bir aile kışlık odununu kırıp evlerine taşımakta idi. Şairimiz önce onların bu eylemini kendisi güzelce fotoğrafladı. Sonra da, evin sahibinin elinden kısa saplı nacağı aldı, kendisi odun kırmaya başladı. Kıra kıra kaç odun kıracaktı ki? Bu heveskârlık neyin nesiydi derseniz, o anda benim kendisini fotoğraflama çalışmama yardım ediyor, deyim yerindeyse bana karşı rol kesiyordu. Ve bu sırrı sessizce sadece ikimiz paylaşıyorduk.
Taa Âbidin Paşa’nın Ankara valiliği zamanından kalma bir sokak çeşmesinden komşu kadınlar evlerine güğümlerle su taşıyorlardı. Mahalle çocukları da, oyun alanı olarak çeşme başlarını çok severler. Bir fotoğrafçı için kaçırılmaz bir sokak manzarasıydı bu. Konuğumuz oradan da bol bol fotoğraflar çekti.
Bir galeriyi ziyaret etmek ve bir Türk ressamının
sergisini görmek günün son programıydı.
Ziyaretimiz aynı zamanda güzel bir çay molası
yerine de geçmişti. Güne veda zamanına kadar
canlı sohbetler edildi, şairimiz kendisini fark eden
galeri ziyaretçilerinden bazılarına imzalar verdi.
Sonunda Hacıbayram’a ulaşmıştık. Müze bekçisi bize Augustus tapınağının demir parmaklıklı kapısını da açmış, içine girmiştik. Duvarlardaki mermer levhalar üzerine kazınmış latince yazıtlar iki bin yıl öncesinden mesajlar iletiyordu. Yevtuşenko bunlara ve tapınağın bir duvarı üzerinde yuva yapmış leyleklere uzun uzun baktı. Özdemir İnce’yle birlikte bana pozlar verdiler. Onlara bir “dostluk anısı” fotoğrafı çektim. Tapınağın girişinde, Hacıbayram türbesinin yanı başında belki bir cami görevlisi, belki de sadece namazını kılmaya ya da türbeyi ziyarete gelmiş sıradan bir mümin durmuş bizi seyrediyordu. Yevtuşenko bu takkeli, sakallı adamı görünce, onun portresini çekmek istedi. Ancak, o fotoğrafı aşağıdan yukarıya bir perspektifle çekmek istiyordu. Adamın arkasında caminin minaresinin konik bir biçimde yer almasını arzu ettiği anlaşılıyordu. Yere diz çöktü, ancak istediği açıyı henüz elde edememişti. Bunun üzerine resmen yerlere yattı. Üzerinde besbelli pahalı parlak kumaştan dikilmiş şık bir takım elbise vardı. Yere yatarken hiç onu korumak gayreti göstermemişti. Bir fotoğraf uğruna her şeyi göze almıştı. Ondaki bu fotoğraf aşkına bir kez daha şapka çıkardık.
Hacıbayram ziyaretimiz de sona ermişti. Yevtuşenko’nun bir merakını daha gidermek gerekiyordu. Bir galeriyi ziyaret etmek ve bir Türk ressamının sergisini görmek günün son programıydı. O zamanlar Yenişehir – Bakanlıklar arası sokakların birinde, şimdi tarihe karışmış ünlü bir galeri vardı. Orasının yolunu tuttuk. Galerinin sorumlusu da Nuran Terzioğlu adında hoş bir hanımdı. Ziyaretimiz aynı zamanda güzel bir çay molası yerine de geçmişti. Güne veda zamanına kadar canlı sohbetler edildi, şairimiz kendisini fark eden galeri ziyaretçilerinden bazılarına imzalar verdi. Bâki kalan bu kubbede, o günden birkaç hoş fotoğraf imiş…
MİZAH
Çarlar, krallar, imparatorlar…
Egemenleri dünyanın;
yönettiler de nice kıt’aları,
sökmedi mizaha cartcurtları.
Yücelik saraylarında onlar
yan gelip yatmışken afralı tafralı,
çıktı karşılarına bir çulsuz Ezop,
cümlenin cakası cumburlop!
Yuvalarında ikiyüzlülerin
belli belirsiz izlerini,
tüm yavanlıklarını bir Hoca Nasrettin
sildi süpürdü satranç tahtasından.
Bir şakayla şak diye bak,
mat etti şahları.
Satın almak istediler,
satmadı kendini o;
Kıymak istediler canına,
çıkardı dilini o.
Zordu onunla savaşmak.
İnfaz edildi kimbilir kaç kez.
Kopmuş kafası mizahın
sırıtırdı bir cengâverin kargısında.
Yine bir soytarının kavalı
başlayınca öyküsüne
çekecekti gür sesli bir “Merhaba!”
Fırlayıp katılacaktı bir yaman horona.
Üzerinde lime lime bir palto,
perişan, sanırsın pişman
tutuklanmış bir siyasi suçtan.
Yürürken idamına,
sefil görünümüyle;
sonraki hayatına hazır
sıyırıverecektir birden paltosunu,
bir el sallamasıyla,
ve “Hoşça kalın” selâmıyla!
Hücrelere attılar mizahı,
cehennemden de beter.
Demir parmaklıklar,
taş duvarlar aşacaktı o.
Temizleyerek gırtlağını soğuktan
sıradan bir nefer edasıyla
yürüyecekti sıradan bir marş gibi
tek tüfekle,
istikamet Kışlık Saray!
Alışıktır sert bakışlara,
aldırış etmez çatık kaşlara.
Ve mizah çevirir gözünü özüne
zaman zaman yine mizahla.
Ölümsüz,
zarif mi zarif,
çevik mi çevik,
erişir her yere ve herkese…
Şanlar olsun şu mizaha ki,
ne yürekli bir herifmiş o be!