Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Geçmiş seçimler, askerî darbeler ve yeniden seçimler

Türkiye’de yakın tarihin siyasi maceraları, demokrasiye geçiş denemeleri ve askerî müdahaleler eksenindeydi. 1946’dan 1980’e uzanan zaman dilimindeki politikacılar ve komutanlar, farklı seçimlerde kendi iradelerini dayatmaya, hakim kılmaya çalıştı. İşte ilk elden tanıklıklar ve fotoğraflarla bir dönemin öne çıkan karakterleri…

Türkiye’deki seçimlerin tarihçesi bir yana, artık küllenmeye yüz tutmuş, bu yüzden de eğlenceli hale gelmiş olan, ama hasbelkader “resmen” de tanıklık etmiş olduğumuz birkaç anımıza yer vereceğiz. 1946 yılında çok partili demokrasiye geçtikten sonra kimisi genel seçimlerde, kimisi de Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında o günleri yaşamış bir foto muhabirinin arşivinde kalmış ve belleğinde yaşayan kimi kırıntılar…

Bilincine vardığım ilk seçim 1954 genel seçimleriydi. 19 yaşında lise öğrencisiydim. Bir yıl önce basit bir fotoğraf makinesine sahip olmuştum ve fotoğraf çekmeye başlamıştım. Dergi almayı ve okumayı seviyordum. Zamanın etkili dergisi Ankara’da yayınlanan Metin Toker’in Akis dergisiydi. Üslubunu beğeniyordum. Seçimler gelip çatmıştı. Dergide okuduğuma göre halkta bir ilgi, politikacılarda da heyecan yoktu. Mitingler pek yapılmıyor, yapılanlarda ise canlılık gözlemlenemiyordu.

İstanbul yolcusuydum, ara durak Balıkesir idi. İstasyon meydanında tulumba şeklinde bir çeşme vardı, suyu akmıyordu. Hemen yanında da bir kürsü kurulmuştu. İkisini birden gösteren bir fotoğraf çektim. “Seçimler yaklaşırken susuz çeşme, hatipsiz kürsü” altyazısıyla Akis’e postaladım. Dergi bunu ciddiye alıp hemen yayınladı. Önemi şu ki: bu benim gazeteci olmadan çok önce bir yayın organında basılmış ilk fotoğrafımdı.

Mesleğe hevesim varmış ki, onu izleyen günlerde memleketim Edremit’te propaganda gezisine gelen Başbakan Adnan Menderes’in ve unutulmaz muhalif Osman Bölükbaşı’nın, İstanbul’da da Dünya gazetesinin kapısında zamanın çok popüler CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in fotoğraflarını çekmişim.

1954 seçimlerini Demokrat Parti ikinci kez kazandı. Ağabeyimin küçük bir matbaası vardı. Sahibi olduğu yerel ‘Edremit’ gazetesini çıkarmaya çalışırdı. Faal bir insandı, tüm hayır dernekleri yanında, CHP için de bir aile geleneği olarak koşuştururdu. 1954 seçimlerinin ertesi akşamı 2 Mayıs’ta, gece yarısında “Kasabanın Demokratları” diye anılan bir güruh, matbaasının camını çerçevesini indirmiş, hurufat kasalarını darmadağın etmişler. Tek varlığı, pedallı denilen cinsten baskı makinesinin kolunu kırmışlar. Ağabeyimin senelerce onu kaynak yaptıra yaptıra bir hâl olduğunu acı bir anı olarak anımsarım.

Demir Kırat Demokrat Parti’ye halkın “Demir Kırat” demesinden dolayı, onun ardılı olan Adalet Partisi de sembol olarak atı seçmişti. Ankara Tandoğan’da yapılan bir AP mitingine partinin taraftarı bir kadın atıyla gelmişti.

27 Ekim 1957 seçimleri sırasında ben askere gitmek üzere aileme veda için baba evine uğradığımda, rastlantı sonucu yine Edremit’teydim. Baktım, ağabeyim matbaasını taşıdığı yeni dükkânının camlarını iki gün öncesinden kontrplak levhalarla kaplatmış. Çünkü artık deneyim kazanmıştı. Seçimlerin yapıldığı günün akşamında camlarının şangır şungur indirileceğini biliyordu. Bu seferki yerinin vitrinleri de daha büyüktü. O camlar az parayla onarılamazdı. Bu sefer tahripçiler üstelik Arap Hasan lâkaplı şefleri başta, Belediye Bandosu eşliğinde geldikleri halde fazla bir zarar verememişlerdi.

Demem o ki, o tarihlerde ocak-bucak yapılanması yüzünden siyaset iyice ayağa düşmüştü. Köy ve kasabalarda halk ikiye bölünmüştü. Anadolu’da seçimler bu atmosfer içinde geçiyordu. Demokrasiye alışmak üzere, ulusça böyle antrenmanlar içindeydik…

Bir örnek daha: Doğduğum Pelitköy’de partililer kahvehaneleri ayırmışlardı. Mustafa’nın kahvesinde Demokratlar, tam karşısındaki Sıtkı’nın kahvesinde de Halkçılar toplaşırlardı. 54 seçimlerinde CHP yine yenik duruma düşmüştü. Mustafa’nın kahvesinden biri pencereden başın uzatıp “Halkçılar B. Kuyusuna düştü gari, debeleniyola” diye bağırmıştı. Sıtkı’nın kahvesinden bir başka hemşehrim “Çok doğru diyon arkadaşım, sizin ağzınıza düştü, n’olcek” diye yanıt vermişti.

Demokrat Parti yönetiminin cicim ayları 1954-55 yıllarından itibaren çöküntüye uğramaya başlamıştı. Ekonomik dar boğaza girildikçe, bu durumun etkisiyle yönetiminin günden güne sertleşmesine, dikta sathı mailine yuvarlanmakta olduğuna tanık olunmaktaydı. Babam daha 1954’te bir kehanette bulunmuştu. “Adnan Menderes’in akıbeti Mussolini gibi olmaz inşallah” demişti.

Ben 1956 yılından itibaren İstanbul’da Hayat dergisinde foto muhabiriydim. Ortalıkta giderek artan genel bir bunalım havası, buna bağlı olarak da karamsarlık hüküm sürmekteydi. Bir çok mal sınırlı dağıtıma tabi tutulmuştu, fırınlarda ekmek kuyrukları bile oluşuyordu. Buna karşın Başbakan Menderes aklını İstanbul’un imarı ile bozmuştu sanki, ikide bir İstanbul’a geliyor, bizzat tanığı olduğum şekilde yıkımcılara o anda yıkılacak yerleri kendi eliyle gösteriyordu. Hoyratça bir gidiş. 6-7 Eylül çapulculuk olayı da işin cabası…

Diğer yandan muhalefet lideri ama, büyük bir tarihi kişiliğe de sahip İsmet İnönü’nün yolu kesiliyor, taşlanıyor. Vatan Cephesi, Meclis’te Tahkikat Komisyonu falan filan. Ülke bir kaosa yuvarlanmış, tümden bir bunalım havası içinde…

Bir örnek vereyim: Dergimizin bana ağabeylik eden iki ressamı vardı: Firuz Aşkın ve Ayhan Erer. O günlerde bir gün bana “Makinanı al, koş Topkapı Sarayında Şah İsmail’in tahtının fotoğrafını çek” dediler. Sebep? Adnan Menderes onu İran Şahı’na armağan etmiş, paketleyip göndereceklermiş. Artık bu kadarı da olmaz! Çok genç ve bir anlamda toy idim. Gözümden yaşlar dökülmeye başladı.  Baktım, bizim sevgili abiler kıs kıs gülüyorlar. Meğer hassasiyetimi bildiklerinden tepkimi görmek üzere beni makaraya sarmışlar. Bu bir şakaymış. Ama o kadar bir bedbinlik egemendi ki duygularımıza, günün havası gerçek olmasına çok uygundu. O atmosferi başka nasıl anlatabilirim?

Yayın organları üzerinde hükûmetin giderek artan müthiş bir baskısı vardı. Yandaş basının o günlerdeki adı “Besleme Basın” idi. Çünkü kâğıt tahsisleri ve resmî ilânlarla besleniyorlardı. Hayat dergisini basan Tifdruk matbaası Kazım Taşkent’in ve onun ideal arkadaşı Vedat Nedim Tör’ün çağdaşlaşma özlemleri ve gayretleriyle Yapı Kredi Bankası’nın bir iştiraki olarak kurulmuş çok pahalı bir sistemdi. Derginin tifdruk tekniğiyle basılıp çıkması da ister istemez özel kâğıt tahsisine bağlıydı. Patronların Ankara’da bir büro açma fikri, belki de hükûmete yakın olma ihtiyacından doğmuş olabilirdi.  Bana söz konusu büroda çalışmak üzere “Ankara’ya gider misin” dediler. Hemen kabul ettim.

Ankara’da bir gazeteci olmak, siyasetçilerle çok yakından ilgilenmek anlamına geliyordu. Ne var ki, benim Ankaralı olmamdan bir ay sonra 27 Mayıs ihtilâli olmuştu. Artık bir süreliğine askeri yönetim ve yeniden demokrasiye dönüş hazırlıkları ile olaylarla ilgilenmemiz gerekmekteydi.

Yakından tanıma fırsatı bulduğum ilk başkan Cemal Gürsel idi. Cemal Aga gibi bir lâkabı vardı. Mağrur bir insan sayılmazdı. Aksine babacan tavırlı bir halk adamı resmi veriyordu. İyi niyetinden kuşku duyulamazdı. Artık bir bakıma demokrasi askıya alınmış, askerî dönem başlamıştı. Ve hemen arkasından Yassıada mahkemeleri, Kurucu Meclis Dönemi.

Muhafız Alayı Komutanı ve Milli Birlik üyesi Osman Köksal ile söyleşirken, onun bize söyledikleri döneme ışık tutması bakımından ilginçti. “Biz’ demişti Sayın Köksal, “müdahale girişiminde bulunurken, niyetimiz en çok yirmi gün, bilemedin bir ay içinde seçim yaptırıp, hemen kışlalarımıza dönmekti. Hocalara aldandık (hocalar dediği Anayasa profesörleriydi) Öyle konuşuyorlardı ki, biz onların çekmecesinde hazır bir anayasa taslağı var zannettik. Çıkarıp bize verecekler, hemen yürürlüğe koyacağız.” diye devam etmişti ihtilâlci Albay. ‘Durun bakalım’ dediler, ‘dünyanın her tarafından anayasalar toplayacağız. Onların en iyi taraflarını bir araya getirip yeni bir anayasa yazacağız. Bu üç beş günlük bir iş değil. Hem tam tedbir almadan, düşük iktidarı yargılatıp mahkûm ettirmeden öyle hemen bırakıp kaçamazsınız. Sonra isyan çıkarmaktan sorumlu tutulursunuz. Başlarınızdan bile olursunuz’ diye korkuttular bizi.”

CHP adına İsmet İnönü Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi 5 Eylül’de düzenlediği yuvarlak masa toplantısına CHP adına Genel Başkan İsmet İnönü katılmıştı.

Milli Birlik Komitesi 12 Haziran 1960 tarihinde yürütme ve yasama görevlerini düzenleyen geçici bir anayasa yürürlüğe koymuştu. Bu tarih ayni zamanda Yassıada mahkemesinin de kuruluş tarihidir. Parlamento, 150 üyeli Senato ve 450 üyeli Millet Meclisi olmak üzere iki parçalı olarak hazırlanmıştı. Milli Birlik Komitesi üyelerine bir güvence olarak “Tabii Senatör” unvanı ile Senato’da yer verilmişti. Ayrıca gerektiğinde cumhurbaşkanına da tabii senatör seçme hakkı tanınmıştı. Demokratik hayata yeniden dönüş bu şekilde sağlanıyordu!

Yeni meclisin açılışı için 29 Ekim günü hedef alındığından seçimler 15 Ekim 1961 günü yapılacaktı. Cemal Gürsel 5 Eylül günü mevcut partilerin temsilcilerini bir yuvarlak masa toplantısı yapmak üzere Çankaya Köşkü’ne davet etmişti. Bu toplantı sonucunda yayınlanacak bir deklarasyon ile, gelecek günlerde partiler arası kısır çekişmelerden uzak uygar bir ortam sağlanması ve geçmişin fazla kurcalanmaması hedefleniyordu.

Seçim öncesi miting kürsüsü 1961 seçimleri öncesi Ankara Kurtuluş Meydanı’nda yapılan CHP mitinginde partinin genel başkanı İsmet İnönü kürsüde.

Seçimleri Ragıp Gümüşpala ve arkadaşlarının yeni kurduğu Adalet Partisi’ne göre çok az bir farkla CHP kazanmıştı. Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye partisi ve Alparslan Türkeş takviyeli Osman Bölükbaşı’nın CKMP’si yeterli oy alamamışlardı.

Cumurbaşkanı seçimi sorunsuz yaşandı. Cemal Gürsel zaten Tabii Senatör sayılmıyor muydu? Adaylığı da doğaldı. Biz onun genel seçimlerde Çankaya ilkokulunda sandık başında fotoğrafını çekerken sonucun böyle evrileceğinin herkes farkındaydı. Malûm etkili kişiler ve partiler Cemal Gürsel üzerinde uzlaşmış (ya da uzlaştırılmıştı).

Cumhurbaşkanlığı seçimleri Ozan Sağdıç, II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü yeni Cumhurbaşkanı seçiminde oy kullanırken fotoğraflamıştı. O günlerde mecliste oylama için biraz süslenmiş çöp sepetleri kullanılıyordu. Oyları çöpe atar gibi ironik bir manzara.

Zaman sancılı geçecekti. Örneğin, sırası geldi deyip, yaraların sarılması adına Celal Bayar affedilmiş, Yassıada mahkûmlarının cezaları da kısmen affa uğramış, kısmen de kaldırılmıştı. Bu durum, bazı heyecanlı yürüyüşlere neden olmuş, buna karşın başka bazı kişilerde ve özellikle gençlerde (ve olasılıkla cihet-i askeriyede) başkaldırı gibi algılanmıştı. O atmosfer içinde 24 Mart 1963’de 27 Mayıs yanlısı gençler, önce Zafer Meydanı’nda toplandılar, kendisini Demokrat Parti’nin devamı gibi göstermeyi yeğleyen Adalet Partisi’nin genel merkezine “Bayar Kayseri’ye” sloganları ile yürüyüp Genel Merkezi taşlamışlar ve tahrip etmişlerdi. Ortalığın sakinleşmesi için daha zamana ihtiyaç vardı.

Cemal Gürsel yedi yıllığına Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ne var ki 1966 yılı başlarında sağlığı bozulmuş ve hastalığı günden güne ilerliyordu. Görev yapamaz duruma gelmiş olması doktor raporları ile saptanınca Cumhurbaşkanlığına devlet protokolünün ikinci adamı Senato Başkanı’nın vekâlet etmesi gerekiyordu. O isim de İbrahim Şevki Atasagun idi.

4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel

Cemal Gürsel’in 1961’de Meclis Şeref Kapısı’ndan, Cumhurbaşkanı olarak çıkışında Ozan Sağdıç fotoğraf makinesiyle onu karşılamıştı.

Atasagun hekimdi ve asker kökenliydi. Tümgenerallikten emekliydi. 27 Mayıs’tan sonra sivil hayata yeniden geçişin ilk seçimi olan Ekim 1961 seçimlerinde Nevşehir’den senatör olarak seçildi. Mili Birlik komitesinin bütün üyelerinin tabii senatör sayıldığı ve onların başkanının Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde elbette askerlerin hatırı sayılır bir etkinliği sürmekteydi. Atasagun Paşa da Senato başkanlığına seçilmişti.

Peki cumhurbaşkanlığına kim seçilecekti. Günün başlıca konusu gerçekten buydu. Cemal Gürsel Washington’daki Walter Reed Askeri Hastanesi’nde tedavide iken bir kriz geçirmiş, 26 Mart tarihinde Türkiye’ye getirilmiş ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde bakımına devam edilmekteydi. Hayatından umut kesilmiş, göreve dönmesinin mümkün olamayacağı hakkında heyet raporu çıkarılmıştı. Bu durum karşısında yeni bir cumhurbaşkanı seçmek gerekiyordu. Anayasa, adayın senatörler ve milletvekilleri arasından seçilmesini öngörüyordu. Senato’da “Tabii Senatör” titriyle eski Milli Birlik üyeleri bir yana, genel politika üzerinde askerlerin etkisi henüz tam silinmemişti. Partiler arasında mevcut Genel Kurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin bir orta yol olarak yatıştırıcı bir çözüm olacağı konusunda bir mutabakat sağlandı. Genel Kurmay Başkanlığı’ndan istifa ederek ordudan ayrılan Sunay kontenjan senatörü olarak atandı; 28 Mart 1966 tarihinde de cumhurbaşkanı seçildi.

Adalet Partisi saldırıya uğradı

Celal Bayar’ın Kayseri hapishanesinden salıverilmesini protesto eden gençlerin Kızılay’daki ilk Adalet Partisi genel merkezini taşlamaları ve tahrip etmeleri dönemin dikkati çeken olaylarından biriydi.

Ülkeyi yönetenlerin aile boyu röportajlarını yapmayı bir kez üstlenmiştik ya, hemen Sayın Sunay’ın Saraçoğlu mahallesindeki lojmanına koştum. Meclis’te ve Anıt Kabir’de icra edilen normal törenlerden hemen sonra, işe yeni First Lady Atıfet Hanım’ın Çankaya köşküne taşınmak üzere evini toplamasını fotoğraflamakla başladım. Kendisi çok içtenlikli bir hanımdı. Bana yardımı olmuştu.

Ama asıl röportaj, elbette köşke yerleştikten sonra, ailenin oradaki doğal yaşamından görüntüler sağlamakla gerçekleşecekti. Kısa bir süre sonra Köşk’ün özel kaleminden “Aile Boyu” röportaj için randevu talebinde bulundum. Makama sunulan buluşma isteğim bir iki gün sonrası için kabul edilmişti. Anılan günde Köşk’e gittiğimde bir süre için yaverler odasında konuk edildim. Saati gelince, “Buyurun” dediler, beni bilinen büyük salona aldılar. Daha önce sözünü ettiğim özel bölüm ağır kadife perdelerle kapalıydı. Arkasından fısıltılar ve bazı hareket sesleri geliyordu. İki yaver perdenin berisinde, adeta nöbetçi gibi neredeyse hazırol vaziyette beklemekteydiler. Beş dakika kadar bu şekilde bekledik. Nihayet içeriden bir işaret mi geldi nedir, yaverlerden her biri perdenin bir kanadını tutmuş, eşzamanlı olarak iki yana doğru adeta törensel bir havayla açmaya başladılar. Bir fanfar müziği eksik…

V. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay

Cumhurbaşkanı seçilişinden hemen sonra Cevdet Sunay merasim kıyafetiyle Anıtkabir’i ziyarete giderken Ozan Sağdıç bir anlığına önündeki çelenk taşıyan muhafızlar ve arkasındaki kortejle arasındaki mesafeden faydalanarak “kalabalıklar içinde yalnız” iken fotoğraflamıştı.

Ortaya çıkan manzara: Cumhurbaşkanı ve saygıdeğer eşleri bir kanepeye oturmuşlar. Arkalarında oğul, kız, damat, gelin; yanlarda ve kucaklarda torunlar, hazır bir fotoğraf karesi. “Hadi çek” dediler. Bir iki kare renkli, bir iki kare de siyah beyaz fotoğraf çektim. Biraz değişiklik rica edip bir fotoğraf daha çekmiştim. (Bu sayfada kanepesiz bu ikinci fotoğrafı kullanıyoruz) Sonunda “Tamam” denildi ve perde açıldığı şekilde kapatıldı. Yaverler odasına geçtik. “Hani” dedim, “aile boyu röportaj yapacaktık?” Yaver beyler “Cumhurbaşkanımız onu aile boyu fotoğraf anlamış. Bize talimatı bu kadar. Kendisini tekrar rahatsız edemeyiz” deyip işin içinden çıktılar.

Sunay’ın cumhurbaşkanlığı askerlerle siviller arasında tansiyonu emen bir süspansiyon gibi geçmişti. İlerleyen günlerde AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala vefat etmiş. Parti başkanlığına bir süre Sadettin Bilgiç vekalet ettikten sonra Demirel dönemi başlamıştı. Demirel “Altı kez şapkasını alıp gitmesi ve yedi kez şapkasıyla geri dönmesiyle” ünlenmişti. Artık İnönü-Demirel, Demirel-Ecevit günlerine kapı açılmıştı.

Aile boyu fotoğraf Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Ozan Sağdıç’a bir “aile boyu fotoğraf” pozu vermişti.

Seçim anılarının önü ardı kesilmez. Son olarak, ilginç bir seçim anısıyla bu bahsi kapatalım. O da Cevdet Sunay’ın görev süresinin sonlarına doğru ortaya çıkan yeni bir Cumhurbaşkanı seçimi öyküsü olsun.

12 Mart 1971’de askerler işlerin iyi gitmediğine, böyle giderse Türk ordusunun (doğal hakkı olan) kollama ve koruma görevini üstlenebileceğine dair bilinen muhtırası verilmiş, Demirel Başbakanlıktan istifa etmişti. Nihat Erim’e hükûmet kurma görevi verilmişti. Sunay’ın görev süresinin bittiği tarihte yeni seçime bu atmosfer içinde gidiliyordu. Gürsel ve Sunay uygulamalarından sonra kimi kafalarda Cumhurbaşkanlığı yolunun mutlaka genelkurmaydan geçeceği kanısı yer etmeye başlamıştı.

6 Mart 1971’den birkaç gün sonra genelkurmay başkanlığındaydık. Faruk Gürler istifa ile ilgili bir veda töreni düzenlemiş, kuvvet komutanı arkadaşlarının göğüslerine liyakat nişanı takacak. Paşaların paşası öyle heyecanlı ki, eline aldığı şiltlerden (belki de pek pratik değillerdi) hiçbirini arkadaşının göğsüne iliştiremiyordu. Ya çaresiz bir şekilde eliyle tutup acemice poz veriyor, ya da yerlere düşürüp, oralardan toplamaya çalışıyordu.

Veda töreni Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler veda töreninde kuvvet kumandanlarına büyük bir cidalle nişan takmaya çalışıyor.

Ertesi gün, bu defa TBMM Senato genel kurul salonundayız. Cumhurbaşkanı Sunay, Gürler’i senatör atamış, Paşa sivil olarak senatoyu şereflendirmiş. Onu getirip önce alelacele İsmet Paşa’nın yanına oturtuyorlar. “Hoş geldin, beş gittin” denilemeye fırsat bulamadan kaldırılıp başka bir yere oturtuluyor. Bu kez oturduğu yer, dirsek temasıyla bir başka senatör olan emekli Oramiral Fahri Korutürk’ün yanıbaşı.

O günlerde TBMM binasında sivillerden çok askerler dolaşıyordu. Seçim günü de askeri jetler Meclis’in üzerinden alçak uçuş yaptılar. Demirel ve Ecevit’in direnme kararları sonucunda askerlerin istediği olmadı. Gürler Paşa yeterli oyu alamadı. Belirli bir turdan sonra, Demirel ve Ecevit Genel Kurmay karargahına çağrıldılar. Demirel davete icabet etmedi. Ecevit ise, her ihtimale karşı valizini hazırlayıp eşiyle vedalaşarak gitmişti. Kendisini karşılayan Muhsin Batur ve diğer kuvvet komutanları sivil iradeye saygı duyduklarını, alınacak karara karşı koymayacaklarını ifade etmişlerdi. Buzlar çözüldü. Meclisler özgür oylarıyla yeni cumhurbaşkanını seçtiler. Gerçi Sayın Fahri Korutürk de asker kökenliydi ama Meclisin iradesi de iradeydi. Ve o yerine getirilmişti.

Olanlar Dimyat yolunda bulgurdan olan zavallı Faruk Gürler Paşa’ya olmuştu. Tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral ve orgenerallikten sonra bir de ‘Gümgenerallik’ diye bir rütbe daha varmış. Bunu herkes öğrenmiş oldu. İşin çok acı veren yanı, Gürler Paşa’nın çok geçmeden 23 Ağustos 1973’te kahrından ölmesiydi.

1970’lerin siyaset sahnesi Yakın bir gelecekte ne olacaklarını bilemeyen üç kişi. Emekli Orgeneral Faruk Gürler bir iki gün içinde Cumhurbaşkanı seçilip Çankaya’ya taşınacağından emin. Yanında oturan Emekli Oramiral Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanı olmak aklından bile geçmiyor. Ama sadece bir ay içinde Cumhurbaşkanı seçilecek ve Çankaya Köşkü’ne yerleşecek. Önlerindeki sırada oturan Nihat Erim’in bir suikasta kurban gitmesi ise 18 Temmuz 1980’de.

Devamını Oku

Son Haberler