Şubat
sayımız çıktı

Yakın tarihimizdeki krizler ve ‘irrasyonel çözüm’ler…

2000’Lİ YILLARDAN BUGÜNE, PARA VE POLİTİKA ARASINDA / ANALİZ

Türkiye sıklıkla ekonomik kriz yaşayan bir ülke. 1994, 2001, 2018-19 krizleri bize mahsus. 2008’de patlak veren küresel krizden de çok etkilendik. Mayıs 2023 seçimlerinden hemen önce de krizin eşiğine geldik. Bugün ekonomideki kurumsal-yapısal sorunları çözmek için bir şansımız var. Ancak özellikle son dönemdeki hataları tekrarlamamak koşuluyla.

Dünya Bankası, kişi başına gelirlerine göre ülkeleri 4 gruba ayırıyor: Yüksek, yüksek-orta, düşük-orta ve düşük gelirli ülkeler. Türkiye 2024 yılı analizine göre yük-sek-orta grupta. Kişi başına gelir düzeyini arttırıp sınıf atlamak kolay iş değil: Adil ve hızlı çalışan bir hukuk sistemi, sağlam sosyal güvenlik kurumları, makroekonomik istikrar açısından önemli kurumların siyasetten bağımsız olmaları gibi düzgün yapısal özelliklerin yanısıra, yüksek eğitimli bir nüfus ve verimli işletmeler de gerekiyor. Kaldı ki kişi başına gelir düzeyi de her şey değil. Gelirin adil paylaşımı, gelirin ne ölçüde çevre dostu ve huzurlu bir ortamda bulunduğu da çok önemli.

KapakDosya-4
“Sayın başbakanım al, ben bir esnafım” diyerek Bülent Ecevit’e yazarkasa fırlatan Ahmet Çakmak, 2001 krizinin simgelerinden biri hâline gelmişti.

Türkiye sıklıkla ekonomik kriz yaşayan bir ülke. Yakın tarihimizdeki 1994, 2001, 2018-19 krizleri bize mahsus. 2008’de patlak veren küresel krizden de çok etkilendik. Mayıs 2023 seçimlerinden hemen önce krizin eşiğine geldik. Bizim gibi yüksek-orta gelirli olup bu kadar sık kriz yaşamayan ülkeler de var; kriz bir kader değil. 2004’te enflasyonumuzu tek haneye düşürüp o düzeylerde 2016’ya kadar tutabilmiştik. Oysa 202224 döneminde dünya yüksek enflasyon liginde 184 ülkeyi geride bırakıp ilk 6’ya girdik. Bu da kader değil.

Enflasyonu ve onu doğuran nedenleri ortadan kaldırmadan, zaten yüksek gelir grubuna terfi etmek için gerekli adımları atıp sonuç almak mümkün değil. Burada esas olarak “neden yüksek enflasyon liginde aniden en üst sıralara sıçradığımıza” odaklanıp, bu yakıcı sorunu çözmek için uygulanan programa bakalım. Bunu yapabilmek için özellikle 2018-19 krizi ve bunu tetikleyen temel unsurun yarattığı travma etkisi üzerinde durmak gerekiyor. Bütün bunları daha iyi anlayabilmek için ise öncelikle kadim bir sorunumuzla işe başlamakta yarar var.

Dış borca bağımlılık

Türkiye, işsizliği arttırmayacak bir oranda büyüyebilmek için yurtdışından borçlanmaya mahkum. 1975-2023 döneminde cari işlemler açığımızın GSY-H’mize ortalaması yüzde 2.3. Aynı dönemin ortalama GSYH büyümesi ise yüzde 4.5. Cari açığı yurtdışından borçlanarak kapatmak zorundayız. Merkez Bankası’ndaki döviz rezervleri de kullanılabilir ama bir dereceye kadar; rezerv biter. Ekonomik büyüme daha yüksekse, genellikle cari açık yükseliyor. Yok, ekonomi küçülüyorsa ya cari açık azalıyor ya da cari fazla veriyoruz.
Cari işlemler hesabı, kabaca mal ihracatı, turizm ve taşımacılık gelirleri ile yurtdışındaki müteahhit hizmetleri kazançlarından elde ettiğimiz döviz gelirleriyle; ithalat, turizm, taşımacılık, faiz ödemeleri gibi döviz giderlerimiz arasındaki farkı gösteriyor. Küçüldüğümüz dönemlerde genellikle cari açık veriyor olmamızın temel nedeni, üretimdeki düşüşün ithalatımızı da azaltması.

Öte yandan istediğiniz kadar borçlanmak da her zaman mümkün değil. Borcu ödeyebileceğinize dair şüpheler çok artıyorsa ya da küresel finans sisteminde 2008’de olduğu gibi büyük sorunlar yaşanıyorsa, uygun koşullarla ve istediğiniz ölçüde borçlanma olanağınız keskin biçimde düşer. Kur sıçrar, faiz yükselir. Özellikle döviz cinsinden borcu yüksek olan şirketler zor durumda kalır; faaliyetlerini azaltır; bankalara borçlarını ödemekte zorlanır. Bu ortamda döviz borcu fazla olmayan şirketler de zor günler yaşar. Zira hem faaliyet hacmi düşen şirketlerle ticari ilişkileri nedeniyle güçlüklerle karşılaşır hem bankalar kredi musluklarını keser hem ithal girdi maliyetleri yükselir hem onlar da yurtdışın-dan ihtiyaç duydukları kaynakları sağlayamaz. İşçi çıkarmalar artar. İç talep bu nedenle daha da düşer. Kendi kendini besleyen sevimsiz bir süreç oluşur. Bu sürece ekonomik kriz diyoruz.

Böyle bir ülkenin, dış politika açısından bir zafiyeti vardır. Dış politikanızdan hoşnut olmayan ve küresel finans sistemini etkileme potansiyeli olan bir ülke düşününüz; borçlanma olanaklarınızı sınırlayarak başınıza bela açabilir.

Kırılganlıklar

2018’e gidelim. Hem 2017’nin tümünde hem de 2018’in ilk çeyreğinde uzun dönem ortalamasının çok üzerinde, yüzde 7.5 oranında büyüdü Türkiye. İzleyen iki çeyrekte büyüme oranı düştü. 2018’in son çeyreğinde ve 2019’ın ilk iki çeyreğinde ise ekonomi küçüldü. Bu kriz, hem yaşandığı süre hem de ekonomik küçülme açısından daha önce yaşanan 2001 krizinden de, 2008-2009 küresel krizinden de daha hafif geçti. Ancak istihdam, bu krizlerle boy ölçüşür düzeyde düştü. 2018’in üçüncü çeyreği ile başlayan 1 yıl içinde işsiz sayısında 938 bin artış yaşandı. Ne oldu da bunlar oldu?

KapakDosya-5
2016’daki darbe girişimi sonrası FETÖ ve PKK ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Rahip Brunson’un tutuklanması, 2018’de ABD-Türkiye ilişkilerinde büyük bir krize yol açtı. ABD, Brunson’un serbest bırakılması için Türkiye’ye yaptırımlar uyguladı. Trump’ın Brunson’un ev hapsinde tutulması nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulanacağını açıkladığı paylaşımı.
KapakDosya-5-1

2001 krizini tetikleyen faktörü biliyoruz: Anayasa kitapçığının fırlatılması (Sezer-Ecevit) ve bunun üzerine zamanın başbakanının “siyasi kriz” açıklaması yapması. Tabii kırılgan bir ekonomik yapı olmadan, bu tür bir açıklama neden ekonomik kriz çıkarsın? Şubat 2001’de patlak veren kriz öncesinde bankacılık sektörü bozuk, özellikle bankaların döviz cinsinden borçları ile varlıkları arasındaki fark çok fazla ve bütçe açığı çok yüksekti. 2008’de patlak veren küresel krizden önce ise böyle büyük kırılganlıklarımız yoktu. Kadim dış borca bağlı olma sorunumuz ise olduğu yerde duruyordu. Küresel finans sisteminin merkezinde
kriz çıkınca, bizim gibi ülkelere dış borç muslukları kapatılıyor. Öte yandan gelişmiş ülkelerin krize girmesi, onlara yönelik ihracatımızı -ki ihracatımızın büyük kısmı- keskin biçimde azaltıyor. Küresel krizden derinden etkilenmemizin temel nedenleri bunlar.

2018’e girerken temel kırılganlığımız ise, finans sektörü dışında kalan şirketlerimizin zirveye ulaşmış döviz borçları ve bu borçların döviz alacaklarına kıyasla çok yüksek olmasıydı. Temel nedeni, küresel krizden ekonomilerini bir an önce çıkarmak isteyen büyük gelişmiş ülkelerdeki sıfır faiz politikası ve parasal genişleme. Böylece Türkiye gibi ülkelere bol finansman aktı; dış borç patladı. Üstelik 2009’da alınan bir kararla, döviz cinsinden geliri olamayan şirketlerin döviz cinsinden borçlanmalarını kolaylaştırdık. Ek olarak bu ortamda bir de kredi patlaması yaşandı. Kısacası, 2017 sonunda, hem dış borca bağımlı ülkenin bağımlılığı daha da yükselmiş durumdaydı hem de genellikle hızlı kredi genişlemelerinden önce gözlenen stres birikimi vardı.

Tetikleyici unsur

Dış borca bağımlıysanız, küresel finans sistemi açısından önemli merkez bankalarının faiz
yükseltmeleri pek sevimli olmaz; borçlanma olanakları azalır.

2017’de ABD Merkez Bankası’nın (FED) 3 faiz artırımı var. 2018’in ilk yarısında ise 2 defa faiz yükseltiyor FED. Ancak çıktığı düzey yüzde 2; hâlâ düşük; sorun değil bizler açısından. Keza küresel finans sisteminde önemli bir sıkıntı olup olmadığını gösteren endekslerde de kaydadeğer bir hareket yok. Bizde bir ekonomi politikası değişikliği de falan yaşanmıyor. Peki, ne oluyor?

Hem Suriye politikası hem de Rahip Brunson’ın hapse atılması nedeniyle ABD ile aramız bozuk. Tetikleyici temel unsur, Başkan Trump’ın tweet’leri oluyor.

KapakDosya-6
2001 krizini tetikleyen hadise; Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatılması ve bunun üzerine Evecit’in “siyasi kriz” açıklaması yapması oldu.
KapakDosya-7
KapakDosya-8

Finansal Krizler ve Türkiye kitabımda (Doğan Kitap, bölüm: 8) daha fazla örnek var ama burada ikisiyle yetineyim: 19 Temmuz 2018: “Türkiye’nin saygın ABD’’i rahibi serbest bırakmaması tam bir rezalet.” 26 Temmuz 2018: “ABD rahip Andrew Brunson’u uzun süredir alıkoyması nedeniyle Türkiye’ye çok sayıda yaptırım uygulayacaktır.”

Kur, faiz ve risk primimiz sıçrıyor. Döviz cinsinden borcu ile alacakları arasındaki fark yüksek olan şirketler çok zor durumda kalıyor. 2018-19’da yaşanan ekonomik küçülmenin ve istihdam kaybının temel nedeni, belirttiğim kırılganlıklar (yaralar) ve bu kırılganlıkları kullanan (kaşıyan) Amerikan yönetimi.

Travma

Bu gelişmeler, şüphesiz bir travma etkisi oluşturdu. Ekonomi yönetiminin cari işlemler açığına giderek daha fazla vurgu yaptığını gördük. Ancak bu sorunun azaltılması için öncelikle verimliliği arttıracak politikalar gerekiyor; bunların hem tasarlanması hem uygulanması zor. Düzgün bir politika tasarlayıp uygulamaya koysanız bile, meyvelerini toplamak için zaman gerekiyor.

Verimlilik sorunu çözülemeyince, kolay yola başvuruluyor: İhracatı artırıp ithalatı azaltmak için döviz kurunun yüksek tutulması. Politikanın adı da çekici: “Rekabetçi kur politikası”. Oysa Türkiye’nin üretimde kullandığı girdilerin önemli bir kısmı ithal ediliyor. Döviz kuru artınca maliyetler fırlıyor, enflasyon da. Ayrıca döviz borcu çok olanlar olumsuz etkileniyor. Hele bir de TL’ye değer kaybettirmek için faizleri enflasyonun çok altına indirirseniz, dengeler bozuluyor.

Ne yazık ki Türkiye TL’ye değer kaybettirme kolaycılığını seçti.

Eylül 2021-Mayıs 2023

23 Eylül 2021’de Merkez Bankası’nın (MB) Para Politikası Kurulu (PPK) toplandı. Enflasyon hedefi yüzde 5. Buna karşılık o sırada bilinen son enflasyon oranı yüzde 19. Enflasyon hedeften bu kadar fazlaysa MB’nin faiz arttırması lazım. Hiç olmazsa düşürmemesi gerekiyor; ama PPK, faizi yüzde 19’dan 18’e indiriyor. Faiz indirimi sürüyor. Zira bir yandan rekabetçi kur isteği var, bir yandan da nas söylemi.

Sonrasında olanlar malum:

Kur sıçrıyor; enflasyon da. İndirim başlamadan önce 8.5 TL olan USD, Aralık sonuna doğru yaklaşık iki katına çıkıyor; dövize hücum artıyor ve krizin eşiğine geliyor Türkiye. Dövize olan talebi kesmek için, faiz arttırmak yerine hem MB’ye hem de kamu bütçesine yük olan “Kur Korumalı Mevduat” icat ediliyor. İlerleyen dönemde faiz indirimleri sürüyor. Bankalara ve şirketlere bir dolu kısıtlama getiriliyor. MB kuru dizginlemek için döviz rezervini eritiyor.

Mayıs 2023 sonrası

4 Haziran 2023’te yeni Hazine ve Maliye Bakanı “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır” diyerek, önceki dönemde uygulanan politikaların rasyonel olmadığını açık biçimde ifade etti. Rasyonel olmayan dönemin en büyük tahribatı enflasyon, enflasyon verilerine güven, MB’nin itibarı ve rezervleri üzerine oldu. Seçime doğru Türkiye’nin yurtdışından borçlanması giderek zorlaştı. 2023’ün ilk 5 ayında Türkiye’nin 52.6 milyar USD borçlanmaya ihtiyacı varken bunun ancak 15 milyar USD’sini bulabildi. Kalanı MB’den sağlandığı için MB döviz rezervleri iyice eridi.

Enflasyon, Eylül 2021’deki yüzde 19 düzeyinden Eylül 2022’de yüzde 85’e sıçradı. Mayıs 2023’te ise yüzde 40 düzeyine düştüğü söylendi. “Söylendi” diyorum, zira açıklanan verilere güvensizlik oluştu. Daha önce “TÜİK enflasyonu” diye bir söylem yoktu. Oysa özellikle 2022’nin ortalarından itibaren “TÜİK enflasyonu”, “İTO enflasyonu” gibi kavramlar ortalığa yayıldı. 2022 başlarına kadar ikisi arasında istatistiki anlamda belirgin bir fark yoktu. Oysa 2022’de aralarındaki fark giderek açıldı. Eylül 2021’de “İTO enflasyonu” da “TÜİK enflasyonu” kadardı. 1 yıl sonra ise 22 puan daha yüksekti!

KapakDosya-9
Hayat pahalılığının geldiği son durumda esnafın pazar esprileri…

Program rasyonel mi?

Politika faizi başlangıçta zamana yayılarak ve ürkek denilebilecek adımlarla yükseltildi. Sonucunda seçim öncesi baskı altında tutulan döviz kuru patladı. Enflasyon yükseldi. Şunu iddia etmek mümkün ve akla yatkın: Politika faizi, daha önce ve daha hızlı yükseltilseydi ne kur seçimden sonraki 2 ayda o kadar sıçrar ne de enflasyon bu kadar yüksek olurdu.

Artık geldiğimiz noktada politika faizi ve ona paralel olarak mevduat ve kredi faizleri enflasyonla mücadele açısından makul düzeyde. MB rezervinde ise keskin bir artış gerçekleşti; rezerv sorunu çözüldü. Bütçe açığının korkulan düzeylere çıkması önlendi. Ancak hâlâ yüksek; deprem harcamaları dikkate alındığında, ileride düşürülmek koşuluyla kabul edilebilir bir düzey bu.

Sonuçlar

Enflasyon biraz düşse de hâlâ yüksek düzeyde. TL reel olarak değerleniyor -kur artışı enflasyonun oldukça altında. İhracatçının istemediği bir şey bu; özellikle verimlilik sorunu olan şirketler yurtdışında rekabet etmekte zorlanıyor. Diğer şirketler de gidişattan memnun değil.

Ekonomi daralma eğilimi gösteriyor çünkü. Bir önceki çeyreğe kıyasla ikinci çeyrekte ekonomi büyümedi; öncü göstergeler üçüncü çeyrekte ekonominin küçüldüğüne işaret ediyor. Dördüncü çeyreğin farklı olması için bir neden yok. Çalışanlar da zor durumda: Asgari ücret Türk-İş’in hesapladığı açlık sınırının altında. Çok sayıda emekli asgari ücretten daha az maaş alıyor.

Farklı bir ifadeyle, şikayetler artarken, programın en önemli hedefi olan düşük enflasyona ulaşmak için daha zamana ihtiyaç var. Bu zaman verilecek mi? Bu kadar şikayete yol açmadan ve daha erken enflasyon düşürülemez miydi? Bu sorular bizi programın eksiklerine getiriyor.

Eksiklikler

Yakın geçmişte yaşanan ani Bakan ve MB Başkanı değişiklikleri hafızalarda canlı; düşük faiz arzusu da. Bunlar, uygulanan programın sürdürülebilirliği hakkında soru işaretlerine yol açıyor. MB başkanının durup dururken görevden alınmasına izin veren cumhurbaşkanlığı kararnamesi değiştirilebilir ve MB yasasındaki bu tür değişiklikleri kısıtlayıcı maddeye atıf yapılabilirdi. Açıklanan istatistiklere güveni arttırmak için TÜİK’in kurumsal yapısı değiştirilebilirdi.

2001 krizinden sonra, yolsuzlukları en aza indirmek amacıyla yeni bir ihale yasası yapılmıştı. Sonradan çok sayıda değişikliğe uğradı o yasa. Yeniden güçlü bir yasa yapılabilirdi. Yükün adil dağılımı açısından yüksek gelir gruplarına ek vergi getirilebilirdi. “Nereden buldun?” yasası çıkarılabilirdi. Bütçe açığında önemli bir rol oynayan kamu özel işbirliği projeleri çerçevesinde, verilen gelir garantileri gözden geçirilebilirdi. Hiçbiri yapılmadı.

Bir de temel sorunlar var. Dışarıdan borçlanmaya mahkum olmak gibi. Hukuk sisteminin alarm veriyor olması gibi. Eğitimin kalitesi gibi. Hukuk sistemi dışında kalan sorunlar için temenni düzeyinde bazı sözler var ama somut bir adım yok henüz.

Mayıs 2001’de -krizin patlak vermesinden yaklaşık 3 ay sonra- “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adlı bir program başlatılmıştı. Bu program, sadece sıkı para ve bütçe politikalarına dayanmıyordu. Aynı zamanda hem bankacılık sektörüne ilişkin radikal adımlar atıldı hem de çok sayıda yapısal reform yapıldı. Ocak 2002’de yüzde 73 olan enflasyon sürekli düştü ve Şubat 2004’te tek haneye indi. 2004-2007 hep tek hanede kaldı. 2002-2007 döneminin ortalama büyüme oranı ise tarihsel ortalamanın oldukça üzerinde gerçekleşti: Yüzde 7.2. Demek ki sorunları çözmeye odaklanan içi dolu bir programla olabiliyor.

Şüphesiz dış koşullar da önemli. İsrail’in savaşı bölgeye yayma eğiliminin nasıl gelişeceği belli değil. Ham petrol ve doğal gaz fiyatları hâlâ 2023 ortalamalarının altında. Büyük Merkez Bankaları faiz düşürme sürecindeler. Kaldı ki dış koşullar ne olursa olsun, bizim işimizi doğru yapmamız gerekiyor. Artık Türkiye zaman kaybetmemeli. 2002-2007 döneminden ders almalıyız ve uygulanan programın eksikliklerini ivedilikle gidermeliyiz.