1995’ten bu yana, 28 yıl boyunca sokağa çıktılar. Gözaltında kaybedilen, kendilerinden bir daha haber alınamayan yakınlarının akıbetini sordular. Bu süre zarfında, kendi acıları yetmezmiş gibi kolluk kuvvetlerinin baskısına, gözaltılara maruz kaldılar. Yılmadılar. Çocuğu kaybedilmiş insan hiç yılar mı? Anayasal hakları için şimdi tekrar Galatasaray’dalar.
Kenan Evren ve 4 general, 12 Eylül 1980’de “bir tür içsavaşa son vermek için ülke yönetimine el koyduklarını” ilan ediyordu. Söylemedikleri, günde neredeyse 30 kişinin yaşamını yitirdiği çatışma ortamının darbeyi hazırlamak için kendileri tarafından körüklendiğiydi. Askerî darbe çok daha fazla kan dökecek, onbinlerce insanın yaşamını yitireceği bir başka çatışma sürecini başlatacaktı.
Her 12 Eylül’de, etkisi hâlâ süren askerî darbenin acı bilançosu açıklanır: İdam edilenler, öldürülenler, tutuklananlar, yakılan kitaplar… Bu bilançonun içinde gözaltında kayıplardan hiç sözedilmez nedense. Oysa hemen 12 Eylül günü başlamıştır gözaltında kayıp vakaları. Kars’ta gözaltına alınan devrimci genç Cemil Kırbayır’dan bir daha haber alınamamıştır. Annesi Berfo Kırbayır çok sonra gözaltında kayıplara karşı mücadelenin simgelerinden biri olacaktır…
İnsanların devlet görevlilerince (ya da devlete bağlı olarak çalışan/çalıştığını iddia eden paramiliter güçler tarafından) gözaltına alınmasından sonra varlıklarının inkar edilmesine veya akıbetlerinin açıklanmamasına, “gözaltında kaybetme” deniliyor uluslararası literatürde. Bu konuda tüm kaynaklar başlangıç noktası olarak Naziler’in ünlü “Gece ve Sis Kararnamesi’ne (Nacht und Nebel) atıfta bulunuyor. Hitler’in emriyle yayımlanan bu kararnameyle, binlerce muhalif ve Yahudi arkalarında hiçbir iz bırakılmadan yokedilmiş, kaybedilmişti.
Gözaltında kayıplar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya kamuoyunun gündemine, Latin Amerika diktatörlüklerinin 1970’li ve 80’li yıllardaki vahşetiyle geldi. Özellikle Arjantin’de yaşananlar dehşet vericiydi. 1976-82 arasında ülkeyi yöneten generaller yaklaşık 30 bin kişiyi “kaybetmişti.” Bu muhaliflerin bir bölümünün kargo uçaklarıyla okyanusa atıldığı çok sonra ortaya çıkacaktı.
Gözaltına alınan evlatlarından haber alamayan anneler, Arjantin’deki başkanlık sarayının bulunduğu Plaza de Mayo’da (Mayıs Meydanı) gösteri yapmaya başladılar. Beyaz başörtüleriyle her Perşembe günü meydana çıkan annelerin anlattıkları dehşet vericiydi. Plaza de Mayo anneleri sadece kayıp evlatlarını değil, onların bebeklerini de arıyorlardı. Yıllar sonra, kaybedilen muhaliflerin bebeklerinin, küçük çocuklarının cuntacılar tarafından evlatlık verildiği ortaya çıktı. Şili’den Guetamala’ya kadar diğer Latin Amerika diktatörleri de bu aşağılık yöntemi uyguladı; dünyanın başka diktatörleri de. Sri Lanka’dan Irak’a, Bosna’dan Çeçenistan’a kadar dünyanın birçok ülkesinde devletler tarafından siyasi ya da etnik nedenlerle onbinlerce insan kaybedildi.
Bu kadar yaygın yaşanan vahşet bir süre sonra uluslararası kurumların da gündemine girdi. Birleşmiş Milletler 2010’da “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”yi kabul etti. Türkiye’nin 13 yıldır imzalamadığı sözleşmenin ikinci maddesi gözaltında kayıp olaylarını şöyle tanımlıyor:
“Bu Sözleşme’nin amaçları açısından ‘zorla kaybedilme’ terimi, kişilerin, devlet adına görev yapan veya devletin yetkilendirmesi, desteği ve bilgisiyle hareket eden kişiler veya gruplar tarafından tutuklanması, gözaltına alınması, kaçırılması veya başka herhangi bir biçimde özgürlüklerinden yoksun bırakılması; ardından sözkonusu kişilerin kendi fiillerini reddetmeleri veya kaybolan kişinin nerede ve ne durumda olduğunu gizlemeleri ve sonuçta kayıp kişinin hukukun koruması dışında kalması durumunu anlatmak amacıyla kullanılır.”
İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) göre cumhuriyet döneminin ilk gözaltında kayıp vakası 1936’da yaşandı. Gözaltına alınan komünist işçi önderi Salih Bozışık’tan bir daha haber alınamadı. Kardeşi Mehmet Bozışık 90’lı yıllarda ilerlemiş yaşına rağmen diğer kayıp yakınlarıyla birlikte Galatasaray’da adalet arayacaktı. Edebiyatımızın en önemli isimlerinden Sabahattin Ali 1948’de güvenlik güçleri tarafından katledildi. Sabahattin Ali’nin akıbeti hâlâ bilinmiyor.
12 Eylül diktatörlüğü, bu yöntemi sistemli bir uygulamaya dönüştürdü. Hedefte özellikle sosyalistler vardı. Kars’ta Cemil Kırbayır ve Mahmut Kaya; Bingöl’de Hüseyin Morsümbül; Ankara’da Nurettin Öztürk; Yalova’da Zeki Altunbaş; İstanbul’da Hayrettin Eren, Nurettin Yedigöl, Süleyman Cihan, Mustafa Hayrullahoğlu ve Maksut Tepeli isimli gençler gözaltından bir daha çıkmadı.
Hayrettin Eren, benim kardeşim. Tam da bu yazının yazıldığı gün (21 Kasım 1980) gözaltına alındı. Onlarca tanığa rağmen hiç gözaltına alınmadı! Hâlâ aranıyor! Ağabeyimin kaybedilmesinden tam 2 yıl sonra, dönemin işkencehanesi Gayrettepe’deki Emniyet Müdürlüğü’ndeydim. Ben şubedeyken Mustafa Hayrullahoğlu işkencede öldürüldü. Cesedi yakınlarına verilmedi. Uluslararası baskılar sonucu Hayrullahoğlu’nun gömüldüğü mezar ailesine gösterildi. Ancak öldürülen Veysel Güney ve İlyas Has’ın bedenleri ailelerine teslim edilmedi, mezar yerleri açıklanmadı. Onlar da hâlâ kayıp!
12 Eylül işkencecilerinin yeniden başlattığı gözaltında kaybetme politikası “demokrasi”ye geçince çığrından çıktı. 80’lerin sonu ve 90’larda, kelimenin gerçek anlamıyla felaket yaşandı. Katliamlar; hiçbir zaman aydınlanmayan, cezalandırılmayan aydın, politikacı, gazeteci suikastları; Meclis raporlarına geçmiş binlerce faili meçhul cinayet ve gözaltında kaybolmalar… 1993, 1994 ve 1995 gözaltında kaybolma vakalarının en çok arttığı yıllar oldu. İHD’ye göre sadece 1994’te 500’ün üzerinde insan kaybedildi.
Türkiye tarihi, aynı zamanda katliamlar tarihi de. Yakın geçmişte, 1995 Mart’ında Gazi katliamı yaşandı. İstanbul’daki Gazi Mahallesi’nde başlayan ve başka semtlere de sıçrayan hadiseler sırasında 22 kişi katledildi. Bunun hemen ardından, 21 Mart 1995’te sosyalist genç Hasan Ocak gözaltına alındı; ancak hükümet yetkilileri Ocak’ın gözaltına alındığını inkar etti. Gözaltında kayıp vakalarının çok yaygınlaştığı günlerde haklı olarak endişelenen Ocak ailesi ve Hasan Ocak’ın arkadaşları, insan hakları savunucuları 55 gün boyunca büyük bir arayışa girdiler. Devlet yetkilileri ısrarla Ocak’ın gözaltına alınmadığını söylüyordu. Aile, 15 Mayıs 1995’te Hasan Ocak’ın Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldüğünü tespit etti. Cesedi, gözaltına alındıktan 5 gün sonra Beykoz Ormanı’nda köylüler tarafından farkedilmişti. Vücudunda işkence izleri, parmaklarında parmak izi alımında kullanılan mürekkepler vardı. Aynı günlerde yine gözaltına alınan Rıdvan Karakoç’un cesedi de Kimsesizler Mezarlığı’nda bulundu.
Bu hadiselerin ardından biraraya gelen kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları ilk defa 27 Mayıs 1995’te İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemi yaptı. Sessizdiler ve ellerinde yakınlarının fotoğrafları vardı. Eylem her cumartesi 12.00’de tekrarlanmaya başlandı. Sessiz oturmalarının ardından bir kaybın öyküsü anlatılıyor ve talepler sıralanıyordu:
• Gözaltında kayıplar son bulsun,
• Kaybedilenlerin akıbeti açıklanarak ailelerine teslim edilsin,
• Sorumlular yargılansın!
Sık sık şiddet görüp gözaltına alınsalar da bir süre sonra sayıları artmaya başladı. Ülkenin dört bir yanından kayıp yakınlarının Cumartesi günleri Galatasaray’a gelmeye başlaması, yaşanan felaketin büyüklüğünü gösteriyordu. Aydınların, sanatçıların desteğiyle Cumartesi Anneleri olarak anılmaya başlandılar. Arada hükümetler, Bakanlar değişiyor ama gözaltında kaybetmeyi inkar ısrarla sürüyordu; Cumartesi Anneleri’ne yönelik şiddet de…
1998 ortasında 170. hafta eyleminden itibaren şiddetin dozu arttı. İnsan hakları savunucuları ellerinde yakınlarının fotoğrafları ve karanfillerle Galatasaray’a ulaşmaya çalıştı. 30 hafta boyunca daha Galatasaray’a ulaşamadan yolda, hatta oturdukları kafelerde gözaltına alındılar. 200. haftada çoğu yaşlı olan annelerin daha çok eziyet çekmemesi için eylemlere ara verme kararı alındı; mücadelelerini diğer etkinlikler ve hukuki süreçlerle devam ettirdiler.
2008’de başlayan Ergenekon davasının sanıkları arasında gözaltında kaybetme olaylarının failleri de vardı. Kayıp yakınları bu kişilerin gözaltında kaybetme suçu nedeniyle yargılanmasını talep etti. Bu taleplerle 31 Ocak 2009’da yeniden Galatasaray’da toplanılmaya başlandı. Artık sadece İstanbul’da değil, Diyarbakır, Batman, Cizre, Urfa, İzmir ve Yüksekova’da da her cumartesi kayıp yakınları sokağa çıkmaya başladı.
“Failler belli, kayıplar nerede” diye başlayan oturma eylemlerindeki talepler şöyleydi:
• Devlet gözaltında kaybetme suçundaki sorumluluğunu kabul etsin.
• Gözaltında kaybedilenlerin akıbeti açıklansın; kalan parçalar ailelerine teslim edilsin.
• Gözaltında kaybetme suçunun fail ve sorumlularını koruyan “cezasızlandırma”ya son verilsin, adalet sağlansın.
• Gözaltında kaybetme fiilinin insanlığa karşı işlenen suç olarak düzenlenmesine, önlenmesine ve cezalandırılmasına yönelik yasal düzenlemeler yapılsın. Bir daha hiç kimse gözaltında kaybedilmesin.
• Türkiye, imzalamaktan kaçındığı, Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”yi imzalasın, onaylasın ve uygulasın.
2011’de seçim öncesi bir televizyon programında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi Anneleri’nin “kullanıldığını” söyleyecekti. Başbakan, gelen tepkiler üzerine 5 Şubat 2011’de Cumartesi Anneleri ile Dolmabahçe’deki ofisinde görüştü. Görüşme sonrasında 1980’de kaybedilen Cemil Kırbayır için, geniş yetkilerle donatılmış bir meclis araştırma komisyonu kuruldu. Komisyon, yaptığı araştırmaların sonucunda 31 yıl boyunca gözaltında kaybedildiği inkar edilen Cemil Kırbayır’ın işkenceyle öldürüldüğünü ve bedeninin yokedildiği gerçeğini meclis raporuyla belgeledi ve Kars Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Ancak siyasi konjonktürün değişmesi ile Adalet Bakanlığı 25 Şubat 2020 tarihinde Yargıtay’a başvurarak dosyada zamanaşımı bakımından “kanun yararına bozma” kararı verilmesini talep etti. 2021’de dosya zamanaşımına uğratıldı!
400., 500., 600. haftalarda eyleme büyük kamuoyu desteği vardı. 25 Ağustos 2018’deki 700. hafta için de büyük bir katılım bekleniyordu. Ancak dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun talimatıyla eylem yasaklandı. Oturma eyleminden 2 saat önce kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları büyük bir şiddetle gözaltına alındı. Gaz bombası ve plastik merminin kullanıldığı saldırıda çok sayıda kişi yaralandı. Gözaltına alınan 48 kayıp yakını ve insan hakları savunucusu hakkında 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten dava açıldı. Bu dava halen sürüyor.
700. haftadan itibaren Galatasaray’a girişleri engellenen kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları, eylemlerini İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nin bulunduğu sokakta sürdürdü. Covid 19 salgını nedeniyle bu dar sokaktaki eylemlere ara verildi ve açıklamalar sosyal medya üzerinden yapılmaya başlandı.
700. hafta yaşanan müdahale nedeniyle kayıp yakını Maside Ocak ile İHD İstanbul Şubesi Başkanı Gülseren Yoleri, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. AYM her iki başvuruda da hak ihlali kararı verdi ve her hafta sessizce yapılan eylemin yasaklanmasının Anayasa’ya aykırı olduğunu ilan etti. Bu kararın ardından insan hakları savunucuları, yeniden polis ablukası altındaki Galatasaray’da basın açıklaması yapmaya çalıştı. Her seferinde gözaltına alındılar. Haftalarca süren ısrarın ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya 9 Kasım 2023’te “Cumartesi Anneleri ile ilgili biz iyi niyetliyiz, onlar da zaten mağdur. Sayın Cumhurbaşkanımız da kabullerinde aynı şeyi söylemişti. O zamanki sözünden hareketle bu olayı suhuletle, en güzel şekilde çözeceğiz” dedi.
Cumartesi Anneleri 11 Kasım 2023’te “hafıza alanı” olarak tanımladıkları Galatasaray’a yeniden çıkmayı başardı. Artık her Cumartesi 12.00’de Galatasaray’da adalet için biraraya gelinecek.