Ara Güler ile Ozan Sağdıç, ünlü Hayat dergisinin iki kişilik ilk foto muhabiri kadrosunu teşkil eden iki elemandı. Türkiye’nin fotoğrafçılık alanındaki ilk dünyaya açılma girişiminde “Üç fotoğrafçıdan Türkiye” adıyla Paris’te, Roma’da ve Viyana’da ülkemizi temsil etmişlerdi. 1956’da başlayan iş arkadaşlığından zaman içinde yol arkadaşlığına, hatta ev arkadaşlığına varan kesintisiz bir dostluğun satır başları…
Basında üst üste “Ara Güler 90 Yaşında” yazıları çıkmaya başlayınca, bize de söz düşer diye, bu yazıya onun vefatından önce başlamıştım. Doğal olarak dergimizin bu sayısında zaten yayımlanacaktı. Uzun bir süredir sık sık diyalize giriyor olması bizi fazlaca üzmekteydi. On-on beş gün önce sevgili dost Coşkun Aral’ın “Ayaklarında kan deveranı sıfır, bir ayağını kesecekler, kendisinin haberi yok” diye haber vermesi, hepimizi kederlendirmişti.
Ancak bu yazı bir matem yazısı olmayacak. Yaşamı hakkında pek çok bilgi var. Bunlar yinelenip duruyor. Ben buna pek değinmeyeceğim. Basmakalıp nutuk söylemlerinden kaçınmaya çalışacağım. Niyetim, kadim bir dostluğun öyküsünü barındıran hatıraları, duygusallığa kapılmadan yazmak. Onu hâlâ aramızda ve yaşayan bir insan olarak anmak ve anlatabilmek arzusundayım.
Ara Güler ile birebir tanışıklığımızın başlangıcı 1956’dır. Hayat dergisinin çıkış tarihi 6 Nisan 1956. O tarihi esas alıyoruz. Hayat‘ın ilk iki foto muhabirinden biri o, biri bendim. Ben o tarihte 22 yaşındaydım, Ara ise 28. Demek ki kesintisiz süregelen dostluğumuzun yaşı da 62’yi bulmuştu.
Lise öğrencisi olduğum 50’li yıllarının başında Habib Edip Törehan’ın sahibi olduğu mavi başlıklarla çıkan bir Yeni İstanbul gazetesi vardı. Zamanındaki diğer gazetelere göre eli yüzü düzgün, kültüre, sanata daha çok önem veren, yenilikçi bir gazete görünümündeydi. O gazete bir öykü yarışması açmıştı. Yayınlanan öykülerden biri de Ara Güler imzasını taşıyordu. Sanırım mansiyon almıştı. O öykü dikkatimi çekti. Bundan başka aynı gazetede bazı yazarların röportajlarına eşlik eden kimi fotoğraflarda da onun imzasına rastlıyordum. Bir de Yapı Kredi Bankası’nın bir kültür hizmeti olarak 1952’den itibaren ayda bir çıkan bir Resimli Hayat dergisi vardı. Bu mecmua, yaygın olarak bilinen Hayat dergisinin anası olmakla birlikte, ondan farklıydı. Ülkemiz henüz daha çağdaş matbaacılık teknikleriyle tanışmadan önce, yazıları kurşun harflerle dizilen, fotoğraf ve diğer şekilleri çinko klişelerle basılan ve adına “tipo” denilen baskı tekniğiyle çıkarılan bir dergiydi. Orada da, Nezihe Araz, Müşerref Hekimoğlu gibi kimi hanım yazarlarının röportajlarına eşlik eden fotoğraflarını görmüştüm.
1956’da yeni çıkarılacak derginin yayınlanmasından iki ay kadar önce, tasarlanan derginin “Neşriyat Müdürü” olacak Hikmet Feridun Es bana foto muhabirliği teklif etti. Odasının bulunduğu merdiven başında ilk kez Ara Güler’i görmüştüm. Pencerenin dibinde, o zamanlar oldukça genç bir kadın olan Nezihe Araz beline antika bir gümüş kemer takmıştı. Ara Güler de beldeki kemerin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Beş-altı dakika kadar onları seyrettim. Tabii, o sırada tanışmadığımız için hiç konuşmadık. Yalnız bu manzara bir anı olarak belleğime yerleşmiş, ona ait ilk görüntüydü.
Haftalık Hayat dergisi çıkmaya başlayınca, beni de “Babıali tecrübesi olmayan” taze bir foto muhabiri olarak kadroya aldılar. Derginin idarehanesinde “yazıişleri” dedikleri, yazarların, ressamların ve düzeltmenlerin topluca bulundukları çok büyük bir salon vardı. Oraya adım attığımda Ara Güler masaların birinde oturuyordu. Bana “Yeni bir fotoğrafçı arkadaş almışlar, o sen misin?” diye sordu. Sonra da “Otur bakalım, hoş geldin” dedi. Yandaki sandalyeye oturdum. İlk tanışma sohbetimizi yaptık.
Artık ortak çalışmalarımız başlamıştı. Uzunca bir süre de öyle sürdü. Bize verilen rutin görevleri gereğince yerine getiriyorduk. Genellikle röportaj yapmak, derginin kadrosundaki bir yazarın işiydi. Biz onlara yardımcı eleman gibiydik. Arada bir kendi başımıza yaptığımız işler de olurdu; ya da çektiğimiz tek fotoğraflardan tekliflerimiz de. Kendi filmimizi kendimiz alırdık. Döviz darlığı yüzünden o da karaborsaya düşmüştü; normal fiyatının en az dört kat fazlasına satılır olmuştu. Ama sesimizi çıkarmıyorduk. Çünkü çektiğimiz fotoğrafların negatifleri kendi arşivlerimizin malı oluyordu.
Yazı işleri salonunun dip köşesinde tifdruk matbaasını kuran Alman ekibin hazırladığı oldukça iyi donanımlı bir karanlık odamız vardı. Orası daha çok benim kullandığım bir laboratuvardı. Ara, kendi filmlerini genellikle kendi karanlık odasında yıkamayı tercih ediyordu. İlk karanlık odası da, babası Dacat Bey’in Hacopulo pasajındaki eczanesinin üst katındaydı. Buradaki sıra mağazaların üzerlerinde genellikle depo olarak kullanılan tonoz çatılı, alçak tavanlı, çatı arası gibi katlar vardı. İşte orada küçük bir bölüm kontrplak bölmeyle kapatılmış ve basit bir karanlık oda yaratılmıştı. O karanlık odada birkaç kez ben de film yıkadığımı anımsarım.
Bilenler bilir ki, sözünü ettiğim pasaj ile onun Tosbağa Sokak 10 numaradaki baba evi arasındaki mesafe iki adımlıktır. Ve burası İstanbul’un en aktif merkezi olan Galatasaray’dır. Bu avantajı Ara Güler’i çok şanslı kılan başlıca öğelerden biri sayarım. Babıali’ye bir tramvay uzaklığında; bütün sanatçı, gazeteci, sözü sohbeti yerinde ne kadar dost çevresinden insan varsa, ulaşılması kolay bir adres. Beyoğlu namına tanıdığımız İstiklâl Caddesi’nin tam göbeği. Sinemalar, tiyatrolar, zaten sayısı üç beş olan bütün sanat galerileri, yabancı dergi ve kitapların satıldığı bir iki kitapevi de burada. Amerikan Haberler Merkezi ve kütüphanesi ile Alman ve Fransız Kültür Merkezleri, cümlesi buraya yığışmış. Dostlarla gece yarılarına kadar sohbet mekanları, Çiçek Pasajı, Cumhuriyet Meyhanesi, Nevizade’nin anası olan Balıkpazarı sokağı, Rejans vesaire… Şairler, yazarlar, ressamlar, tüm sanatçılar ve onların sanatı üzerine ahkâm kesenlerin hepsi, yalnız İstanbul’un değil, neredeyse tüm Türkiye’nin efkâr-ı umumiyesi burnunun dibinde. O kısır sayılabilecek yoksunluk yıllarında böylesine zengin bir entelektüel ortama takılmamak neredeyse olanaksız.
Ben, bir adamın yetişmesi için bunca zenginlik içinde yoğurulmasına “düşeş” derim. Ara Güler bu bakımdan şanslı adamdı. Onun adını duyurduğu yıllar, şiirimizin Garipçilerle, Birinci Yeni’den İkinci Yeni’ye evrilen yılları. Aynı zamanda Sait Faik, Orhan Kemal, Orhan Hançerlioğlu gibi öykücülerle al takke ver külah. Neredeyse cümlesi dost çevresi. Varlık ve Yeditepe dergileri zirvede. Daha sonraki Yeni Dergi, Papirüs gibiler yolda. Arkadaş mekanlarında ve özellikle meyhane sohbetlerinde bütün bu cin fikir insanların arasında, onların her türlü şakasına tahammüllü. Sempatik yanıtları ile insanları güldüren bir tip. O yüzden dostu çok.
Tosbağa Sokak’taki babadan kalma apartman ikiz apartman gibiydi. Sanki dörder katlı iki küçük apartman birbirine yapıştırılmış gibiydi. Benim sözünü ettiğim o yıllarda, en altta abajur imalâtı ve satışı yapan bir mağaza vardı. Daha sonra, şimdi Ara-Kafe olarak bilinen o mağaza kısmı satılmış. Ara’nın babası ve annesiyle kaldığı daire, mağazanın hemen üzerindeki daireydi. Daireye girince, bir ayrıntı da, sağdaki iki oda kapısının tam ortasında aşırı büyüklükte bir Atatürk resminin göze çarpmasıydı. Bu Prof. Arthur Kampf’ın yaptığı ve Türk Hava Kurumu’na bağış yapanlara verilen iki Atatürk resminden en büyük boyutlu olanların bir tanesiydi. Pencereden bakınca, önündeki kısacık sokak aralığından Galatasaray Lisesi’nin giriş kapısı görünüyordu.
Ara’nın odası evin cephe tarafında, giriş kapısının hemen yanındaki küçük odaydı. Bir divan üzerinde yatağı, küçük bir masa ve kitaplarla, kutularla dolu raflar. Bu daracık yerde oturur, sohbet ederdik. Kimi zaman, örneğin Selâhattin Giz gibi bir konuk daha olurdu. Kimimiz divanda, kimimiz sandalyelerde, yine de sığışırdık. Çoğu zaman Dacat Bey ve arkadaşları salondaki yemek masasını oyun masasına çevirirler; bezik mi, briç mi, bir kâğıt oyununa dalmış olurlardı. Biz eve sayısız kere girip çıkardık. Onlar başlarını kaldırıp bize bakmazlardı. Biz de onlara merhaba bile demezdik, ayrı havalardaydık.
1957 yazıydı. Benim Laleli’de biri ressam biri şair iki öğretmenle paylaştığımız odamızı dağıtmak zorunda kalmıştık. Çünkü aile durumundan eşleri de İstanbul’a atanabilmişlerdi. Ben tek başıma o odayı tutamazdım. Ara’nın babası ile annesi de o sırada Yakacık’ta bir yazlığa gitmişlerdi. Bir çözüm buluncaya kadar bir süre onların odasında kalmıştım.
Ara’nın annesi Verjin Hanım, evin içinde mevcudiyetini pek hissettirmezdi. Kimi ihtiyaçlarını görmek üzere Balıkpazarı’na alışverişe giderken “Bir şey istiyor musunuz?” diye sorduğu olurdu. Ara’nın “Şütte’den bızdık sosis al” gibi bir siparişinden ben de onun dilindeki bızdık sosisin küçük kokteyl sosisleri olduğunu öğrenmiştim sözgelişi. Ara, eline geçen parayı harcayıp bitirdiği zaman kredi bankası Verjin Hanım’dı. “Mami, benim param yok” demesi yeterdi. Madam Verjin biraz şikayetlense de bulup buluşturup eline liracıkları sıkıştırırdı. Bu yüzden Ara pek para sıkıntısı çekmezdi.
Fırsat buldukça beraberce fotoğraflar çekmek üzere İstanbul’un kenar mahallelerini dolaşırdık. Zeyrek, Balat, ille de Kumkapı, vesaire… Fotoğraf avına çıkardık yani. Bir gün Ortaköy’deyiz. Tramvay caddesinden limana çıkan caddenin yan sokağının en başındaki eski bir ev yıkılıyor. Köşesinde minnacık zarif bir cumbası var. Belli ki yıkımdan sonra yerine bir apartman dikilecek. Yıkım faaliyetini çekmeye başladık. Yanımızda bir adam belirdi. Müteahhit filân olmalıydı. Bize “Niye çekiyorsunuz?” diye sordu. Ara, cumbayı gösterdi. Biraz da espri olsun diye “Onu çekiyoruz, eski eserdir, yıkılmaması gerek” dedi. Adam bizi belediye görevlisi mi zannetti, nedir, “Ben o cumbayı aynen yine yapacağım zaten” dedi. “Vallaha mı? “Vallaha!” “İyi öyleyse” deyip ayrıldık. İnanmayan bugün gidip baksın: Galiba sokağın adı Salhane sokağı olacak. Koskocaman apartmanın ikinci ya da üçüncü katında kelebek konmuş gibi minnacık bir cumbacık yapıştırılmış gibi duruyorhalen. Ara’nın espri olsun diye söylediği bir lafın eseridir o.
Arkadaşımız Gültekin Çizgen’in o zamanki eşi Engin (Özendes) ile birlikte çıkardıkları Yeni Fotoğraf dergisi sahrada çiçek yetiştirmek gibi müthiş bir cesaret işiydi. O günlerden hatıra bir fotoğraf… Düzenleme bana aitti ve benim Hasselblad’ımla çekilmişti, değerli bir anıdır. Ben elimde kitap, teorisyen rolündeyim, Mustafa Türkyılmaz hassas terazisiyle karanlık oda kimyageri, Gültekin şemsiyesiyle ışığı, Ara Güler dikkatle pozu ayarlayan ve Şemsi Güner deklanşöre basan adam.
Aslında Ara’nın en büyük şansı, müthiş bir kadınla beraberliğidir: Perihan Kuturman. Şimdi Yunanistan Konsolosluğu olan Şişmanoğlu Konağı, bir zamanlar Amerikan Haberler Bürosu ve Amerikan Kütüphanesi idi. Orada çalışırdı. İngilizcesi mükemmel, zeki ve arı gibi çalışkan bir hanım. Ara’nın elindeki fotoğrafları alır, bazen tek bir fotoğrafa bir altyazı yazarak, bazen de bir grup fotoğrafı konu haline getirip röportaj olarak dünyanın en ünlü dergilerine postalardı.
Fotoğraflar güzel, hikâyeler tatlı. Ara beyimiz Amerika’da Life’ın. Fransa’da Paris-Match’ın, Almanya’da Stern’in Türkiye temsilcisi oluvermez de ne olur? Birkaç dergide adı görülünce, uluslararası şöhret yolu sarmal halinde kendi kendini büyüten bir kariyere dönüşmeye başlamıştı zaten. Derken, ABD’in 200. kuruluş yıldönümü gelip çatıvermez mi? O tantanalı günlerde, ünlü Amerikalıların fotoğraflarından bir sergi Birleşik Devletleri yönetenlerin gururunu okşamaz mı? Perihan Hanım böyle bir işi kotarmakta hünerini göstermez mi? Bu tür bir projenin gerçekleştirilmesi gerçekten çok büyük ve onurlu bir işti. Evelallah Ara bu işten yüzünün akıyla çıktı. Ve tabii ününe ün katarak. O zaman ürettiğim bir söz vardı. Demiştim ki: “Ara Güler markasının ilk harfi Ara’dır, kalan kısmı Perihan Hanım’dır”. Gültekin Çizgen bu lafı pek beğendi, hâlâ kullanır durur.
Bir ara Dacat Bey’in apartmanında çatı katı boşalmıştı. Babası rahatça çalışsın diye oğluna vermişti. İlk halinde arka tarafa bakan, bir metre eninde üç metre boyunda odacık gibi bir boşluk vardı. Portatif karyolamı oraya yerleştirdim, üzerine şiltemi serdim. Yatağa kapıdan ayak ucundan balıklama girilebiliyordu. Sekiz-dokuz ay Ara’nın misafir arkadaşı olarak orasını mekân edindim.
Bu çatı katında büyücek bir oda vardı. İlk iş olarak orasını karanlık oda yapmaya karar vermiştik. Dergideki karanlık odanın bir benzerini yapacaktık. Duvarlar toz tutmasın ve kesin karanlık sağlansın diye siyaha yakın bir renkte yağlı boya ile boyanacaktı. Ama önce duvarların sıvasını kazımak ve alçılayarak düzgün yüzeyler elde etmek işi vardı. Balıkpazarı sokağının en dibinde bir nalbur vardı. Ondan iki spatül ve kalın zımpara kağıtları aldık. O bir yandan ben bir yandan işe daldık. Bir saate yakın kesintisiz çalıştık. Ölesiye yorulmuş ve tonla kireç tozu yutmuştuk. Nefes nefese olduğumuz yere çöküp kalmıştık. Birbirimizin yüzümüze baktık, suratlarımız un çuvalına girip çıkmış gibi bembeyaz olmuştu. Gülme krizine tutulduk. Ara, “Ulan, bu bizim yiyebileceğiz bir b.. değil” dedi. “Hadi o zaman” dedim, “bir usta çağıralım”.
Karanlık oda çok güzel oldu. Kodachrom filmin banyosu yurtdışında yapılıyordu. Hem külfetli hem de pahalıydı. Ektachrome o yıllarda bir yenilikti. “Kit” halindeki hazır banyolar ile ilk Ektachrom’larımızı orada kendimiz banyo ediyorduk. Ara, Leica Focomat 2C bir agrandizör edinmişti. Mükemmel baskılar yapabiliyorduk. O çatı katının iki katlı olarak genişletilmesi çok daha sonralarına ait bir olaydır.
Ara nüktedan bir adamdı. İyi bir öykü kurucuydu. Başından geçen bir olayı anlatırken beğenilen bir yer olursa, bir dahaki anlatışında o noktayı biraz abartarak anlatırdı. Bir gün o, Perihan Hanım ve ben birlikte oturuyorduk. Başından geçen bir olayı anlatıyordu. İki-üç cümleden birinde “Ölüyordum ulan” demekteydi. Perihan Hanım “Amaan Ozan” dedi, “bilmez misin, Ara İstiklâl Caddesi’nden bir geçse üç kere ölüm tehlikesi atlatır”. Ara da “Ne yani” dedi, “İstiklâl caddesinde ölüm tehlikesi yok mu? Başına tabela ya da kiremit düşer ölürsün, tramvay altında kalır ölürsün ulan, ne bileyim…”
Şemsi Güner Hayat’ın illüstasyon ve başlık ressamı idi. İkimizden özenip fotoğrafa başladı. Ve çok çok iyi bir fotoğrafçı oldu. O da bir başka matrak adamdı. Ara’nın abartıcılığı üzerine müthiş fanteziler kurar, öyküler uydururdu. Bunları Ara’nın da birlikte olduğu sohbetlerde ortaya dökerdi. Ara bunlara hiç kızmazdı, birlikte gülüşürdük.
Ben Ankara’ya taşındıktan sonra da ikide bir İstanbul’a gelirdim. Muhabbet berdevam. O Ankara’ya geldiğinde ya beni ya da Fikret Otyam’ı arardı. Ara’nın ilk sergisi, üçlü bir sergi idi. Diğer iki ortağından biri bendim, biri de Fikret Otyam’dı. “Üç fotoğrafçıdan Türkiye” adıyla Paris’te Ara Güler, Roma’da Fikret Otyam, Viyana’da da ben başlarında bulunmuştuk. Bu aynı zamanda Türk devletinin fotoğrafçılık adına dış dünyaya açılan ilk girişimi, ilk penceresiydi.
Üç Horon kilisesindeki veda töreninde Episkopos Sahak Maşalyan, Ara’yı çok güzel betimleyen bir konuşma yaptı. İşin özeti Ara hem Ermeniydi hem Türk; hem Hıristiyandı hem Müslüman; hem has bir İstanbulluydu, hem dünya vatandaşı. Yerelden çıkıp evrensel olmayı başarabilmişti. Hayırlı işler yaptığına göre inançlıydı da.
Son olarak diyeceğim şu: Onu alçakgönüllü diye tanımlamak pek doğru olmaz. Aksine kendisini ve değerini bilen, yüce gönüllü biriydi demek daha doğru olur. Herkes konuşurken “Anlatabildim mi?” diye karşısındakinden tasdik beklerken, o sürekli “Anladın mı?” diye sorardı. Bizim dostluğumuzda anlatılacak daha çok şey var, çoğu torbada kaldı. Ben burada kesip, okuyucularıma can dostum Ara gibi, “Anladın mı?” demeyeceğim, anlatabildim mi bilmem?