1960’lı yılların sonundan itibaren beklenmeye başlanan yeni askerî darbe, 12 Mart 1971’de “muhtıra” şeklinde geldi. Ancak ülkeye huzur getirme amacıyla yapılan darbe, huzur getirmek bir tarafa, ülkeyi 1970’li yıllar boyunca sürecek bir kargaşanın ve binlerce insanın canına mâlolacak bir çatışma ortamına soktu.

Türkiye 1970 yılına gelindiğinde toplumsal huzursuzluk ve siyasi çalkantı içindeyken, ordu içinde de artık alışıldığı üzere darbe yapılması gerektiğini düşünen çeşitli gruplar vardı. 1970’de kuvvet komutanlarının Başbakan ve Adalet Partisi (AP) lideri Süleyman Demirel’e uyarılarla dolu bir mektup yollaması darbe olacağı beklentilerini arttırmıştı.
Başbakan, kendisine çeşitli kanallarla telkin edilen “istifa et” baskısına da direniyor, güvensizlik oyu almadan hükümetten çekilmelerinin sözkonusu olmayacağını söylüyordu. Ancak 12 Mart 1971’de ordunun muhtırası geldi. Başbakan Demirel, muhtıranın hem Anayasa’ya hem hukuk devletine aykırı olduğunu söylese de istifasını verdi. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, askerin görevini yaptığını düşünüyordu.
Darbenin ilk anlarında darbecilerin hangi gruptan olduğu anlaşılamamıştı. 1960’lardan itibaren yükselişe geçen sol hareketin içinde de darbe beklentisinde olan ve Türkiye gibi ülkelerde devrimin ancak ordu eliyle yapılabileceğini savunan gruplar vardı. Nitekim ordu içinde de bu yönde inisiyatifler olmuş, hatta 9 Mart 1971 tarihi seçilmiş, fakat son anda Hava ve Kara Kuvvetleri Komutanları, Muhsin Batur ile Faruk Gürler’in çekilmeleri üzerine darbe teşebbüsünden vazgeçilmişti. Üç gün sonra, ordunun ana gövdesi duruma hakim olmak için muhtıra verdi. Sol gruplar 12 Mart darbesinin ilk anlarında darbeyi sol darbe sanıp destekledi ama darbecilerin ilk işi, solcu subayları tasfiye etmek oldu.

Anti-demokratik baskı dönemi
12 Mart Muhtırası’yla Başbakan Demirel (altta) istifa etmek zorunda bırakılmış, ilan edilen sıkıyönetimle birlikte geniş çaplı bir tutuklama dalgası yaşanmıştı.
26 Mart’ta CHP Milletvekili Nihat Erim başkanlığındaki yeni hükümet açıklandı. 25 kişilik kabinenin 14’ü dışarıdan atanan bakanlardan oluşuyordu, 11 milletvekilinden beşi AP’li, üçü CHP’li, biri ise MGP’li (Milli Güven Partisi) idi.
Ordunun müdahalesi ülkeye huzur getirmiş sayılmazdı. Silahlı mücadeleyi benimseyen sol örgütler eylemlerine devam ediyordu. 26 Nisan 1971’de darbeciler 11 kentte sıkıyönetim ilan etti ve geniş çaplı tutuklamalar başladı.

İsrail İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un, 17 Mayıs’ta Mahir Çayan liderliğindeki THKP-C militanları tarafından kaçırılması ve 23 Mayıs’ta öldürülmesi sola yönelik baskıları arttırdı. Tüm Türkiye’de bir tutuklama dalgası yaşanıyordu. Silahlı guruplarla ilgisi olmayan sol görüşlü gazeteciler, yazarlar, sendikacılar ve öğretim üyelerine yönelik bir cadı avı ve tutuklama dalgası başladı.



Bu arada hükümet yaşananları bahane ederek 1961 Anayasası’nın özgürlükçü maddelerini budamaya girişti. 20 Eylül 1971’de yapılan değişiklikler de temel hak ve özgürlüklere kısıtlamalar getirdi. Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildi.
12 Mart rejimi, 14 Ekim 1973 seçimlerinden sonra resmen sona erse de, 1970’li yıllarda Türkiye’nin yaşadığı siyasal çalkantıların ve binlerce cana mal olan çatışmaların zeminini hazırlamıştır.