1876’da başlayan parlamenter tarihimizin ilk 70 yılında yaşanan müdahalelerin çoğunluğu, toplumun yanında yer alan, hatta bazıları sivil toplumun da katılımıyla yapılan, siyasal-toplumsal tarihimiz açısından olumlu sonuçlar doğuran girişimlerdi. Son 70 yılda ise, demokratik olarak işbaşına gelmiş, halkın önemli bir kesiminin desteklediği hükümetlere karşı yapılmış ve olumsuz sonuçlar doğuran girişimlere tanık olduk.

Bir bütün olarak silahlı kuvvetlerin olsun ya da bazı subayların emir-komuta zincirine aykırı biçimde kalkışmaları olsun, askerlerin siyasal yaşamımıza müdahaleleri uzun bir tarih öyküsü oluşturuyor. Nitekim, geçen Temmuz ortasında tanık olduğumuz darbe girişimini, ilginç bir raslantı sonucunda, yakınçağ tarihimizdeki ilk darbenin 140. yılında yaşadık. Bilindiği gibi Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876’da gerçekleştirilen bir darbeyle tahttan indirilmişti.
Ancak, bu 140 yıl boyunca saptadığımız darbe, darbe girişimi, isyan ya da muhtıra gibi gelişmelere yakından baktığımızda, 1912’de Halâskâr Zâbitân grubunun verdiği muhtırayı saymazsak, ilginç bir başka tesadüf eseri daha karşımıza çıkıyor. Bu da, 1876’dan 1946’ya kadarki ilk 70 yılda rastladığımız müdahalelerin, toplumun yanında yer alan, hatta bazıları sivil toplumun da katılımıyla yapılan ve siyasal-toplumsal tarihimiz açısından olumlu sonuçlar doğuran girişimler olduğu, son 70 yıldır tanık olduğumuz müdahalelerin ise demokratik olarak işbaşına gelmiş, yani toplumun önemli bir kesiminin desteklediği hükümetlere karşı yapılmış ve olumsuz sonuçlar doğuran girişimler olduğudur.
15 Temmuz akşamı yaşadığımız darbe girişiminde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ezici çoğunluğu anayasal düzenden yana davrandı. Yani kurulu düzene, toplumun büyük bir çoğunluğunun verdiği oylarla oluşmuş olan iktidara bağlı kaldı. Böylece hem Türkiye karanlık bir geleceğe sürüklenmekten kurtuldu, hem de iyi yönetildiği takdirde ülkenin demokrasi yolunda yararlanabileceği bir durum ortaya çıktı. Buna benzer öyküleri, tarihimizde daha önceleri de görmüştük. Nitekim, 140 yıllık parlamenter tarihimizin ilk 70 yılında, silahlı kuvvetlerin önemli bir bölümünün toplumun çoğunluğuyla aynı yönde davrandığını ve toplumun yararına sonuçlar doğuran bir dizi eyleme katıldığını biliyoruz.
1876: Millet olmaya doğru
30 Mayıs 1876’da gerçekleşen ve Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan darbe, aynı yılın Aralık ayında ilk anayasamızın ilânını, ertesi yılın Mart ayında da ilk meclisimizin açılmasını sağladı. Darbeyi gerçekleştiren, paşalar ve Mekteb-i Harbiye öğrencileriydi. Ancak, arkalarında çok güçlü bir kamuoyu vardı. Bir yanda 1875’te gerçekleşen iflâs ve arkasından Bosna-Hersek’te başlayıp Tuna Vilâyeti’ne (Kuzey Bulgaristan) kadar yayılan ayaklanmalar, diğer yanda da Batı Avrupa’nın bu nedenlerden ötürü Osmanlı Devleti’ne karşı sert çıkışları, iktisadi hayatı felce uğratmıştı. İstanbul’un esnafından medrese öğrencilerine kadar her kesimden insan, memnuniyetsizliğini dile getiriyor ve sorunlara çözüm istiyordu. Daha sonraki gelişmelerden de anlaşıldığı kadarıyla, anayasa ve parlamento gibi yeniliklere hiç sıcak bakmayan birçok Bâb-ı Âlî paşasının Meşrutiyet’e geçişe ses çıkarmayışının nedeni de, bu kamuoyu baskısıydı.
Böylece, Osmanlı tebası olan bireyler, artık Osmanlı yurttaşı oluyorlardı, çünkü açılan Meclis-i Mebusan’daki temsilcileri kanalıyla, kendilerini yönetecek olan kanunların yapılmasına katılacaklardı. Toplum, temsili rejim yoluyla millet olma yoluna girmişti. Meclis-i Mebusan üyeleri de üstlerine düşen görevi liyakatla yaptılar. Saray’ı ve bakanları birçok konuda eleştirerek, denetleme işlevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Bazı değişikliklerle de olsa, 1908 seçimlerinde kullanacağımız Seçim Kanunu’nu hazırladılar. Milletvekillerinden bazıları bu kanun hazırlanırken genel oy hakkının kabulünü istemişlerdi. Bu olmadı gerçi; ama hazırladıkları kanunda öngörülen bir şey de, ancak 70 yıl sonra, 1946’da uygulamaya koyabildiğimiz tek dereceli seçim ilkesi, yani seçmenlerin doğrudan doğruya milletvekillerini seçmeleriydi. Sultan II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’e son vermesinin nedenlerinden biri de buydu hiç kuşkusuz.

1908-1909: Hâkimiyet milletindir
23 Temmuz 1908’de Makedonya’nın birçok şehir ve kasabasında Meşrutiyet’i ilân eden kalabalıklar, asker ve sivil devlet memurlarıyla halktan oluşuyordu. Bu kalabalıkları harekete geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti de, sanıldığı gibi subaylardan oluşan bir örgüt değil, içinde çok sayıda subayın da bulunduğu, ama çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu bir örgüttü. Nitekim Cemiyet’in genel merkezinde de siviller hep ezici bir çoğunlukta olmuştur. 1908 sonbaharında kurulan ve askerlerin en çok temsil edildiği genel merkezde bile siviller beşe dört çoğunluktaydı. Toplum ise, rejim değişikliğini duyar duymaz, imparatorluğun her yerinde meydanları ve sokakları doldurdu. Kimileri özgürlükleri kutlayan, kimileri de Osmanlı yönetimine artık adaletin hakim olmasını isteyen sloganlar atıyordu. Aynı toplum, Bursa ve Konya’da eski düzenin çıkarcı ve düzenbaz adamlarını vilayetlerinden kovdurmuş, Trabzonlular ise İçişleri Bakanlığı’na valilerini azlettirmişlerdi.

Meclis-i Mebusan, 17 Aralık 1908’de açılır açılmaz Anayasa’yı tepeden tırnağa değiştirmeye koyuldu. 1909’un Nisan başlarında hazır olan Anayasa değişiklikleri, devlet yönetiminde son sözü söyleme hakkını Meclis-i Mebusan’a veriyordu. 13 Nisan’da başlayan ve eski takvime göre “31 Mart Hadisesi” diye adlandırdığımız kalkışma da, “hâkimiyet-i milliye” ilkesine karşı olan, yani koşulsuz parlamento üstünlüğünü istemeyen muhalefetin kışkırtmalarıyla başladı. Bu kalkışmaya silah zoruyla son veren Hareket Ordusu ise, ilginç bir biçimde, 23 Temmuz 1908’in tekrarı gibi bir oluşumdu: hem askerlerden, hem de Meşrutiyet’i korumaya azmetmiş, gönüllü sivillerden meydana gelmişti. Yirmi bir maddesi değişen, bir maddesi atılan ve üç yeni maddesi olan Anayasa, sonuçta Ağustos ayında yürürlüğe girdi. Ülkeyi bundan böyle seçilmişler yönetecekti.

1912-1913: Bâb-ı Âlî paşalarının sonu
İttihatçılar, Meclis’teki muhalefeti mümkün olduğu kadar azaltabilmek için, Nisan 1912 seçimleri (Sopalı Seçimler) sırasında muhalif milletvekili adaylarının dövülmesi gibi bir dizi şiddet olayı da dahil olmak üzere, türlü hileler yapmışlardı. Bu nedenle muhalefet, seçimlerin ve tabii Meclis-i Mebusan’ın meşruluğunu sorgular oldu. Öte yandan, birçok seçim çevresinde alınan sonuçlar da, seçmen kitlesinin büyük bir çoğunluğunun İttihat ve Terakki yanlısı olduğunu ortaya koymuştu. Yani, kanunsuz yollara başvurmuş olmasalar da seçimleri İttihatçılar kazanacaktı. Bu tespit ise İttihatçılara, yaptıkları tüm uygunsuzluklara karşın seçmenlerin gözünde itibarlı olduklarını gösteriyor, dolayısıyla da herhangi bir meşruluk sorunları olmadığı fikrini aşılıyordu.
Meclis-i Mebusan’ı kaybeden, seçmenlerin de kendilerini desteklemediğini gören muhalefet, seçim hilelerini de bahane ederek, gene kanun dışı çareler aramaya başladı. “Halâskâr Zâbitân” (Zâbitân-ı Halâskârân, veya kısaca Halâskârân = kurtarıcı subaylar) adı verilen bir grup subay, Rumeli’de dağa çıktı ve İstanbul’da bir dizi karışıklık çıkardı. Gazetelerde yayınlanan sert bildirileri ve Askerî Şûrâ’ya verdikleri muhtıra, İttihat ve Terakki’nin desteklediği Sait Paşa Kabinesi’nin istifasına yol açtı. Bunun üzerine, 21 Temmuz 1912’de Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın başbakanlığındaki kabineyle başlayan Bâb-ı Âlî paşaları iktidarı, Meclis-i Mebusan’ın 5 Ağustos 1912’de Padişah iradesiyle dağıtılmasıyla birlikte eski usûl bir Bâb-ı Âlî diktatörlüğüne dönüştü.
Kâmil Paşa’nın 29 Ekim 1912’de başbakan olmasından sonra ise, Meşrutiyet’in tehlikede olduğunu gösteren bir süreç başladı. Bu dönemde Balkan Savaşı başladığından, seçim yapılamıyordu. Gerçi savaş sırasında seçim yapılmaması Anayasa’ya uygundu. Ancak, hükümetin İttihat ve Terakki’nin sindirilmesine yönelik baskılarının artması, bu durumun kalıcı olma olasılığını arttırıyordu. Böylece İttihatçılar, Edirne’nin Bulgarların eline geçme olasılığını bahane ederek, Bâb-ı Âlî Baskını’nı (23 Ocak 1913) gerçekleştirdiler.
Bu darbe, İttihatçıları tam anlamıyla iktidar yapmamıştı. Ama başbakanlığını destekledikleri Mahmut Şevket Paşa’nın aynı yılın Haziran ayında bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine iktidara el koydular ve 1. Dünya Savaşı’nın bitişine kadar ülkeyi tek başlarına yönettiler. Yani ülkemizdeki tek parti rejiminin 1923’te değil de, 1913’te başladığını söyleyebiliriz. 1918’de başlayan beş yıllık kesinti ise, “hâkimiyet-i milliye” ilkesine tümüyle karşı bir padişahın, Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in, yenilgiyi fırsat bilerek ve kendisiyle aynı görüşte olan Bâb-ı Âlî paşalarını kullanarak, saltanat makamını yeniden güçlü bir konuma getirme çabasından başka bir şey değildir.

1919: Yeniden hâkimiyet-i milliye
Millî Mücadele’yle Kurtuluş Savaşı çoğunlukla karıştırılır. Millî Mücadele, hemen Mon-dros Bırakışması sonrasında başlayan bir ulus-devlet kurma çabasının adıdır. Kurtuluş Savaşı ise, bu amaca barışçıl yollardan varılamayacağının anlaşıldığı 16 Mart 1920’de başlar. Ulus-devlet kurmak demek ise, yalnızca belirli bir toprak parçası üzerinde egemen bir devlet kurmak demek değil, bir de seçimli, parlamentolu, yani millî hâkimiyet ilkesine dayanan bir devlet kurmak demektir. Anadolu’da 1919 yılında örgütlenenler de, dış dünyaya karşı seslerini duyurabilmek, kendilerine kulak verilmemesi halinde de savaşabilmek için, önce ulus-devletlerini yeniden oluşturmak, yani Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in son verdiği meşrutiyeti yeniden yerli yerine oturtmak için çalışmışlardı. Bu çabanın en iyi dışavurumunu, Sivas’tan 11 Eylül 1919’da Padişah’a çekilen telgrafta görüyoruz: “Ulusal iradeyi tümüyle dile getirerek millete dayanacak bir bakanlar kurulunun işbaşına getirilmesini yalvararak niyaz etmekle birlikte, böyle bir bakanlar kurulu oluşmadığı takdirde milletin gerekli girişim ve icraatını durdurmanın da mümkün olamayacağını arzederiz”. Bu tehdit başarılı olmuş ve bugün birçoğumuzun pek hatırlamadığı 1919 seçimleri yapılmıştır.
Bugün artık biliyoruz ki, bu Millî Mücadele sürecini başlatanlar ve başarıya ulaştıranlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının palazlandırdığı Anadolu eşrafıdır. Edirne’den Erzurum’a, Alaşehir’den Sivas’a, bütün kongreleri toplayanlar bu eşraftı. Ama Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Ankara’daki 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ya da Mustafa Kemal Paşa’yla Samsun’a giden, 3. Kolordu Komutanı Refet (Bele) Paşa ve daha birçok subay, İstanbul’daki üstlerinin emirlerine karşı gelmek pahasına bu kongreleri desteklememiş olsalardı ne olurdu, bilemeyiz. Eminim bilmek de istemeyiz. Ne var ki günümüzde bile bu subaylar, yalnızca Kurtuluş Savaşı kahramanları olarak anılıyor; hâkimiyet-i milliye kahramanları olarak değil. Erzurum Kongresi’nin açılış gününün 23 Temmuz 1908’in yıldönümü olduğunu belleklerimize iyice yerleştirebilirsek, belki bu subayları da salt savaşçılar olarak hatırlamaktan kurtulabiliriz.

1946: Milletin oyları sahipsiz değil
Demokrat Parti’nin 1946 seçimlerini kazanma şansı yoktu gerçi. Henüz ülke çapında örgütlenmesini tamamlayamamış, yeterli sayıda milletvekili adayı çıkaramamıştı. Buna rağmen Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri seçime hile karıştırdılar. Oyların sayımında hile yapılması, hem affedilemeyecek bir suç karşısında kızgınlık, hem de 1930’daki Serbest Fırka deneyimini hatırlatması nedeniyle hüsran yaratmıştı.
Bu hilenin basına ve parlamento tartışmalarına yansıması, görece iyi bilinir. Ama Cumhuriyet tarihimizin ilk cuntasının kurulmasına yol açtığı pek bilinmez. Birçok genç subay da, üniversite gençliğinin çoğunluğu gibi, Demokrat Parti’ye sempati besliyor ve çok partililiğin kalıcı olmasını istiyordu. Ama, sonraki seçimde de hile yapılacağına ilişkin tedirginlikler olmasına karşın, yalnızca bir olasılık neden gösterilerek darbe yapılmasının doğru olmayacağı fikri üstün geldi; yani hem rejime karşı gelinmemiş oldu, hem de Demokrat Parti’ye leke sürülmedi. Ayrıca, şu sıralarda da gündemde olan, hayırlı bir gelişme de tetiklenmiş oldu. Öyle anlaşılıyor ki genç subaylar arasındaki bu kaynaşma, Cumhurbaşkanı İnönü’nün de kulağına gitmişti. 1950 seçimlerine bir yıl kala bir önlem alındı ve Genelkurmay Başkanlığı, Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Bu sistem on bir yıl sürecek, 27 Mayıs’tan sonra kaldırılacaktı.