Napoléon Bonaparte’la başlayan modern askerî darbeler tarihi, 20. yüzyılda en sert ve acımasız örnekleriyle dünyayı kuşattı. Halk adına ama halka rağmen harekete geçen “paşalar”, çeşitli azınlıkların ve emperyal güçlerin iradesiyle toplumları zapturapt altına almaya çalıştılar. Amerika’dan Asya’ya, öne çıkan darbeler…

Bir azınlığın zor kullanarak ve beklenmedik bir biçimde hareket ederek, anayasal olmayan araçlarla devlet iktidarına hamle yapmasına taklib-i hükümet, hükümet devirme, askerî darbe denegelmiş. Modern tarihteki ilk imalatı Fransa’da olduğundan “coup d’État” sözcüğü çeşitli dillere geçmiş, askerî darbeye ise daha ziyade “putsch” denmiş. Her türlü darbe özellikle ordudan veya ordunun bir kısmından, ancak bir miktar siyaset erbabı ve hatta “sivil toplum”dan da destek almıştır.
Darbelerin sivil dayanakları olmadan bir meşruiyet sağlaması mümkün olmamıştır. Her halükârda popüler ve kitlesel olan devrimden farklı olarak, darbe bir azınlığın eylemidir.
Darbeler devri başlıyor
“Coup d’État” siyasal literatüre Napoléon adlı bir “aile markası” olarak girmiştir. Modern siyasal tarihteki birçok terim Fransız Devrimi’nin ürünü olduğu gibi, bu da devrimin kaderi 1793’te belirlendikten sonra ortaya çıkmıştır. 1789’dan on yıl sonra, 8 Kasım 1799’da (cumhuriyetin takvimine göre yıl VIII’dir ve günlerden 18 Brumaire’dir) 30 yaşındaki general Napoléon Bonaparte, Eski Rejim’in ve kralın dönüşünü engellemek için Direktuvar rejimine son vererek darbe yapar.

1848 Devrimi’nin ardından bu kez 2 Aralık 1851’de yeğeni Louis-Napoléon Bonaparte, bir sonraki yüzyılda sıkça rastlanacak “güruh-u serseriyenin siyasete cebren ve hile ile müdahale etmesi”ne bir örnek oluşturacak olan 10 Aralık çetesiyle, modern sınıfların siyasete ağırlığını koyamadığı bir dönemde, “kılıç, bıyık ve üniforma” diyerek devlete el koyacaktır.
Huzur ve sükun adına sureti haktan görünürek, dönemin bir takım demokratik haklarını askıya alarak toplumu zaptu rapt altına alan modern darbeler silsilesinin sıklet merkezi böylece Fransa olmuştur. Artık modern tarihte “durumdan vazife çıkarmak” konusunda mahir olan zabit-katip taifesi, toplumu hizaya sokmak için özellikle siyasal istikrarsızlık dönemlerinde sık sık sahneye çıkacaktır.
Bir istisna mı, arıza mı?
Darbelerin istisna olmaktan öte, toplumsal sınıflardan herhangi birinin iktidar için yeterli güce erişemediğinde, düzenin sağlanması için bir kural kabul edildiği bile söylenebilir. Kimi ülkelerde darbelerin vakayı adiyeden sayılmasının kurumsal nedenleri de vardır. Ulusu inşa eden ordular olunca, toplumun zıvanadan çıktığına kanaat getiren askerlerin “babalık” duyguları kabarır. Afrika ve Latin Amerika’daki bir dizi ülkede (bu kıtalarda darbe ülkeleri alabildiğine yaygındır) ordunun işi gücü memleketi korumak değil, toplumu ikide bir tornadan geçirmek olmuştur. Dolayısıyla her ne kadar istisnai hal olarak addedilse de, darbeler beklenmedik anlarda ve yerlerde “düzenleyici” olarak zuhur etmektedir.
Darbeler yüzyılı
Sömürgecilik sonrası kurulan devletlerde genel olarak karizmatik şeflerin (caudillo) darbeleriyle ulusun inşası için eksik sayılan tarihsel faktörün ikamesine girişilmişse de, yakın tarihteki darbeler yalnızca ülkelerin değil dünyanın da güllük gülistanlık olmadığı dönemlerde, cebren ve hile ile arzı endam ederler. 20. yüzyılın en ünlü darbelerine bakıldığında dünyanın gidişatının izlerini de görmek mümkündür.

Mart 1920’de Almanya’da Weimar Cumhuriyeti için de tehlike teşkil eden cumhuriyet karşıtı birtakım birlikler oluşturulur. Müttfiklerin talebi üzerine Reich hükümeti bunları fesh eder. 13 Mart 1920’de yüzbaşı Ehrhardt’ın oluşturduğu ve general von Lüttwitz’in komuta ettiği altı bin kişilik bir birlik, Deutsche Vaterlandspartei’ın (muhafazakar ve askerî bir rejimden yana bir parti: Alman Anavatan Partisi) kurucusu Wolfgang Kapp (1858–1922) lehine Berlin üzerine yürüyüşe geçer. Ordu ayaklananlar üzerine ateş açmayı reddeder. Hükümet başkentten ayrılıp Stuttgart’a kaçmak zorunda kalır. Kapp yeni bir geçici hükümet kurar. Ancak sendikaların, komünist ve sosyal demokrat partinin bütün ekonomiyi felç eden ve Berlin’deki bütün memurları direnişe geçiren bir genel grev düzenlemesiyle karşı karşıya kalınca. İsveç’e sığınmak zorunda kalır.

Faşizmin yükselişi


Savaş sonrası büyük çalkantılar içindeki İtalya’da 1922’de Benito Mussolini’nin Roma üzerine yürüyüşü, içerdiği toplumsal ilişkiler açısından her ne kadar 1851’deki Bonaparte’ın (yeğen) 10 Aralık çetesine benzer bir manzara arz etse de, dünyanın halleri artık değişmiştir. Henüz birkaç yıl öncesine kadar sosyalist partiden olan Mussolini böylece yeni bir darbe çağını açıyor, savaşın yarattığı tahribatla umutsuzluğa düşen kitleleri ardına takarak adına “faşizm” denen ve önce Almanya sonra İspanya’ya sıçrayacak olan kara vebayı yaymaya başlıyordu.
Devlet kurumlarından herhangi birinde herhangi bir konumu olmayan, ardında ne ordu ne devletlu denebilecek kesimler bulunmayan Mussolini’nin bu yeni modelini taklit eden Adolf Hitler, bir yıl sonra 1923’te Münih’te başarısızlıkla sonuçlanacak olan Birahane Darbesi hamlesini yapacaktı.
Almanya savaştan yenilgiyle çıkmış, tam boy bir toplumsal felaketten kurtulmak için radikal bir çözüm peşinde koşan umutsuz kitlelerin ülkesi haline gelmişti. Kurulu düzen kendini yeniden formatlayacak konumda olmadığından siyaset on yıl boyunca istikrarsızlığını sürdürecek ve 1923’teki başarısız darbeden dersler çıkaran Hitler iktidara yürüyecekti.
İtalya ve Almanya’dan sonra Avrupa’nın kıyısında Portekiz’de bu kez “sivil’ değil “askerî” bir darbeyle iktidar değişti. General António Óscar de Fragoso Carmona 1923’den beri bakandı. 1926’da bir “pustch”la iktidara geldi. Estado Novo (Yeni Devlet) diye bir anayasa yapıldı. Aslında iktidar, kendisinden sonra başkan olacak olan Salazar’daydı. Muhafazakar, Katolik ve milliyetçi ve elbette otoriter bir rejim inşa edildi. Dönemin diktatörlerinden farklı olarak kişi putlaştırmasına yönelinmedi. Başlıca sloganı “Tanrı, Aile ve Vatan” olsa da, tarihe 3 F ile geçti “Fado, Fatima, futbol!” Yüzyılın en uzun otoriter rejimine 1974’te “Karanfil Devrim” son verecekti.
Dönemin bir diğer darbecisi iki modeli, “sivil’ ile “askerî” olanı, “putsch” ile “coup d’État”yı birleştiren Franco idi. 1936’da bir general olarak orduyu meşru cumhuriyete karşı darbeye sürüklerken, aşırı sağ Falanjist hareketi de liderliği altına alacak ve sınırdaşı Portekiz’in olduğu gibi ilham kaynağı İtalya’nın ve artık kendini toparlayarak bu cephenin önderi konumuna yükselmiş olan Almanya’nın da desteğini alacaktı.
İhtiyar kıtada darbeler
İhtiyar kıtanın darbelerle ünsiyetinin ıstırabını, bu tarihle doğrudan bir ilişkisi olmasa da en fazla çeken ülke Cezayir oldu. Bu ülkede yirmi yıl arayla Fransızlar merkezî hükümete karşı darbeye teşebbüs ettiler. Bunlardan ilki, Nazi işgali döneminde, Kasım 1942’de gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’nın önemli uğraklarından biri olan bu olayın aktörleri bir kaç istisna dışında sivildiler. Polis merkezini ele geçirip oradan değişik merkezlerin işgaline girişmişler ve sonuçta Amerikalılar savaşmadan çıkarma yapabilmişlerdi. Çakaralmazlarla silahlanmış direnişçilerin generallere karşı bu zaferi, Müttefiklerin Afrika’da ikinci bir cephe açmasına imkan verdi.


Cezayir bu kez ulusal kurtuluş savaşında bir kez daha askerî darbeye maruz kaldı. Bu kez Paris işgal altında değildir ve General de Gaulle, Cezayir’in bağımsızlığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Ocak 1961’de Cezayir’in kendi geleceğini belirleme hakkı için hem Cezayir hem Fransa’da bir referandum yapılmış ve %75’le kabul edilmişti. Fransız hükümeti Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne bağlı geçici hükümetle ilişkiye geçince, onca yıldır bir dizi hükümet döneminde zorlu bir savaş yürütmüş olan ordunun bir kesimi De Gaulle’ün ihanetine uğradıklarına inanarak buna karşı koymaya niyetlendi. Cezayir’in kurtuluşu, bu darbe girişimiyle nesillerdir orada yaşayan Fransızlar için ve elbette Cezayirliler için savaşın en zor ve ancak anlamsız dönemini oluşturmuştur.
Cezayir’deki bu iki Fransız darbesinin yanısıra bağımsızlıktan üç yıl sonra 1965’te Savunma Bakanı Albay Bumedyen, Ahmet Bin Bella’yı devirerek 1978’e kadar sürecek iktidarının zeminini oluşturacak darbesini gerçekleştirmiştir. Böylece 60’lı yıllarda benzer ülkelerde sıkça rastlanan darbeler kervanına Cezayir bu kez kendi öz darbesiyle katılmıştır.
Aralık 1991’de yapılan genel seçimlerde FIS (İslami Selamet Cephesi) oyların çoğunluğunu kazanınca Ocak 1992’de generaller seçim sonuçlarını geçersiz ilan etmişler, devlet başkanı Şadil Bencedid’i indirerek yerine Muhammed Budiaf’ı getirmişlerdir. Bu darbeden sonra başlayan dinci terörizme karşı mücadele başlığı altında 100 binden fazla insan ölmüştür.
İran ve CIA darbesi
2. Dünya Savaşı’nın hemen bitiminde “darbeler”, artık uluslararası siyasetin bir aracı haline de geldi. Savaş sonrasında İran, yabancı orduların geri çekilmesinden sonra İran Azerbeycanı ve Kürdistanı’ndaki siyasal oluşumları çökertti. Musaddık’ın baskın olduğu Ulusal Cephe, petrol kaynaklarının “millîleştirilmesini” talep eden bir yasayı meclisten geçirdi. 1947’de İran, ABD ile ordusunu eğitmek üzere askerî yardım ve danışmanlık için bir anlaşma imzaladı. 1951’de pan-islâmist parti, şahı destekleyenlerle Nisan ayından beri başbakan olan Musaddık’ı destekleyenler arasında bölündü. 1953’te Musaddık, 2009’da Barak Obama’nın resmen kabul ettiği üzere Amerikan ve İngiliz gizli servisleri tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı. Amerikan desteğini alan şah, bundan sonra kademeli olarak otokratik ve diktatoryal bir rejim kurdu.

1965’te ise Endonezya’da yüzyılın en büyük katliamını yapan, bir milyon insanın hayatına malolan bir darbe gerçekleşti. Soğuk Savaş ortamında iki kutuptan farklı bir arayış temelinde oluşturlan Bağlantısızlar Hareketi’nin önemli bir figürü olan kurucu baba Sukarno, general Suharto tarafından devrildi. Darbede, Sukarno’nun bölgede ABD’nin çıkarlarıyla ters düşmesinin önemli payı vardı.

Darbeler laboratuvarı: Latin Amerika
Bir alt kıtadan bir ülke gibi söz edilse de, Latin Amerika’da çok farklı toplumsal formasyonları olan ülkeler bulunmakta. Yine de sömürgecilik sonrası oluşan siyasal yapılar ve çok erken tarihlerde ABD’nin bu bölgeyi kendi arka bahçesi olarak ilan etmiş olması, darbeler tarihi açısından ortak bir kader yarattı.
Özellikle Küba devriminden sonra denetim dışı her hareketin o ülkeyi “Kübalılaştıracağı” takıntısı, Pentagon’un tekrarlanan kâbusu olmuştur.
Öte yandan Peru, Ekvator ve Bolivya gibi And ülkeleri denen yoksullarla, Brezilya, Şili, Arjantin ve Uruguay gibi nisbeten gelişmiş ülkelerde çeşitli gerilla hareketleri ortaya çıkınca, kimilerinde (örneğin Uruguay’da Tupamarolar gibi) bir içsavaş ortamı oluşmuştu. Ekonomik ve sosyal kriz karşısında halkın taleplerini karşılamaktan aciz olan yöneticiler siyasal boşluğa yol açmışlar, darbeler ve diktatörlükler bunu doldurmaya heves etmişlerdir.
Venezuella, Kosta Rika ve Kolombiya hariç, kıtanın diğer bütün ülkelerinde askerî darbe salgın halindeydi. Ordular modern kurumlardı, profesyoneldi ve genellikle devletlerin en sağlam yapıları olarak görülüyorlardı. Siyasal hayatın merkezinde devlet bulunuyordu. Öte yandan toplumsal eşitsizliklerin çok güçlü olduğu kıtada toplumsal ve ekonomik merkezileşme ile genel oy ve demokrasinin birçok kuralı arasında ciddi çelişkiler bulunmaktaydı. Genellikle ordunun müdahalesinden kastedilen, geleneksel toplumsal iktidar sahiplerinin kendileri için tehdit olarak algıladıkları siyasal dinamiklere karşı orduyu göreve çağırmalarıydı. Her ne kadar askerler darbe yapsa da, bunu talep eden sivil elitlerdi. Bu seçkinler 1930’lu yıllarda büyük bunalıma bağlı olarak demokratik bir ortamda kendi egemenliklerinin sorgulanabileceği kaygısıyla bir dizi askerî diktatörlüğe yol açmışlardı. Ancak 60’lı yıllar geçmişi aratacaktı.
Perde kıtanın en büyük ve güçlü ülkesi Brezilya’da açıldı. 1964’te popülist başkan Joan Goulard’ın reformlarına karşı çıkan sanayiciler, toprak sahipleri ve orta sınıf tarafından desteklenen mareşal Castelo Branco, meclis tarafından başkanlığa getirildi. ABD’nin belirleyici bir rol oynadığı bu darbenin ardından, asker ve polise herhangi bir mahkeme kararı olmadan insanları tutuklama ve hapsetme yetkisi tanındı ve 1985’e kadar sürecek bir diktatörlük rejimi kuruldu.
Latin Amerika’da hiç eksik olmayan darbelerin en trajik olanı, seçilmiş Cumhurbaşkanı Salvador Allende’nin başkanlık binasının bombalandığı Şili’dir. Kuvvet komutanları darbenin akşamında iktidarı kesin olarak ele geçirerek General Pinochet’i başkan yaptılar. Kimsenin kılını kıpırdatamayacağı bir süratle gerçekleştirilen darbeye karşı sendikalar genel grev ilan edemedi, Allende ise teslim olmaktansa ölmeyi tercih etti. Siyasal partiler, sendikalar, meclis, belediye meclisleri feshedildi, basın özgürlüğü kaldırıldı, muhalefet edenler ve etmesi düşünülenler tutuklandı, hapsedildi, işkenceye uğradı ve öldürüldü.
Askerî diktatörlük 1990’a kadar devam etti ve Pinochet ölümüne kadar, insanlık suçu işlemiş olarak uluslararası hukukun konusu oldu.
Şili’nin ardından 1976’da önce Uruguay ve sonra Arjantin’de askerî darbeler gerçekleşti.
Latin Amerika’da sol akımların 60’lı ve 70’li yıllarda önemli bir potansiyeli ve etkisi vardı. Aynı dönemde Latin Amerika’daki darbelerin bir de ortak gizli örgütü bulunuyordu. Şili, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Paraguay ve Uruguay’ın gizli servisleri, ABD’nin tam desteğinde “Operación Cóndor” namıyla maruf bir cinayet şebekesi kurdular. Siyasi muhalifleri ABD, Fransa, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde bulup öldüren bu örgüt, Arjantin’de ünlü “ölüm uçuşlarını” (uçaktan insanları denize atmak) örgütlemiş, solcu teröristlerin peşinde olduğunu iddia ederken her türden muhalifi ve onlarla sınırlı kalmayarak ailelerini ve dostlarını da infaz etmişti.
Komünist darbe!
Rusya’da 1917 Devrimi sırasında bir darbe teşebbüsü akim kalmışken, SSCB’nin çöküşü sırasında da yine akim kalacak bir darbe teşebbüsü yaşandı.
1917 yazında geçici hükümetin cephedeki, Temmuz 1917 günlerinde Bolşeviklerin başarısızlığından sonra General Kornilov, ülkeyi krizden çıkarmak, disiplini sağlamak için bir darbe girişiminde bulunmuştu. Hükümetten geniş bir otonomi talep eden Kornilov, Petrograd’da Bolşeviklerin bir ayaklanma başlatacağı haberini alarak sovyetleri bastırmak için süvarileri gönderdi. Bu arada bir anlaşmazlık sonucu Başbakan Kerensky, Kornilov’un hükümeti devirmeye niyetlendiğini ve askerî bir diktatörlük kurmak istediğini belirterek istifasını istedi. Sonuç olarak Kornilov kan dökülmeden yedi bin Kazak askerin kendisini terketmesi sonucu davayı kaybeder. Devrim içinde bir darbe de böylece akamete uğrar.

74 sene sonra, Ağustos 1991’de ise SSCB artık başka bir yol ayrımındadır. Komünist Partisi’nin muhafazakar kesimi, ülkede köklü reformlar iddiasında olan Gorbaçov’un Kırım’da olmasından yararlanarak bir darbe yapınca, Moskova ve Leningrad sokaklarında büyük gösteriler düzenlenir. Rusya Devlet başkanı Boris Yeltsin zırhlı bir askerî aracın üstüne çıkar ve fotoğrafı sembol haline gelir. Moskova’ya gönderilen askerî güçler göstericilerin yanında yer alır ve Gorbaçov Kırım’daki daçadan dönerek Sovyetler Birliği Komünist Partisi genel sekreterliğinden istifa eder ama Sovyetler Birliği’nin başında kalır. Aynı yılın sonunda bağlı ülkeler bağımsızlıklarını ilan edecek ve SSCB tarihe karışacaktır.
Yunanistan: Albaylar Cuntası
1963 seçimlerinde %53’le seçimleri kazanan dede Papandreu, aşırı sağın güçlü olduğu orduyu bir ayıklamaya tâbi tutmak istemişti. 1965’te ordunun baskısıyla Kral Konstantin Yorgıs, Papandreu’yu azletti. Bu arada çeyrek asır sonra başbakan olacak olan Miçotakis partide bir bölünme yaratmış, böylece siyasal merkez parçalanmış ve ardarda hükümetler kurulmaya başlanmıştı.
ABD’nin desteklediği monarşi ülkeyi derlemekten uzaktı. Siyasi cinayetlerle (Gavras’ın “Z “filmi ile ölümsüzleşen milletvekili Lambrakis’in öldürülmesi gibi) sarsılan ülke, Nisan 1967’de albay Papadopulos başkanlığında “Albaylar Cuntası” ile karanlık bir döneme girdi. Siyasal kurumların meşruiyet kaybı işlerini kolaylaştırır ve anayasa ilga edilir.


Aralık 1967’de bu kez generallerin desteğiyle Kral Konstantin bir karşı darbe ile iktidarı ele geçirmeye çalışırsa da başarısız olur ve Roma’ya sürgün gider. Yunanistan toplumunun kurucu kabusu olan cunta, 1973’te bir referandumla monarşiye son verir.
Muhalefet içerde ve dışarda direnir. Bugüne kadar anılmaya devam eden 17 Kasım 1973’de politeknik okulunun tanklarla işgali öğrencileri ayaklandırdığı gibi halkı da sokaklara döker. Kıbrıs olayları ise cuntanın cenaze marşını çalar. Yunanistan cuntacıları bin yıllık cezalara mahkum edilir ve toplumsal vicdanda asla affedilmeyen bir örnek olarak tarihe geçerler. Geniş insan yığınlarının kendi deneyimleriyle kendi güzergahlarını inşa etmesinin önündeki en önemli engellerden biri, onların siyasal kültürlerini tahrip eden darbeler olmuştur. Darbeler her ne kadar bir devlet iktidarına yönelik olsa da halkın iradesinin hiçe sayılması ve hükümsüz kılınması anlamına gelir. İnsanlığın daha güzel bir dünyaya yürüyüşü, geleceğin yeniden inşası mümkün olacaksa bu, birilerinin toplumu tapulu malı gibi görüp güya bir takım “ulvi amaçlar” adına, aslında bir azınlığın çıkarları için yaptığı hamlelerle değil; “havada kuş, suda balık” gibi çok olanların “kahreden ve yaratanlar”ın ortak eseri olacaktır.