Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Memleketi milletten ‘koruyan’ darbeciler

Napoléon Bonaparte’la başlayan modern askerî darbeler tarihi, 20. yüzyılda en sert ve acımasız örnekleriyle dünyayı kuşattı. Halk adına ama halka rağmen harekete geçen “paşalar”, çeşitli azınlıkların ve emperyal güçlerin iradesiyle toplumları zapturapt altına almaya çalıştılar. Amerika’dan Asya’ya, öne çıkan darbeler…

Onu canlı teslim alamadılar Başında miğferi, elinde silahı, etrafında yakın korumaları, cuntacılara ölümüne direnen Şili’nin sosyalist başkanı Salvador Allende’nin son anları, 11 Eylül 1973.

Bir azınlığın zor kullana­rak ve beklenmedik bir biçimde hareket ede­rek, anayasal olmayan araç­larla devlet iktidarına hamle yapmasına taklib-i hükümet, hükümet devirme, askerî dar­be denegelmiş. Modern ta­rihteki ilk imalatı Fransa’da olduğundan “coup d’État” sözcüğü çeşitli dillere geçmiş, askerî darbeye ise daha ziya­de “putsch” denmiş. Her türlü darbe özellikle ordudan veya ordunun bir kısmından, an­cak bir miktar siyaset erbabı ve hatta “sivil toplum”dan da destek almıştır.

Darbelerin sivil dayanak­ları olmadan bir meşruiyet sağlaması mümkün olmamış­tır. Her halükârda popüler ve kitlesel olan devrimden farklı olarak, darbe bir azınlığın ey­lemidir.

Darbeler devri başlıyor

“Coup d’État” siyasal litera­türe Napoléon adlı bir “aile markası” olarak girmiştir. Mo­dern siyasal tarihteki birçok terim Fransız Devrimi’nin ürünü olduğu gibi, bu da dev­rimin kaderi 1793’te belirlen­dikten sonra ortaya çıkmış­tır. 1789’dan on yıl sonra, 8 Kasım 1799’da (cumhuriyetin takvimine göre yıl VIII’dir ve günlerden 18 Brumaire’dir) 30 yaşındaki general Napoléon Bonaparte, Eski Rejim’in ve kralın dönüşünü engellemek için Direktuvar rejimine son vererek darbe yapar.

Devrimi noktalayan darbe Fransız Devrimi takvimine göre VIII. yılın Brumaire ayının 18’inde (Miladi: 9 Kasım 1799) gerçekleştiği için 18 Brumaire olarak adlandırılan darbede Napoléon Bonaparte 500’ler Konseyinde. General konuşmasıyla dinleyicileri ikna edemeyince askerleri göreve çağıracak, devrim sona erecektir. François Bouchot, 1840.

1848 Devrimi’nin ardından bu kez 2 Aralık 1851’de yeğe­ni Louis-Napoléon Bonapar­te, bir sonraki yüzyılda sıkça rastlanacak “güruh-u serseri­yenin siyasete cebren ve hile ile müdahale etmesi”ne bir ör­nek oluşturacak olan 10 Aralık çetesiyle, modern sınıfların siyasete ağırlığını koyamadı­ğı bir dönemde, “kılıç, bıyık ve üniforma” diyerek devlete el koyacaktır.

Huzur ve sükun adına su­reti haktan görünürek, dö­nemin bir takım demokratik haklarını askıya alarak toplu­mu zaptu rapt altına alan mo­dern darbeler silsilesinin sık­let merkezi böylece Fransa ol­muştur. Artık modern tarihte “durumdan vazife çıkarmak” konusunda mahir olan za­bit-katip taifesi, toplumu hiza­ya sokmak için özellikle siya­sal istikrarsızlık dönemlerin­de sık sık sahneye çıkacaktır.

Bir istisna mı, arıza mı?

Darbelerin istisna olmak­tan öte, toplumsal sınıflardan herhangi birinin iktidar için yeterli güce erişemediğinde, düzenin sağlanması için bir kural kabul edildiği bile söyle­nebilir. Kimi ülkelerde darbe­lerin vakayı adiyeden sayılma­sının kurumsal nedenleri de vardır. Ulusu inşa eden ordu­lar olunca, toplumun zıvana­dan çıktığına kanaat getiren askerlerin “babalık” duyguları kabarır. Afrika ve Latin Ame­rika’daki bir dizi ülkede (bu kıtalarda darbe ülkeleri alabil­diğine yaygındır) ordunun işi gücü memleketi korumak de­ğil, toplumu ikide bir tornadan geçirmek olmuştur. Dolayı­sıyla her ne kadar istisnai hal olarak addedilse de, darbeler beklenmedik anlarda ve yer­lerde “düzenleyici” olarak zu­hur etmektedir.

Darbeler yüzyılı

Sömürgecilik sonrası kuru­lan devletlerde genel olarak karizmatik şeflerin (caudillo) darbeleriyle ulusun inşası için eksik sayılan tarihsel faktörün ikamesine girişilmişse de, ya­kın tarihteki darbeler yalnız­ca ülkelerin değil dünyanın da güllük gülistanlık olmadı­ğı dönemlerde, cebren ve hile ile arzı endam ederler. 20. yüz­yılın en ünlü darbelerine ba­kıldığında dünyanın gidişatı­nın izlerini de görmek müm­kündür.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı image-102.png
Eli kanlı diktatör Ordunun büyük bir kısmını etrafında toplayarak darbe yapan general Franco yüksek rütbeli yandaşlarıyla Madrid sokaklarında, 1936.

Mart 1920’de Almanya’da Weimar Cumhuriyeti için de tehlike teşkil eden cumhuri­yet karşıtı birtakım birlikler oluşturulur. Müttfiklerin ta­lebi üzerine Reich hüküme­ti bunları fesh eder. 13 Mart 1920’de yüzbaşı Ehrhardt’ın oluşturduğu ve general von Lüttwitz’in komuta ettiği altı bin kişilik bir birlik, Deutsche Vaterlandspartei’ın (muhafa­zakar ve askerî bir rejimden yana bir parti: Alman Anava­tan Partisi) kurucusu Wolf­gang Kapp (1858–1922) lehine Berlin üzerine yürüyüşe geçer. Ordu ayaklananlar üzerine ateş açmayı reddeder. Hükü­met başkentten ayrılıp Stut­tgart’a kaçmak zorunda kalır. Kapp yeni bir geçici hükümet kurar. Ancak sendikaların, komünist ve sosyal demok­rat partinin bütün ekonomiyi felç eden ve Berlin’deki bütün memurları direnişe geçiren bir genel grev düzenlemesiy­le karşı karşıya kalınca. İsveç’e sığınmak zorunda kalır.

Heil putsch! Artık iktidardaki Führer ve kurmayları, 8-9 Kasın 1923’te Hitler ve Nazi arkadaşlarının kalkıştığı başarısız bir kalkışma olan “Münih Birahane Darbesi”ni (Almancası Hitlerputsch) anma gününde gösteri yürüyüşünde.

Faşizmin yükselişi

Eski sosyalist, yeni faşist! İtalya’da iktidara el koyan faşist lider Benito Mussolini çoğunluğu eski muhariplerden oluşan “kara gömlekli”leriyle Roma’da bir sokak toplantısında (üstte). Üzerinde Mussolini’nin resminin yer aldığı bir propaganda afişi (altta).

Savaş sonrası büyük çalkantı­lar içindeki İtalya’da 1922’de Benito Mussolini’nin Roma üzerine yürüyüşü, içerdiği toplumsal ilişkiler açısından her ne kadar 1851’deki Bona­parte’ın (yeğen) 10 Aralık çe­tesine benzer bir manzara arz etse de, dünyanın halleri artık değişmiştir. Henüz birkaç yıl öncesine kadar sosyalist par­tiden olan Mussolini böylece yeni bir darbe çağını açıyor, savaşın yarattığı tahribatla umutsuzluğa düşen kitleleri ardına takarak adına “faşizm” denen ve önce Almanya sonra İspanya’ya sıçrayacak olan ka­ra vebayı yaymaya başlıyordu.

Devlet kurumlarından her­hangi birinde herhangi bir konumu olmayan, ardında ne ordu ne devletlu denebilecek kesimler bulunmayan Musso­lini’nin bu yeni modelini taklit eden Adolf Hitler, bir yıl sonra 1923’te Münih’te başarısızlık­la sonuçlanacak olan Birahane Darbesi hamlesini yapacaktı.

Almanya savaştan yenilgiy­le çıkmış, tam boy bir toplum­sal felaketten kurtulmak için radikal bir çözüm peşinde ko­şan umutsuz kitlelerin ülkesi haline gelmişti. Kurulu düzen kendini yeniden formatlayacak konumda olmadığından siyaset on yıl boyunca istikrarsızlığını sürdürecek ve 1923’teki başa­rısız darbeden dersler çıkaran Hitler iktidara yürüyecekti.

İtalya ve Almanya’dan son­ra Avrupa’nın kıyısında Porte­kiz’de bu kez “sivil’ değil “as­kerî” bir darbeyle iktidar de­ğişti. General António Óscar de Fragoso Carmona 1923’den beri bakandı. 1926’da bir “pustch”la iktidara geldi. Esta­do Novo (Yeni Devlet) diye bir anayasa yapıldı. Aslında ikti­dar, kendisinden sonra başkan olacak olan Salazar’daydı. Mu­hafazakar, Katolik ve milliyet­çi ve elbette otoriter bir rejim inşa edildi. Dönemin dikta­törlerinden farklı olarak kişi putlaştırmasına yönelinmedi. Başlıca sloganı “Tanrı, Aile ve Vatan” olsa da, tarihe 3 F ile geçti “Fado, Fatima, futbol!” Yüzyılın en uzun otoriter re­jimine 1974’te “Karanfil Dev­rim” son verecekti.

Dönemin bir diğer darbe­cisi iki modeli, “sivil’ ile “as­kerî” olanı, “putsch” ile “coup d’État”yı birleştiren Franco idi. 1936’da bir general ola­rak orduyu meşru cumhuriye­te karşı darbeye sürüklerken, aşırı sağ Falanjist hareketi de liderliği altına alacak ve sı­nırdaşı Portekiz’in olduğu gi­bi ilham kaynağı İtalya’nın ve artık kendini toparlayarak bu cephenin önderi konumuna yükselmiş olan Almanya’nın da desteğini alacaktı.

İhtiyar kıtada darbeler

İhtiyar kıtanın darbelerle ün­siyetinin ıstırabını, bu tarihle doğrudan bir ilişkisi olmasa da en fazla çeken ülke Cezayir ol­du. Bu ülkede yirmi yıl arayla Fransızlar merkezî hüküme­te karşı darbeye teşebbüs etti­ler. Bunlardan ilki, Nazi işgali döneminde, Kasım 1942’de gerçekleşti. 2. Dünya Sava­şı’nın önemli uğraklarından biri olan bu olayın aktörleri bir kaç istisna dışında sivildi­ler. Polis merkezini ele geçirip oradan değişik merkezlerin iş­galine girişmişler ve sonuçta Amerikalılar savaşmadan çı­karma yapabilmişlerdi. Çaka­ralmazlarla silahlanmış dire­nişçilerin generallere karşı bu zaferi, Müttefiklerin Afrika’da ikinci bir cephe açmasına im­kan verdi.

Darbe cenneti Cezayir Fransız 1. Paraşütçü Alayı halkı kontrol etmeye çalışıyor (üstte). The New York Times’ın Ahmet Bin Bella’nın Savunma Bakanı Bumedyen tarafından devrildiği 1965 darbesini duyuran nüshasının kupürü (altta).

Cezayir bu kez ulusal kur­tuluş savaşında bir kez daha askerî darbeye maruz kal­dı. Bu kez Paris işgal altında değildir ve General de Gaulle, Cezayir’in bağımsızlığını ka­bul etmek zorunda kalmıştır. Ocak 1961’de Cezayir’in kendi geleceğini belirleme hakkı için hem Cezayir hem Fransa’da bir referandum yapılmış ve %75’le kabul edilmişti. Fransız hükümeti Cezayir Ulusal Kur­tuluş Cephesi’ne bağlı geçi­ci hükümetle ilişkiye geçince, onca yıldır bir dizi hükümet döneminde zorlu bir savaş yü­rütmüş olan ordunun bir ke­simi De Gaulle’ün ihanetine uğradıklarına inanarak buna karşı koymaya niyetlendi. Ce­zayir’in kurtuluşu, bu darbe girişimiyle nesillerdir orada yaşayan Fransızlar için ve el­bette Cezayirliler için savaşın en zor ve ancak anlamsız dö­nemini oluşturmuştur.

Cezayir’deki bu iki Fransız darbesinin yanısıra bağımsız­lıktan üç yıl sonra 1965’te Sa­vunma Bakanı Albay Bumed­yen, Ahmet Bin Bella’yı de­virerek 1978’e kadar sürecek iktidarının zeminini oluştu­racak darbesini gerçekleştir­miştir. Böylece 60’lı yıllarda benzer ülkelerde sıkça rastla­nan darbeler kervanına Ceza­yir bu kez kendi öz darbesiyle katılmıştır.

Aralık 1991’de yapılan genel seçimlerde FIS (İsla­mi Selamet Cephesi) oyla­rın çoğunluğunu kazanınca Ocak 1992’de generaller seçim sonuçlarını geçersiz ilan et­mişler, devlet başkanı Şadil Bencedid’i indirerek yerine Muhammed Budiaf’ı getir­mişlerdir. Bu darbeden sonra başlayan dinci terörizme karşı mücadele başlığı altında 100 binden fazla insan ölmüştür.

İran ve CIA darbesi

2. Dünya Savaşı’nın hemen bi­timinde “darbeler”, artık ulus­lararası siyasetin bir aracı ha­line de geldi. Savaş sonrasında İran, yabancı orduların geri çe­kilmesinden sonra İran Azer­beycanı ve Kürdistanı’ndaki si­yasal oluşumları çökertti. Mu­saddık’ın baskın olduğu Ulusal Cephe, petrol kaynaklarının “millîleştirilmesini” talep eden bir yasayı meclisten geçirdi. 1947’de İran, ABD ile ordusunu eğitmek üzere askerî yardım ve danışmanlık için bir anlaşma imzaladı. 1951’de pan-islâmist parti, şahı destekleyenlerle Ni­san ayından beri başbakan olan Musaddık’ı destekleyenler ara­sında bölündü. 1953’te Musad­dık, 2009’da Barak Obama’nın resmen kabul ettiği üzere Ame­rikan ve İngiliz gizli servisleri tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle iktidardan uzaklaştı­rıldı. Amerikan desteğini alan şah, bundan sonra kademeli olarak otokratik ve diktatoryal bir rejim kurdu.

Tahran yanıyor! İran’da meydana gelen 1953 darbesinde Şah yanlısı göstericiler komünist bir gazetenin ofis eşyalarını sokaklarda yakıyor, Tahran, 19 Ağustos.

1965’te ise Endonezya’da yüzyılın en büyük katliamı­nı yapan, bir milyon insanın hayatına malolan bir darbe gerçekleşti. Soğuk Savaş orta­mında iki kutuptan farklı bir arayış temelinde oluşturlan Bağlantısızlar Hareketi’nin önemli bir figürü olan kurucu baba Sukarno, general Suharto tarafından devrildi. Darbede, Sukarno’nun bölgede ABD’nin çıkarlarıyla ters düşmesinin önemli payı vardı.

Katliam gibi kalkışma 1.000.000’a yakın insanın öldüğü, artçı sarsıntıları halen devam eden 1965 Endonezya darbesinde, askerler Komünist Parti Gençlik Kolları üyelerini hapishaneye götürmek üzere kamyonlarda topluyor.

Darbeler laboratuvarı: Latin Amerika

Bir alt kıtadan bir ülke gibi söz edilse de, Latin Amerika’da çok farklı toplumsal formas­yonları olan ülkeler bulun­makta. Yine de sömürgecilik sonrası oluşan siyasal yapı­lar ve çok erken tarihlerde ABD’nin bu bölgeyi kendi arka bahçesi olarak ilan etmiş ol­ması, darbeler tarihi açısından ortak bir kader yarattı.

Özellikle Küba devrimin­den sonra denetim dışı her ha­reketin o ülkeyi “Kübalılaştı­racağı” takıntısı, Pentagon’un tekrarlanan kâbusu olmuştur.

Öte yandan Peru, Ekvator ve Bolivya gibi And ülkele­ri denen yoksullarla, Brezilya, Şili, Arjantin ve Uruguay gibi nisbeten gelişmiş ülkelerde çeşitli gerilla hareketleri orta­ya çıkınca, kimilerinde (örne­ğin Uruguay’da Tupamarolar gibi) bir içsavaş ortamı oluş­muştu. Ekonomik ve sosyal kriz karşısında halkın talep­lerini karşılamaktan aciz olan yöneticiler siyasal boşluğa yol açmışlar, darbeler ve diktatör­lükler bunu doldurmaya heves etmişlerdir.

Venezuella, Kosta Rika ve Kolombiya hariç, kıtanın diğer bütün ülkelerinde askerî dar­be salgın halindeydi. Ordular modern kurumlardı, profes­yoneldi ve genellikle devletle­rin en sağlam yapıları olarak görülüyorlardı. Siyasal haya­tın merkezinde devlet bulunu­yordu. Öte yandan toplumsal eşitsizliklerin çok güçlü oldu­ğu kıtada toplumsal ve ekono­mik merkezileşme ile genel oy ve demokrasinin birçok kuralı arasında ciddi çelişki­ler bulunmaktaydı. Genellikle ordunun müdahalesinden kas­tedilen, geleneksel toplumsal iktidar sahiplerinin kendile­ri için tehdit olarak algıladık­ları siyasal dinamiklere karşı orduyu göreve çağırmalarıydı. Her ne kadar askerler darbe yapsa da, bunu talep eden sivil elitlerdi. Bu seçkinler 1930’lu yıllarda büyük bunalıma bağlı olarak demokratik bir ortam­da kendi egemenliklerinin sorgulanabileceği kaygısıyla bir dizi askerî diktatörlüğe yol açmışlardı. Ancak 60’lı yıllar geçmişi aratacaktı.

Perde kıtanın en büyük ve güçlü ülkesi Brezilya’da açıldı. 1964’te popülist başkan Joan Goulard’ın reformlarına karşı çıkan sanayiciler, toprak sa­hipleri ve orta sınıf tarafından desteklenen mareşal Castelo Branco, meclis tarafından baş­kanlığa getirildi. ABD’nin be­lirleyici bir rol oynadığı bu dar­benin ardından, asker ve polise herhangi bir mahkeme kararı olmadan insanları tutuklama ve hapsetme yetkisi tanındı ve 1985’e kadar sürecek bir dikta­törlük rejimi kuruldu.

Latin Amerika’da hiç eksik olmayan darbelerin en trajik olanı, seçilmiş Cumhurbaşka­nı Salvador Allende’nin baş­kanlık binasının bombalandı­ğı Şili’dir. Kuvvet komutanları darbenin akşamında iktida­rı kesin olarak ele geçirerek General Pinochet’i başkan yaptılar. Kimsenin kılını kı­pırdatamayacağı bir süratle gerçekleştirilen darbeye kar­şı sendikalar genel grev ilan edemedi, Allende ise teslim olmaktansa ölmeyi tercih et­ti. Siyasal partiler, sendika­lar, meclis, belediye meclisle­ri feshedildi, basın özgürlüğü kaldırıldı, muhalefet edenler ve etmesi düşünülenler tutuk­landı, hapsedildi, işkenceye uğradı ve öldürüldü.

Askerî diktatörlük 1990’a kadar devam etti ve Pinochet ölümüne kadar, insanlık suçu işlemiş olarak uluslararası hu­kukun konusu oldu.

Şili’nin ardından 1976’da önce Uruguay ve sonra Arjan­tin’de askerî darbeler gerçek­leşti.

Latin Amerika’da sol akım­ların 60’lı ve 70’li yıllarda önemli bir potansiyeli ve etki­si vardı. Aynı dönemde Latin Amerika’daki darbelerin bir de ortak gizli örgütü bulunu­yordu. Şili, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Paraguay ve Urugu­ay’ın gizli servisleri, ABD’nin tam desteğinde “Operación Cóndor” namıyla maruf bir cinayet şebekesi kurdular. Si­yasi muhalifleri ABD, Fransa, İtalya, İspanya ve Portekiz gi­bi ülkelerde bulup öldüren bu örgüt, Arjantin’de ünlü “ölüm uçuşlarını” (uçaktan insanları denize atmak) örgütlemiş, sol­cu teröristlerin peşinde oldu­ğunu iddia ederken her türden muhalifi ve onlarla sınırlı kal­mayarak ailelerini ve dostları­nı da infaz etmişti.

Komünist darbe!

Rusya’da 1917 Devrimi sırasın­da bir darbe teşebbüsü akim kalmışken, SSCB’nin çöküşü sırasında da yine akim kalacak bir darbe teşebbüsü yaşandı.

1917 yazında geçici hükü­metin cephedeki, Temmuz 1917 günlerinde Bolşeviklerin başarısızlığından sonra Ge­neral Kornilov, ülkeyi krizden çıkarmak, disiplini sağlamak için bir darbe girişiminde bu­lunmuştu. Hükümetten geniş bir otonomi talep eden Korni­lov, Petrograd’da Bolşevikle­rin bir ayaklanma başlatacağı haberini alarak sovyetleri bas­tırmak için süvarileri gönder­di. Bu arada bir anlaşmazlık sonucu Başbakan Kerensky, Kornilov’un hükümeti devir­meye niyetlendiğini ve askerî bir diktatörlük kurmak istedi­ğini belirterek istifasını iste­di. Sonuç olarak Kornilov kan dökülmeden yedi bin Kazak askerin kendisini terketmesi sonucu davayı kaybeder. Dev­rim içinde bir darbe de böyle­ce akamete uğrar.

Yeltsin’in dik duruşu 1991’de SSCB’de Komünist Parti’nin muhafazakâr kanadının darbe girişimini Boris Yeltsin’in “dik duruşu” çökertti. Yelsin askerî darbenin fişini çekerken, zırhlı araçtaki askerin yıkılmış görüntüsü, darbecilerin halet-i ruhiyesini yansıtıyor.

74 sene sonra, Ağustos 1991’de ise SSCB artık baş­ka bir yol ayrımındadır. Ko­münist Partisi’nin muhafa­zakar kesimi, ülkede kök­lü reformlar iddiasında olan Gorbaçov’un Kırım’da olma­sından yararlanarak bir darbe yapınca, Moskova ve Lening­rad sokaklarında büyük göste­riler düzenlenir. Rusya Devlet başkanı Boris Yeltsin zırhlı bir askerî aracın üstüne çı­kar ve fotoğrafı sembol haline gelir. Moskova’ya gönderilen askerî güçler göstericilerin yanında yer alır ve Gorbaçov Kırım’daki daçadan dönerek Sovyetler Birliği Komünist Partisi genel sekreterliğin­den istifa eder ama Sovyetler Birliği’nin başında kalır. Aynı yılın sonunda bağlı ülkeler ba­ğımsızlıklarını ilan edecek ve SSCB tarihe karışacaktır.

Yunanistan: Albaylar Cuntası

1963 seçimlerinde %53’le se­çimleri kazanan dede Papand­reu, aşırı sağın güçlü olduğu orduyu bir ayıklamaya tâbi tut­mak istemişti. 1965’te ordu­nun baskısıyla Kral Konstantin Yorgıs, Papandreu’yu azletti. Bu arada çeyrek asır sonra baş­bakan olacak olan Miçotakis partide bir bölünme yaratmış, böylece siyasal merkez parça­lanmış ve ardarda hükümetler kurulmaya başlanmıştı.

ABD’nin desteklediği mo­narşi ülkeyi derlemekten uzak­tı. Siyasi cinayetlerle (Gav­ras’ın “Z “filmi ile ölümsüzle­şen milletvekili Lambrakis’in öldürülmesi gibi) sarsılan ülke, Nisan 1967’de albay Papado­pulos başkanlığında “Albaylar Cuntası” ile karanlık bir döne­me girdi. Siyasal kurumların meşruiyet kaybı işlerini kolay­laştırır ve anayasa ilga edilir.

Cuntanın sonunun başlangıcı Yunanistan’da 1967-74 yılları arasında hüküm süren Albaylar Cuntası sırasında, 17 Ekim 1973’te Atina Teknik Üniversitesi öğrencileri rejime karşı ayaklanmış, çıkan olaylarda 34 öğrenci ölmüş, yüzlercesi yaralanmış, binlercesi sıkıyönetim ilanından sonra kurulan askerî mahkemelerde yargılanmıştı.

Aralık 1967’de bu kez gene­rallerin desteğiyle Kral Kons­tantin bir karşı darbe ile ik­tidarı ele geçirmeye çalışırsa da başarısız olur ve Roma’ya sürgün gider. Yunanistan top­lumunun kurucu kabusu olan cunta, 1973’te bir referandum­la monarşiye son verir.

Muhalefet içerde ve dışar­da direnir. Bugüne kadar anıl­maya devam eden 17 Kasım 1973’de politeknik okulunun tanklarla işgali öğrencileri ayaklandırdığı gibi halkı da so­kaklara döker. Kıbrıs olayları ise cuntanın cenaze marşını çalar. Yunanistan cuntacıla­rı bin yıllık cezalara mahkum edilir ve toplumsal vicdanda asla affedilmeyen bir örnek olarak tarihe geçerler. Geniş insan yığınlarının kendi deneyimleriyle kendi güzergahlarını inşa etmesi­nin önündeki en önemli en­gellerden biri, onların siyasal kültürlerini tahrip eden dar­beler olmuştur. Darbeler her ne kadar bir devlet iktidarına yönelik olsa da halkın iradesi­nin hiçe sayılması ve hüküm­süz kılınması anlamına gelir. İnsanlığın daha güzel bir dün­yaya yürüyüşü, geleceğin yeni­den inşası mümkün olacaksa bu, birilerinin toplumu tapulu malı gibi görüp güya bir takım “ulvi amaçlar” adına, aslında bir azınlığın çıkarları için yap­tığı hamlelerle değil; “havada kuş, suda balık” gibi çok olan­ların “kahreden ve yaratan­lar”ın ortak eseri olacaktır.

Devamını Oku

Son Haberler