27 Mayıs’tan bu yana askerî müdahale ve darbeleri koşulsuz destekleyen ana akım medya; 15 Temmuz gecesi özellikle cumhurbaşkanının mesajlarını yayımlayarak, darbe girişiminin başarısızlığa uğramasına önemli katkıda bulundu. 56 yılın basın özeti…
Türkiye tarihi, darbeler tarihi bir taraftan. Her on yılda bir askerin siyasete müdahalesi her zaman ilk elden ve en çok muhalifleri, gazetecileri, akademisyenleri vurdu. Basın tarihi açısından bakıldığında ise darbe dönemleri basının iktidara en çok biat ettiği, dezenformasyonun en yaygın olduğu, yani günahının en bol olduğu zamanlar…
27 Mayıs, 1954’te çıkarılan 6334 Sayılı Kanun ve ardından “ispat hakkı”nın kaldırılmasıyla üzerindeki baskıların iyice arttığı basın için, Oktay Ekşi’nin deyimiyle bir “kurtuluş operasyonu”dur. Nitekim manşetler de darbeyi sevinçle karşılar. Burada en ilgi çekici olan Hürriyet gazetesinin durumudur. Hürriyet, darbe öncesi Demokrat Parti’ye destek vermekte, manşetlerinde hükümet icraatlarını övmektedir. 27 Mayıs gününün manşeti de Adnan Menderes’in ağzından “Türkiye’nin önü açık” sözüdür. Ancak Yazı İşleri Müdürü Selçuk Çandarlı eve dönerken askerleri fark edecek, hemen gazeteye dönecektir. O nüsha imha edilir, gazete ertesi gün “Türk Ordusu vazife başında. Silahlı Kuvvetlerimiz bütün yurtta fiilen idareyi ele aldı” manşetiyle çıkar. Ancak askerler önceki yayınlar için Hürriyet’e diş bilemektedir. Selçuk Çandarlı gözaltına alınmış, sorgulanmıştır.


Basının bu tam desteği Milli Birlik Komitesi’nce gazetecilerin özlük haklarını düzenleyen 5953 Sayılı Kanun’un 212 Sayılı Kanun’la iyileştirilmesi yoluyla ödüllendirilir. Köşe yazarları artık Mili Birlik Komitesi’ni ve yeni kanunları, anayasayı övmekle meşguldür. Arada rüzgar ters eser, Tanin gazetesinde yazmaya başlayan Aziz Nesin ve yönetimindeki İhsan Ada komünistlik iddiasıyla tutuklanırlar. Gazeteci arkadaşları ise onları yalnız bırakır.
Tehlikeyi önceden sezmek
Darbeden hoşnut basının desteğinin sınandığı en yakın olay, Talat Aydemir’in darbe girişimidir. Basının bir kısmı Aydemir’e desteğini sürdürmüş, onu “22 Şubat’ın lideri” ilan etmiştir. Ali Dağlar, kitabında Rıfkı Salim Burçak’ın Aydemir’in idamında bu basının da sorumluluğu olduğu ifadesini alıntılar.
60’ların sonlarında iktidar için “komünizm tehdidi” toplumsal olayları bastırmak, muhalefeti sindirmek, hak ve özgürlükleri kısıtlamak için kullanışlı bir araca dönüşür. 70’li yıllarda ise 12 Mart Muhtırası’nın 9 Mart’ta yapılması planlanan bir başka darbe girişimini engellemek üzerine planlandığı ortaya çıkar. 9 Mart’ın planlayıcıları arasında bazı gazetecilerin de adı geçmektedir. Basının tepkisi bu sefer kuvvetle alkış yerine, demokrasiyi hatırlatan daha sakin bir destekten ibarettir. Ancak güçlüden yana tavırda bir değişiklik olmaz.

Muhtıra demokrasiye çare olmaz, ülkede sular durulmaz. 12 Eylül’e dek geçen sürede toplumsal kutuplaşmaya medyanın katkısı da büyüktür. Kanlı 1 Mayıs’ın öncesinde Millet gazetesi 28 Nisan’da “DİSK’in 1 Mayıs Gösterilerinin Hedefi İhtilal Provasıdır” manşetiyle çıkar, 30 Nisan’da Tercüman gazetesinde Ahmet Kabaklı, “polisle vuruşma muhtemeldir, cinayetler işlenebilir, mallara, canlara kıyılabilir” yazarak “öngörüsünü” ortaya koyar. Ertesi yıl Maraş ve sonrasında Çorum Katliamı yine sağ basın tarafından “içsavaş” olarak görülür, ancak içsavaşta amaç “vatanın kurtarılması”dır. Neticede bugün hâlâ bazı köşe yazarlarının “ülke kan gölüne dönmüştü, halk askerleri alkışladı” diye andığı 12 Eylül darbesinin zemini de hazırlanmış olur.

‘Parayla değil sırayla’
12 Eylül “emir komuta zinciri içinde” yapılan ilk darbe olmasıyla diğerlerinden farklıdır. 60 darbesinde olduğu gibi askerler halkın ne tepki vereceği konusunda çekinceli değildirler, her şey planlanmış ve büyük disiplin içinde yürütülmüştür. TRT’deki bildiriyi de bu sefer kimin yaptığına dair şüphe bırakmayacak şekilde darbenin lideri Kenan Evren bizzat okur. Askerlerin basının işleyişi konusunda da kafa yordukları, TRT’ye verilen haberlerin içeriğini konu alan emirle kanıtlanmıştır. Darbeye ve darbecilerin aleyhine tutum ve olaylar verilmeyecektir, yapılan haberler önceden onaya sunulacaktır.

Gazeteler bir bir kapatılır, gazeteciler gözaltına alınır, haber kaynaklarını deşifre etmeye zorlanırlar. Ancak basının büyük bölümü darbeye tam destek verir. Bu yazının yazıldığı sıralarda tutuklandığı açıklanan Nazlı Ilıcak “…Açıklanan hedef de demokrasiye işlerlik kazandırmak olduğuna göre, hürriyetlerin üzerine bir müddet şal örtülmesini, liderlerimizin, mesele yatışıncaya kadar teminat altında bulundurulmalarını içimize sindirmek gerekiyor” diye yazar. Yayıncı İlhan Erdost’un öldürülmesini gazeteler görmemeyi seçerler. Gazetelere göre darbeyle memleket huzura kavuşmuştur, hatta yine Tercüman gazetesi yazarı Rauf Tamer’e göre bu darbe değil “barış harekâtı”dır.
Basının darbecilere desteği Anayasa referandumunda da sürer, bugün artık dalga konusu olan bir klişeyle, referandum adeta bir “demokrasi şöleni” olarak sunulur.
Bir yandan 24 Ocak Kararları’yla sübvansiyonların kalkması sonucu ekonomik olarak darboğaza giren, diğer taraftan sansür ve otosansürün esir aldığı basının içi bu dönemde boşaltılır. İçerik tamamen magazine ve skandal haberciliğine kayar; bunda basına yeni giren ve başka alanda yatırımları olan yeni medya patronlarının da payı büyüktür. 12 Eylül’ün yarattığı baskı ortamından, sahip oldukları gazetelerden sendikaları uzaklaştırarak, iktidarla iyi ilişkiler kurarak kârlı çıkarlar.


Özal’lı yıllarda büyüyen, bünyelerine televizyonları, özel radyoları katan patronlar, 90’lı yıllarda sürekli el değiştiren koalisyon hükümetleri ve ordu arasında denge siyaseti izleyerek zenginliklerine zenginlik katarlar. Ragıp Duran’ın “apoletli medya” olarak adlandırdığı medyada değişmeyen tek şey, asıl patronun ordu olduğunun kabulüdür.
Siyasette koalisyonların ve dolayısıyla siyasetin tıkandığı yıllardır. Tehlike büyüktür ve kimin güçlü olduğunu artık sezmesine gerek olmayan medya, elbette ordunun yanında olacaktır. 28 Şubat yani bir diğer adıyla post-modern darbe 1997’de gelir; medyaya göre sorumlusu hükümettir. Sincan’da tankların yürümesi Cumhuriyet’te “Sincan’da Tanklı Protesto” şeklinde verilir. Refah Parti’li yöneticilerin skandal sözleri manşetleri, haber bültenlerini doldurur; amaç “bunu hak ettiler”i halka kabul ettirmektir.

1998’de Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın emriyle uydurulmuş Şemdin Sakık ifadelerini Hürriyet ve Sabah gazeteleri sorgusuz sualsiz manşetlerine taşır. Hürriyet’in 25 Nisan manşeti “Dehşet itiraflar”dır ve Şemdin Sakık’ın bazı gazetecilerin, siyasetçilerin ve sivil toplum kuruluşlarının PKK ile işbirliği yaptıklarını söylediği iddia edilir. Aynı gün gazetenin başyazarı Oktay Ekşi’nin yazısının başlığı “Alçakları tanıyalım”dır. Basın tarihine “Andıç” olarak geçen bu hedef göstermelerin ardından, Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand işlerini kaybederler. Dönemin İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ise haberlerin ardından silahlı saldırıya uğrar ve ağır şekilde yaralanır. Gazeteciler ve medya patronları 2012 yılında Darbeleri Araştırma Komisyonu’na verdikleri ifadelerde, ordunun istediğini yayınlamak zorunda kaldıklarını, büyük baskı altında olduklarını, ama yaptıklarının yanlış olduğunu itiraf edeceklerdir.
İktidar el değiştirince
2001 yılındaki ekonomik krizden en çok etkilenen, krize yol açan düzenden nemalanan medyadır. 2002’de AKP iktidara geldikten sonra başta destek veren medya patronları, bir süre sonra eski alışkanlıklarına döndüğünde, krizde batan medya grupları ortamı yeniden şekillendirmede çok işe yarayacaktır.
27 Nisan Bildirisi’nde basın artık kimin yanında durması gerektiğini öğrenmiştir. Ancak diğer taraftan ordunun siyasal iktidar için halâ bir tehlike olduğu gerçeği de günyüzüne çıkmıştır. Askerî vesayetin geriletilmesinde hükümetin ortağı Gülen cemaati ile birlikte gereken desteği bu sefer hükümetin istediği şekilde Taraf gazetesi verir. Nokta dergisi ile ortaya dökülen darbe iddiaları, Ergenekon ve Balyoz davaları ile bir cadı avına dönüşür. Basının bir kısmı askerî vesayetin geriletilmesini her şeyin üstünde görürken, yargılamadaki usulsüzlükleri görmezden gelir.
Politik kutuplaşma medyada da büyümektedir. Bir taraf diğerini sürekli “ama onlar gazeteci değil” diye suçlar. Bu kutuplaşmayı bir nebze kıran Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması ve bir yıl boyunca cezaevinde kalmaları olur. Gülen cemaati gazeteleri, Şık ve Şener’in “gazetecilikten tutuklanmadığını” manşetlerine taşırken, diğer kesim biraraya gelerek ortak mücadele vermenin önemini kavramaya başlar.
Gezi, medyanın içinde bulunduğu çarpık düzeni ve iktidara biatının boyutunu çok çıplak biçimde ortaya koyar. Devam eden yıl 17-25 Aralık tape’leriyle Cemaat muhalif saflara katılır. Gazetecilerarası kutuplaşma devam etmektedir. Cemaat medyası kendilerine yapılan baskıların görmezden gelindiğini iddia ederken, diğer taraf onları geçmiş günahlarıyla yüzleşmeye zorlar. Basın üzerine baskılar arttıkça, birlikte mücadelenin gerekliliği de kendini gösterir. İçte hesaplaşmalar sürse de yükselen ses “basının her koşulda özgür olması gerektiği”dir.
15 Temmuz bir “lütuf” mu?
Bu koşullarda 15 Temmuz gecesine gelindi. Kimin yaptığı, ne zaman planlandığı halen anlaşılamamış darbe girişimi, medyadan adeta “canlı” verildi. Medya önce tereddüt etse de kimin kazanacağının sezilmesinin ardından pozisyonunu belirledi. Gecenin bir yarısı Meclis bombalanırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajlarını yayınlayarak (ki önceden TRT ve Anadolu Ajansı’na görüş verildiği ama yayınlanmadığı iddiaları söz konusu) darbe girişiminin başarısız olmasına önemli katkı sundu. Bu vesileyle darbesever medyadan darbesavar medyaya dönüşerek takdir kazandı.

15 Temmuz başarısız da olsa, geçmiş darbe tecrübelerini hatırlatan pratikler hemen devreye girdi. 20 Temmuz’da Erdoğan’ın ilan ettiği OHAL’in hemen ertesinde 16 televizyon, 3 haber ajansı ve 45 gazete kapatıldı. Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle 70’e yakın gazeteci gözaltında. Gazeteciler, akademisyenler ve kimi kamu çalışanlarına yapılanlar, geçmişin cadı avlarını anımsatıyor. Kimileri Gülen cemaatine yakın gazetecilerin Ergenekon ve Balyoz davalarındaki tutumlarını hatırlatıp “oh olsun“ derken, iktidarın övgüsünün tadını çıkaranlar hukuksuzlukları görmezden gelmeyi tercih ediyor. Geçmiş tecrübelerden ders alınması umuduyla, yazıyı Uğur Mumcu’nun Nazlı Ilıcak’ın gözaltına alınmasının ardından 9 Ekim 1982’de yazdığı yazıdan bir bölümle bitirelim:
“Fikir suçlarından cezaevlerinde yatan gazeteci ya da sıradan yurttaşlar için basınımızın vurdumduymazlığına da ilişmek isteriz. Eğer demokrasi ve fikir özgürlüğü söz konusuysa, bu alanda dürüst davranmakta yarar var. Bab-ı Ali’nin patronajına mensup bir yazarın olayını büyüterek, fikir işçilerinin cezaevlerine girmesine karşı duyarsız kalınarak demokrat olunamaz”.