Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.

Al gözüm seyreyle 50’lerin İstanbul’unu!

Ozan Sağdıç’ın profesyonel foto muhabirliğine ilk başladığı yıllar, İstanbul kenti ve günlük hayatın da büyük dönüşümler geçireceği 1950’li yılların ortasıydı. O dönem objektife takılan insanlar, binalar ve şehir yaşantısı, bugünü anlamak için benzersiz bir görsel kaynak sunuyor.

Bu yazıyla birlikte, 60 yıl önce, yani çoğu 195657 yıllarında çekilmiş fotoğraflarımla o zamanın İstanbul’unda ufak bir gezinti yapmayı deneyeceğiz. Geçen zaman içinde neler yitirdiğimiz ya da kazandığımız hakkında bir karara varmak adına, o günlerde olan bitenlerle bu günlerin kıyaslanmasına, umarız ki sunduğumuz görüntüler ve ardındaki öykücükler yeterince yardımcı olur.

Fotoğrafla amatör olarak 1953 yazında “kutu makina” dedikleri çok basit bir kamerayla tanışmıştım. Filmlerimi banyo ettirmek için gittiğim fotoğrafçı abiler “Sende büyük bir potansiyel var. Ancak makinan ihtiyacını karşılayabilecek güçte değil” deyip durdular. Harçlığım çıkar umuduyla bir fotoğrafçının laboratuvar işçisi olmaya aday olmuştum ki, onlar beni fotoğrafçı olmak yerine 100 lira aylıkla derneklerine kâtip yaptılar. 1956’ya bu koşullar içinde girmiştik. Ancak iki buçuk yıllık, o da amatörce bir fotoğrafçılık deneyimim vardı.

Günlerden bir gün gazetede “Manzara fotoğrafları satın alınacaktır” başlıklı bir ilân OZAN SAĞDIÇ 1950’li yıllardan beri gazetecilik yapan ve Türkiye’nin en ünlü fotoğrafçılarından biri olan usta isim, anıları ve fotoğraflarıyla #tarih’te. gördüm. Bir süre önce, resim öğretmeni olan bir hocamdan sadece bir gün için ödünç aldığım en tanınmış marka 6×6 fotoğraf çeken bir makinayla İstanbul’un en tipik yerlerinden 40 kadar manzara çekmiştim. Onları verilen adrese götürdüm. Orası meğer Yapı Kredi Bankası’nın bir iştiraki olarak adeta sessizce kurulmuş ve birkaç aya kadar haftalık Hayat dergisini çıkartacak olan Tifdruk Matbaacılık Sanayii A.Ş.’nin geçici bürosuymuş.

Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve bir Alman uzmandan kurulu seçiciler çok titiz bir inceleme yapıyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre amaçlarından biri çıkacak dergi için foto muhabiri arayıp bulmakmış. Orası ayrı konu, şimdilik bir kenara koyalım. Sonuçta, fotoğraflarımdan Doğan Kardeş yayını olarak basmayı düşündükleri kartpostallar için on tanesini satın aldıklarını söylediler. Muhasebe bana telif hakkı olarak 470 lira ödedi. Bu o zamana göre benim koşullarımda bir genç için piyango gibi bir şeydi.

1956 yılından söz ediyoruz. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti yönetimi için cicim ayları çoktan geçmiş. Ekonomik darboğaza girilmiş. Döviz rezervi son kuruşuna kadar tüketilmiş. Dışarıdan hemen hemen hiçbir şey ithal edilemiyor. Her şey karaborsaya düşmüş. Fuar kotası denilen bir yöntemle biraz mal gelse, odalar ve dernekler aracılığıyla dağıtımı yapılıyor. Ancak Doğu Bloku ülkelerinden takasla bir şeyler gelebiliyor. Onlar bile kapanın elinde kalıyor. Fotoğraf araç gereci lüks madde sayıldığından, o alanda çok daha büyük sıkıntı mevcut. Hele fotoğraf makinası satışta hiç yok. Küçük bir örnek vereyim: 130 kuruşa satılması gereken bir rolfilm için altı lira filân istenmekte.

Diğer yandan, Türkiye’nin ilk beş yıldızlı oteli Hilton’un açılışı üzerinden henüz bir yıl geçmemiş. Onun Cumhuriyet Caddesine açılan avlu kapısında iki sıra halinde mağazalar vardır. Bunlardan birini zamanın en namlı ithalat şirketi sahiplenmiş, teşhir mağazası gibi kullanıyor. Vitrininde nadiren görülen bir mal var. Çift objektifli 6×6 refleks bir kamera. Çekoslovak malıymış, olsun varsın, hiç fena değil. Ekmek yedirir mi, pekâlâ yedirir. Doğu malı olduğu için emsaline göre çok da ucuz sayılır. Üzerinde o günlerde yeni çıkan yasaya göre bir etiket var: Tam 472 Lira. Bu kadar olur yani…

Hemen koşup o makinayı satın aldım. Adamlar kibarlık ettiler, bana Doğu Almanya malı iki rulo da film armağan ettiler. Mağazadan çıktım, havalara uçacağım neredeyse. Derhal bir şeylerin fotoğrafını çekmem gerek. Bir baktım, karşımda bir at arabası. Dükkânlardan birine mal getirmiş. İşte sana konu: Türkiye’nin o andaki en modern binasına en ilkel araç olan at arabası ile ikmal yapılıyor. İşte tezatlar ülkesi canım ülkem, tezatlar kenti canım İstanbul’um. Al gözüm seyreyle. Beni profesyonelliğe götüren bir macere böyle başlamıştı.

Kuruçeşme / Galatasaray adası 1956 başlarında Kuruçeşme adası gemilerin kömür ikmali yaptığı bir kömür deposuydu. Bir yıl sonra Sadık Giz’in başkanlığı zamanında Galatasaray kulübü, 150.000 TL’ye adayı satın aldı.

Kuruçeşme adasının başına gelenler

1956 başları, benim ilk basit kutu makinama göre daha gelişmiş, doğru dürüst bir fotoğraf makinasına kavuştuğum bir zamandı. İstanbul’u deliler gibi semt semt dolaşıp fotoğraflar çekmekteydim. Kuruçeşme adasının o günkü haliyle fotoğrafını işte o günlerde çekmiştim. Bir yıl sonra, yani 1957’de o adacığı Sadık Giz’in başkanlığı zamanında 150 bin lira karşılığında Galatasaray kulübünün satın alacağından haberim yoktu. Hayat dergisi yayına başlamamıştı ve ben henüz o derginin fotomuhabiri olmamıştım, yani gazeteci de değildim. Hangi duygularla, önseziyle ve hangi nedenle o fotoğrafı çektiğimi, bugün ben bile tam olarak kestiremiyorum. Gerçi Kabataş Lisesi’nde yatılı olarak okumuştum. Beşiktaş’tan Rumeli Hisarı’na kadar bütün o sahil boyunu, boş tepelere tırmanmalar dahil, adım adam dolaşmayı neredeyse bir spor haline getirmiştim. Yine aynı alışkanlıkla oralarda dolaşmış olabilirim. Galiba meraklı fotoğrafçılara zaman zaman şeytanın gör dediği anlar oluyor.

Bir yangın yeri: Çırağan Sarayı

Balyan ailesinin Beşiktaş sahilinde Dolmabahçe kompleksinden ayrı olarak bir de Çırağan Sarayı kompleksi vardır. 60 yıl önce, avlusu Beşiktaş Kulübü’nün Şeref Stadı olarak kullanılan sarayın, o alandan vaktiyle yangın görmüş harap halinin de fotoğrafını çekmiştim. Çırağan, Lâle devrinden kalma bir isim. O zamanlar buraları zevk ve sefa bahçeleri ile doluymuş. Arada ahşap sahil sarayları ve köşkler de varmış elbette.

Nikoğos Balyan’ın plânlarına göre son Çırağan Sarayının yapımı 1871’de sona ermiş. Bu, Avrupa krallıklarıyla yakın temas sağlamış, onlarla debdebe yarışına girmiş Sultan Abdülaziz’in büyük hülyasıymış. Çağında yapılan diğer saraylara oranla, planları Avrupai olmakla birlikte ayrıntılar göz önüne alındığında, ana binası özellikle Endülüs ve Kuzey Afrika İslâm sanatından esinlenmiş; oryantalizm kokan ve süslemeleri dışarıya da taşmış, en görkemli saray sayılabilecek niteliklere sahip bir yapı ortaya çıkmış.

Abdülaziz büyük bir hevesle bu saraya yerleşir. Ne var ki kullanılan arsanın bir bölümü üzerinde önceden bir Mevlevi tekkesi, onun haziresinde de şeyhlerin kabirleri vardı. Hatta kabirler sarayın bodrumunda muhafaza edilmişti. Bu durum sarayın uğursuzluğu üzerine söylentilere neden olmuştu. Bundan padişah da etkilendi. Bir-iki yıl sonra yine Dolmabahçe Sarayına taşındı. Garip bir tecellidir ki, Abdülaziz tahttan indirildiğinde Çırağan Sarayının ek binaları sayılan Feriye saraylarında muhafaza edilirken intihar etti, bir iddiaya göre de öldürüldü. Ben Kabataş Lisesi’nde okurken dershanemizin Abdülaziz’in intihar ettiği oda olduğu söylenirdi.

Çırağan Sarayı tahttan indirilmiş bir başka padişahın, V. Murat’ın da sürgün yeri olmuştur. Ve bu sırada lanetli sarayının en dramatik olayı yaşanmıştır. Ali Suavi hem Doğu hem Batı kültürüyle kendini yetiştirmiş, birkaç dili çok iyi bilen bir aydın olmasının yanında, atik ve dengesiz davranışları göze batan bir tipti. Ruslar’la savaşı yitirmemize ve onların Yeşilköy’e kadar gelip anıt dikmelerine II. Abdülhamid’in pısırık siyasetinin neden olduğu inancındaydı. Onu tahttan indirip V. Murat’ı tahta tekrar çıkarmak hevesine kapıldı. Yurdunu kaybetmiş iki-üçyüz kadar Rumeli göçmenini ayartıp, Murat’ı kurtarmak üzere Çırağan sarayına bir baskın düzenledi. Beşiktaş muhafızı Yedisekiz Hasan Paşa’nın ucu metal topuzlu sopasını başına yiyince oracıkta kalakaldı. Panik halindeki isyancılar epey zayiat verdiler. Bu olay tarihe “Suavi Vakası” olarak geçti.

Yanmış, yıkılmış Çırağan Sarayı Çırağan Sarayı’nın Şeref Stadı olarak kullanılan avlusundan saray binasının 60 yıl önceki görüntüsü. Saray vaktiyle yangın görmüş, çürük diş gibi sırıtan bir harabe halindeydi.

Bundan daha acıklı bir olay, Çırağan Sarayının sonunu getirmişti. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Çırağan Sarayı parlamento binası yapılmak üzere Meclis-i Mebusan’a tahsis edilir. Gerekli değişiklikler ve hazırlıklar yapıldıktan sonra 14 Kasım 1909 tarihinde törenle açılışı yapılır. Çok geçmeden 19 Ocak 1910 tarihinde kalorifer bacasının iyi yalıtılmayışı nedeniyle çatıda yangın çıkar. Beş saat içinde bütün saray yanıp kül olur. Abdülhamit’in çok değerli resim koleksiyonu, çok nadide mobilya parçaları, altın, gümüş, fildişi ve ahşap süsleme elemanları, hepsi yok olur.

1910 yangınından sonra sadece kâgir duvarlardan ibaret bir iskelet, bir yangın yeri, bir harabe İstanbul Belediyesine devredilir. Bina kalıntısı, yağmaya açık serseri yatağı haline gelir. Geniş bahçede kalan ağaçlar sökülür, toprak zeminli bir top sahası haline getirilir. Beşiktaş kulübünün Şeref Stadı denir buraya. Öğrencilik yıllarımızda sürekli açık kapısından girip, pek çok antrenman izlemişizdir. Bu hal 1980’li yılların sonuna kadar sürdü. Ben fotoğrafını 1956’da çektim. 1980’den sonra restorasyon çalışmaları başlatılmış, 1992’den itibaren bir yabancı şirket tarafından otel olarak işletmeye açılmıştır.

Süpermarket çağı masumane başlamıştı

Günümüzün alışveriş dünyasında AVM’lerden ve dizi marketlerden geçilmiyor. Bu kültüre ilk kez 1860’lardan sonra, yani Osmanlı Devleti’ne ekonomik bakımdan dışarıya bağımlılık ve borçlanma alışkanlığı şırınga edilmesi yıllarında az çok bulaşmışlığımız vardı. Galata’da ve Beyoğlu’nda boy gösteren hemen hemen tekmili yabancı sermayeli ve oralardaki ünlü mağazaların birer şubesi gibi açılan giyim ve ev eşyası satan büyük mağazalar örnek olarak gösterilebilir. İlk açılan Bon Marché daha sonra bu tür mağazaların bonmarşe şeklinde genel adı olarak kullanılır oldu. Orozdibak (Orosti Back), Karlman, Mayer, Galata Bonmarşesi tipik örneklerdir. Cumhuriyet kurulduktan sonra bir kısmı kısa zaman içinde kepenklerini kapattılar, bir kısmı da varlıklarını bir süre daha sürdükten sonra yavaş yavaş piyasadan çekildiler.

Cumhuriyet döneminde kendi halinde mağaza zincirleri biri devlet, diğeri kooperatif ve belediye tanzim satış mağazaları şeklinde yeni damarlardan boy göstermişti. Sümerbank ve Tariş mağazaları güzel örneklerdi.

Türkiye çok partili hayata geçtikten sonra ilk dört-beş yıl coşkuyla ve oldukça sorunsuz bir halde geçmişti. Mevcut kaynakların tükenmesi ve beklentilerin artması, buna karşın yeterli arzın sunulamaması sonucu 1954’ten itibaren pahalılık ve yokluk şikayetleri ortaya çıkmaya başladı. En ucuz gıda maddesi ekmek 2. Dünya Savaşı’ndaki gibi karneyle değildi ama, fırınların önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. İstanbul Valiliği pahalılığa karşı bir tedbir düşüncesiyle, ürünü halka ucuz ulaştırma amacıyla ünlü İsviçre kooperatif birliği Migros ile bir anlaşmaya vardı. Dikkat edilirse girişim başlangıçta bir kooperatif faaliyeti biçimindedir. Migros önce mağaza açmadı. İsviçre’den ithal edilen özel donanımlı 20 kamyonla İstanbul’un belli yerlerinde belli günlerde dolaşımlı bir şekilde, halka gıda ve diğer ihtiyaç maddelerini makul fiyatlarla sunmaya çalışıyordu.

Faaliyetin başlangıcı sayılan Migros kamyonlarını, Bir zamanların gezici Migros’ları Beyazıt’ta (üstte), Osmanbey’de (sağda) ve çeşitli semtlerde dolaşan Migros kamyonlarında pahalılıkla mücadele adına gezici tanzim satışları yapılır, halkın bu uygulamaya rağbeti kuyruklar oluştururdu. hemen sonrasında 1956’da Türkiye’nin ilk mağaza zinciri olan Ankaralıların “Gıda ve İhtiyaç Maddeleri” satışıyla ilgilenen GİMA’sı izledi. Çok sonraları da 1973’te İzmir’de adını tanzim satışlarından alan TANSAŞ devreye girmişti. Bu kuruluşun ilk adı Tansa idi. Özel teşebbüs piyasaya hakim oldukça bu kuruluşlar zamanla özel mağaza zincirleri tarafından satın alınmış ve kendi bünyeleri içinde sindirilmişlerdir.

Sultanahmet’te bir top sahası

İstanbul’u fotoğrafçı gözüyle mahalle mahalle gezerken Sultanahmet civarını ihmal etmek olmazdı. Bugün Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasındaki park 60 yıl önce zemini sert toprak olan bir düzlükten ibaretti. Biraz rüzgâr esse tozlar havaya kalkardı. Birileri iki ucuna uyduruk iki kale dikmiş, olmuş sana duvarsız, çizgisiz bir top sahası. Beş-on çocuk bir araya gelip hemen bir mahalle takımı oluşturur. Her zaman için rakip bir başka mahalle takımı da bulunur. Delikanlılar maç yapıyoruz havasıyla top tepikler dururlar. Bu maçların cezaevinin oralardan, Kadırga taraflarından belli sayıda seyircisi bile vardı. Bakarsın komşulardan biri arkasız iskemleciğini bir eline, çayını da bir eline almış pijamalı ev kıyafetiyle meydana, maç seyrine gelmiş. Böyle bir fotoğraf çektim.

Sultanahmet Camii, şehrin Roma döneminden kalan hipodromu üzerine inşa edilmiştir. Marmara yönüne doğru meyilli olan araziyi düz hale getirmek için Hipodromun tribünleri sayılan yerler tonozlu bir yapılaşma ile yükseltilmiş. Payanda gibi görünen bu mimari kalıntılar halen görülebilir. Şimdi o alan temizlenip restore edilmiş ve turistik çarşı haline getirilmiş durumda korunuyor. 60 yıl önce harabe halindeydi. İşte o harabeyi dolaşırken sözünü ettiğim tonozlarda birinin önünün bir kapı yeri bırakılacak şekilde kaba taşlarla örüldüğünü, ama özenle kireçle badanalandığını, derme çatma bir tahta kapı ile kapatıldığını gördüm. Yaratılan hücrenin hemen üzerinde Sultanahmet Camii’nin avlu duvarları görülüyordu, önündeki toprak zemin de düzeltilip güzelce süpürülmüştü. Asıl ilginç olan bir bayrak ve bir kulüp flaması ile naif bir yazıyla düzenlenip asılmış levhaydı. Levhada “Alemdar Gençlik Spor Kulübü” yazısı okunuyordu. Mahalle delikanlılarının çocuksu bir heyecanla hazırladıkları anlaşılan bu lokal, gözden kaçacak gibi değildi.

Bu iki fotoğraf bir yerlerde basılsın istedim. Milliyet gazetesi henüz Molla Fenari sokağındaki üç katlı bir ev görünümündeki ilk yerinde idi. Kapı ardına kadar açık, “kime niçin geldin” diyen yok. Yazı İşleri Müdürünün yerini çaycıdan öğreniyorsun, kendin buluyorsun. Abdi İpekçi ile ilk karşılaşmamız. Beni karşısına oturtuyor, sakin bir şekilde benimle sohbet ediyor. Fotoğraflarıma bakıyor. Şeytanspor lokali fotoğrafını seçiyor. Sonra camlı bölme ile ayrılmış yerde oturan genç adama sesleniyor: “Turan, bu kardeşimizi muhasebeye götürüver de ödeme yapsınlar” deyip kibarca ayağa kalkıp beni uğurluyor.

O fotoğraf, ertesi gün Milliyet’in üçüncü sayfasında yayımlandı. Önemli olan şu: Bir fotoğrafımın ilk kez Türkiye’nin en prestijli gazetelerinden birinde yayımlanması. Bir de sadece 5 lira olan telif ücretini de peşin peşin Abdi İpekçi gibi çok değerli bir ustanın elinden almış olmam.

Sökülen tarih 1956’da Ertuğrul yatı, Haliç Tersanesi önünde ömür tüketmekteydi. II. Abdülhamid’in hizmetine tesis edilen yat, Sultan Reşat ve daha sonra Atatürk tarafından kullanılmıştı.

Ertuğrul yatı ölümü beklerken

1956 başlarında çektiğim fotoğraflar arasında, on yıldır devre dışı bırakılmış ve sökülmek üzere Haliç tersanesine çekilmiş olan Ertuğrul yatının durumunu gösteren bir fotoğraf da vardı. Vaktiyle bembeyaz bir kuğu zarafeti ile Marmara denizinde yüzen yat, orada kir-pas içinde söküleceği zamanı beklemekteydi. Geçmişte olanlara baktığımızda, söküm işine başlanana kadar daha dört yıl aynı yerde bekleyecek ve söküm süresi de bir yıl kadar sürecekti.

19. yüzyılda hükümdarların yat sahibi olmaları neredeyse bir prestij meselesi haline geldiği günlerde, bizde de, II. Abdülhamid’in hizmetine tahsis edilmek üzere İngiltere’de çok lüks yatlar imal etmekle ünlenmiş bir firmaya bir yat ısmarlanmış. Ona da hanedanı başlatan Osman Gazi’nin babası Ertuğrul’un adı verilmiş. Son hazırlıkları ve testleri yapıldıktan sonra 30 Aralık 1903 tarihinde merasimle hizmete girmiş. Ne var ki Abdülhamid’in uzun yolculukları olmadığı için onu hemen hemen hiç kullanmıştı. Savaş yıllarına denk gelmesine karşın dokuz yıllık saltanatı sırasında Sultan Reşat, birazcık da olsa tadını çıkarmaya çalışmışsa da, işgal ve mütareke yıllarında yat yine İstanbul’da bağlı kalmıştı. Cumhuriyetin ikinci yılında cumhurbaşkanlığının resmî yatı olarak tescil edilmişti.

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul basınının ve iş adamlarının kurtuluş hareketine candan katılmadıkları, bir bölümünün olumsuz tavır takındıkları için İstanbul’a küstüğü söylenir. Hatta bir kez Hamidiye zırhlısıyla Boğaz’dan geçtiği halde şehre uğramadığı bilinir. Ama asıl gerçek, herhalde onun bilinçli bir şekilde Ankara’yı başkent olarak akıllara yerleştirmek, direnç gösteren yabancı elçilik ve temsilcilikleri kesin olarak oraya çekme siyaseti olmalıydı. Nihayet 1927’de İstanbul’a gelişi Ertuğrul yatıyla olmuştu. Dillere destan, muhteşem bir karşılamayla. Atatürk’ün hastalık dönemine denk gelen 1937 tarihinde Savarona’nın satın alınmasıyla Ertuğrul yatı devre dışı kalmış oldu. Atatürk Savarona’da sadece 54 gün kalabilmişti. Aslında ona on yıl boyunca kesintisiz hizmet vermiş asıl yatı Ertuğrul’du. Kalmalı, ihya edilmeli, müze yapılmalıydı. Sıradan bir gemi gibi sökülüp parçalanmak gibi bir kaderi olmamalıydı diye düşünürüm hep kendimce.

Devamını Oku

Son Haberler