Olağanüstü bir sese sahip ama kaprisli, bencil, rakipleriyle saç saça baş başa kavga eden bir kadın! Opera yıldızlarına verilen ‘prima donna’ (birinci kadın) adı zamanla böyle bir anlama büründü. Aralarındaki rekabet, 18. yüzyıldaki Francesca Cuzzoni ile Faustina Bordoni’den 20. yüzyıldaki Maria Callas ve Renata Tebaldi’ye kadar destanlaştı. Sahne hayatı ve gerisinde yaşanan gerçek dramlar…
Odysseia destanında gemisiyle ülkesine dönmeye çalışan Odysseus, yolda karşılaşacağı büyük bir tehlike konusunda şöyle uyarılır:
“Sirenlere varacaksın sen en önce,
Onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,
Kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı, (…)
Sirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler, (…)
Durma orda yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
Tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler.”
Homeros’un destanındaki güzel şarkılarıyla erkekleri büyüleyerek yok eden “Siren” denilen bu yaratıkların adı, bugün neden alarm sesi anlamına geliyor? Çünkü öteden beri kadın sesinde erkekleri büyüleyerek mahveden bir tehlikenin barındığına inanılırdı. Belki de bu nedenle, 18. yüzyıldan itibaren opera şarkıcısı kadınların, sahnede canlandırdıkları roller hayatlarına yansıtılıyor, sıradan bir kadın olmaktan çıkarılarak birer zalim kraliçe, kocasına ihanet eden eş, intikam peşinde koşan veya yoldan çıkmış trajik kadına dönüştürülüyorlardı.
Toplumdaki diğer kadınlardan farklı olarak icra ettikleri sanat, kazandıkları şöhret ve para nedeniyle, basmakalıp bir tip haline geldiler. İtalyanca “prima donna” (birinci kadın) veya “diva” (tanrıça) gibi adlarla anıldılar. “Prima donna” zamanla şımarık, kıskanç, kavgacı, bencil kadın anlamına geldi. Perde kapandıktan sonra rolleri bitmiyordu; sanki sürekli skandal çıkarmak zorundaydılar. Ayrıca ahlaken yoldan çıkmış kabul ediliyorlardı. 20. yüzyılın ortalarına kadar bu inanış sürdü. Kendi aralarındaki rekabet de “prima donna” modelinin bir başka özelliğiydi. Opera meraklılarının futbol takımı taraftarları gibi tuttukları birer soprano (veya mezzosoprano) vardı; basının toplumdaki etkisi arttıkça bu rekabet de keskinleşti ve eğlence endüstrisinin en canlı ve kârlı yönlerinden biri oldu.
Yukarıda çizdiğimiz bu modelin ilk örneği 18. yüzyılın ortasındaki Faustina-Bordoni-Francesca Cuzzoni ikilisiyse, son örneği de 20. yüzyılın ortasındaki Maria Callas-Renata Tebaldi çiftiydi. Bu modelin bir gerçek değil de bir kalıp olduğunu en iyi kanıtlayan, aralarındaki iki yüzyıllık zaman farkına rağmen bu iki rekabetin birbirine benzerliğiydi.
Francesca Cuzzoni (1696-1778) ile Faustina Bordoni (1697-1781), kariyerlerinin zirvesine Londra sahnelerinde ulaşmış iki İtalyan şarkıcıydı. Londralılar Cuzzoni’ye “Eski Siren”, Bordoni’ye ise “Yeni Siren” lakabını takmışlardı. Her ikisi de iyi birer şarkıcıydı. Bordoni çok güzel, yumuşak görünüşlü bir kadınken, Cuzzoni’ye kimse böyle iltifat edemezdi. Ancak çirkin, inatçı, kavgacı Cuzzoni, müzisyen olarak diğerinden daha üstün görülüyordu.
Bu divaları İngilizlerle tanıştıran, besteci Handel olmuştu. Londra’da kurulan Royal Academy of Music adlı opera topluluğunun başına gelen Handel, her ikisini de İngiltere’ye davet etmişti. Londra’ya ilk gelen Cuzzoni, Handel’in “Ottone” adlı operasındaki rolü için prova yapılırken kıyameti kopararak besteciyi çileden çıkardı. Onu belinden tuttuğu gibi ikinci kat pencerelerinden birinin önüne sürükleyen Handel, “Madam, tam bir dişi şeytan olduğunuzun farkındayım ama benden size uyarı: Ben de bütün şeytanların başı iblisim!” diye bağırdı. Her an pencereden aşağı atılacağını anlayan Cuzzoni, rolü üstlenerek büyük bir başarı kazandı.
Birkaç yıl sonra bu defa Handel, İtalya’dan Francesca Bordoni’yi transfer etti. İki kadın, biri soprano diğeri mezzosoprano olduğu halde, hemen müthiş bir rekabete girdiler. Seyirciler taraflara ayrıldı; rakip taraftarın gözdesi şarkı söylerken onu ıslıklayıp yuhalayarak operayı futbol stadyumuna çevirdiler. Yarış atlarına Cuzzoni ve Faustina isimlerinin verilmesi rekabeti daha da artırdı. O sırada yeni yeni gelişen basın, ballandıra ballandıra bu rekabeti anlatarak düşmanlığı kızıştırdı. 1727’de Bononcini’nin “Astianatte” adlı operasında her ikisi birden rol aldı. Birinin taraftarları öbürünü o kadar çok yuhaladı ki, her iki şarkıcının da duyulması imkânsız hale geldi. Kavga sahneye taşındı; şarkıcılar birbirlerinin perukalarını çekip çıkararak dövüşmeye başladı. Sonunda her ikisi de sahneden zorla içeriye taşındı. Seyirciler arasında bulunan veliaht prens ve prenses dehşete kapılmıştı; opera sezonu tamamen tatil edildi.
Müzik tarihçisi Sarah Pozderec-Chenevy, doktora tezinde (“Diva Rivalry for Fun and Profit”), Cuzzoni ile Bordoni arasındaki rekabeti, 20. yüzyılda Maria Callas ile Renata Tebaldi arasındaki yarışa benzeterek şöyle diyor: “Faustina Bordoni (ve daha sonra Renata Tebaldi) gibi ‘iyi’ kadınların yaşam öyküleri anlatılırken, kahramanın hayatının mutlu sonla bittiği vurgulanır; prima donna, sıkı çalışmasının ve ahlaklı davranışlarının meyvesini toplayarak, etrafında ailesiyle huzur içinde yaşlanır. Francesca Cuzzoni (ve daha sonra Maria Callas) gibi, şımarık, bencil ve ‘kötü’ kadınların kaderi ise kara komediye benzer; prima donna yaşlandığında günahlarının sonucuna katlanır, yalnız başına kalır”. Gerçekten de ‘kötü’ diva Francesca Cuzzoni müziği bıraktıktan sonra bir düğmecinin yanında çalışarak yoksulluk içinde ölürken, ‘iyi’ diva Faustina Bordoni ünlü besteci Hasse ile evlenerek mutlu bir yaşlılık dönemi geçirdi.
Renata Tebaldi (1922-2004)
Maria Callas (1923-1977)
Romantik dönemde yani 19. yüzyılda opera çok parlak bir dönem geçirdi. Ancak bu devrin prima donna’larının öncekilerden çok farkı yoktu. Bestecilerden emprezaryolara kadar herkesi karşılarında tirtir titrettikleri, kaprisleriyle aynı sahneyi paylaştıkları meslektaşlarını bıktırdıkları söyleniyor, basın da bu söylentileri abarttıkça abartıyordu. 19. yüzyılın büyük yıldızı İspanyol mezzosoprano María Malibran’ın 28 yaşında ölmesi bile basında böylesi sert bir rekabete bağlanmıştı. Malibran, 1836’da Londra’da attan düşerek ağır bir sarsıntı geçirmesine rağmen opera gösterilerini iptal etmedi. Öldüğü gün, Manchester’da bir konserde, soprano Maria Caradori-Allan ile sahneyi paylaştı. İkisi, Mercadante’nin “Andronico” operasından bir düet söylediler. Orkestra şefi Sir George Smart’ın anlattığına göre, Caradori-Allan şarkı söylerken, birlikte provasını yapmadıkları bir dizi süslemeye girişince (İtalyan operasında şarkıcılar besteye kendi ses süslemelerini katar), María Malibran da çaresiz ona doğaçlama yaparak karşılık vermek zorunda kaldı. Bu stres yetmiyormuş gibi seyirciler alkışlarıyla şarkıcılardan düeti tekrarlamalarını istediler. Tezahürat sürerken, bitap durumdaki Malibran orkestra şefinin kulağına “Tekrar söylersem beni öldürecek” diye fısıldadı. “Öyleyse söyleme, bırak seyircilere ben durumu açıklayayım” dedi orkestra şefi. Ancak Malibran “Hayır” diye cevap verdi. “Yeniden söyleyeceğim ve onu (Coradori-Allan’ı) mahvedeceğim.” Ancak fazla geçmeden fenalaşarak sahne arkasına taşınan Malibran, bir daha kendine gelemeden hayata veda etti. Muhtemelen Coradori-Allan, Malibran’ı öldürmek için bilinçli hareket etmiş değildi ancak divalar arasındaki rekabetle ilgili önyargı nedeniyle bu dedikodu peşini bırakmadı.
1950’lerde dünya opera sahnesini iki büyük yıldız ele geçirdi. Renata Tebaldi (1922-2004) ve Maria Callas (1923-1977). Sanatçıların repertuvarları, ikisi de soprano olduğundan kesişiyordu. İkisi arasındaki rekabetle ilgili söylentiler, basının ve seyircilerin ilgisini yıllarca ayakta tuttu. Sorunlar 1950’de, her ikisi de Rio da Janeiro’da sahneye çıktıklarında başladı. Bir konserde, arka arkaya birer arya söylediler. Ancak Callas, Renata’nın alkışlar üzerine bir bis parçası söylemesi üzerine köpürdü. Bu basit olay gazetelerde önemli bir yer tuttu.
Birkaç yıl sonra ikisinin de ABD’deki şöhretinin artmasının ardından, aralarındaki rekabetle ilgili bir soru üzerine Callas şöyle dedi: “Eğer sevgili dostum Renata Tebaldi, (benim yaptığım gibi) bir gece Norma veya Lucia’yı, ertesi gece de Violetta, La Gioconda veya Medea’yı söylerse –işte ancak o zaman birbirimize rakip oluruz. Aksi takdirde, (bizi karşılaştırmak) şampanyayla konyağı… pardon, şampanyayla Coca-Cola’yı karşılaştırmaya benzer”. Buna karşılık Renata Tebaldi’nin ise “Maria’nın sahip olmadığı tek bir şey var, o da kalp” dediği öne sürüldü.
Maria ve Renata, iki yüzyıl önceki Francesca ve Faustina’nın kopyası gibiydi. Mavi gözlü, beyaz tenli, uzun boylu, güzel Renata, pürüzsüz, kadife gibi yumuşak bir “melek sesine” sahipti. Esmer, şişman ve çirkin Maria’nın (sonradan aşırı zayıflayacak, dramatik güzelliği ortaya çıkacaktı) sesi ise “meleksi” değildi ama benzersiz bir yorumcu ve sesini dramanın emrine veren büyük bir şarkıcıydı. Renata annesiyle çok iyi geçinirdi; Maria ise annesiyle ömrü boyunca çekişmişti. Renata’nın kimseyle kavga ettiği görülmemişti, Maria orkestra şeflerinden opera evlerinin müdürlerine kadar herkesle davacıydı. Renata’nın özel hayatını çok az insan bilirdi, Maria’nınki ise her gün gazete sayfalarındaydı. Kısacası Renata “iyi prima donna”, Maria ise “kötü prima donna” kalıbına oturuyordu.
Bu imaj gerçeği yansıtmıyordu. Renata sanıldığı kadar yumuşak huylu değildi; hatta New York Metropolitan Operası’nın müdürü Rudolf Bing’e göre, “demirden gamzeleri” vardı. O da en az Maria kadar saplantılıydı, herkesten kendisininki kadar mükemmel bir performans beklerdi. Maria Callas peşini bırakmayan şımarık suçlamalarından hiç kurtulamamış, hastalandığı için temsile çıkamadığında bunu kaprise bağlayan seyircilerin yuhalarıyla karşılaşmıştı. Renata ise 1951’de Metropolitan’da “La Traviata”nın gala gecesi kendi performansını beğenmediği için sonraki sekiz gösteriden çekildiğinde, hayranları hayalkırıklığına uğramış ancak kimsenin aklına protesto etmek gelmemişti. Maria Callas’ın Yunanlı armatör Onassis’le yaşadığı aşk, kocasından ayrılması, ardından Jackie Kennedy ile evlenen Onassis tarafından terk edilmesi magazin haberlerine konu olurken, Renata’nın evli sevgilisinden ancak ölümünden sonra söz edilmişti.
Sahnelerin “iyi” prima donna”sı Tebaldi hakkında dedikodulara izin vermemesi ve zarif bir portre çizmesi sayesinde sahnelerin “iyi prima donna”sı olmuştu.
İki sopranonun sonu da modele uyuyordu. Maria’nın meslek yaşamı mücadeleyle geçmişti, mesleği bırakışı da sorunluydu. Opera dünyasından zirvesinde kayar gibi ilerleyen Renata ise zamanı geldiğinde zarafetle ayrılmayı bilmişti. Callas sahneyi bıraktıktan sonra birkaç kere yeniden operaya dönmeye kalkıştı, ama bu çabalar acıklıydı. Eskinin bir gölgesine dönmüştü. Sonunda sadık hizmetçisi Bruna ve köpekleriyle yaşadığı Paris’teki apartman dairesinde öldü. Renata ise çevresinde ailesi ve dostlarıyla, saygı ve sevgi görerek 82 yaşına kadar yaşadı.
Tebaldi, ömrünün sonuna doğru kendisiyle yapılan bir görüşmede, eski rakibesiyle son dramatik karşılaşmasını anlattı. Yıl 1968’di, Renata Tebaldi, Metropolitan operasında “Adriana Lecouvreur” operasında sahneye çıkıyordu. Seyircilerin arasında meslek yaşamını çoktan terketmiş olan Maria Callas da vardı. Temsilden sonra Callas, kuliste Renata’yı ziyaret etti. Renata şöyle anlatıyor:
“Çok şaşırdım. Öteden beri onun rakibiydim, 1949’dan beri konuşmamıştık: Neden beni görmek istiyordu? Giyinme odamda birbirimizin gözlerine baktık, kucaklaştık. Maria bana sıkı sıkı sarıldı. Yaprak gibi titriyordu. Gözlerinden akan yaşları boynumda hissediyordum. Neden bu kadar duygusallaştığını anlayamamıştım. Ertesi gün gazetelerde Onassis’in Jackie Kennedy ile evleneceğini okuduğumda anladım. Maria bu evlilikten bir gün önce haberdar olmuştu. Onassis uğruna feda ettiği bir dünyayı temsil ettiğim için görmeye gelmişti beni”.
Başka bir dünyada dost olabilecek bu iki müzisyen, opera dünyasının kuralları gereği birbirinden nefret eden iki rakip diva olarak tarihe geçti.
‘CASTRATO’ SESLER
Hadım şarkıcılar ve kaprisleri…
On altıncı yüzyıldan itibaren, 8-10 yaşlarındaki erkek çocuklar, gırtlak ve ses tellerinin bir kadınınki gibi küçük kalması için hadım ediliyordu. “Castrato” (hadım) denilen bu çocuklar büyüdüklerinde, sesleri soprano veya kontralto gibi kadın ses türlerinden birine denk düşüyordu. Aralarından yetenekli olanlar rock yıldızlarıyla karşılaştırılabilecek bir üne kavuşuyordu. “Primo uomo” (birinci erkek) denilen bu castrato’lar seyircinin gözünde erkekten çok kadın olarak görüldüğünden, prima donna’larınkine benzer bir imaja sahiptiler; kaprisli, sık sık sinir krizleri geçiren, birbirlerini kıskanan tuhaf yaratıklardı. Ünlü castrato’lardan Caffarelli’nin temsil sırasında rol arkadaşları şarkı söylerken onları taklit etmek, dil çıkarmak, laf atmak gibi seyircileri kahkahaya boğan ama operanın bütün dramatik yapısını mahveden huyları vardı.
1728’de besteci Handel, Londra’daki opera topluluğu Royal Academy of Music için dönemin en ünlü castrato’su Farinelli’yi İtalya’dan transfer etmeye karar verdi. Yaşam öyküsü 1994’te başarılı bir filme konu olan Farinelli, ünlü besteciyi üç kere kapısının önünde bekletti ve sonunda 1734’te Handel’e rakip Opera of the Nobility adlı topluluğun davetini kabul etti. Handel ise kendi “primo uomo”su olan Senesino ile yetinmek zorunda kaldı. Ama çok geçmedi, rakip topluluk Senesino’yu da ondan çaldı ve ilk kez iki büyük castrato aynı sahneyi paylaştı.