Bu ay vizyona tartışmalı bir Churchill filmi giriyor. Filmde Winston Churchill’in 1. Dünya Savaşı’nda Çanakkale ve Avrupa siperlerinde ölen gençleri düşünerek suçluluğa kapıldığı, bu nedenle II. Dünya Savaşı’nda Normandiya Çıkarması’na karşı çıktığı iddia ediliyor.
İki kere Büyük Britanya başbakanı olan Winston Churchill, son yıllarda İskender, Sezar, Napolyon’u geride bırakarak, hakkında en çok film çekilen tarihî kişilik haline geldi. Bu filmlerin çoğunda II. Dünya Savaşı’nda Büyük Britanya’nın liderliğini üstlendiği ilk başbakanlık dönemi (1940-45) canlandırıldıysa da, gençlik yılları, iki savaş arasında politika dışına itildiği, “vahşi yıllar” adını verdiği dönem ve yarı bunamış olarak sürdürdüğü ikinci başbakanlık dönemi (1951-1955) de ekranlara gelmişti.
Bu ay vizyona girecek “Churchill” filminde ise, karşımıza alışılmamış bir karakter olarak çıkıyor. Film, II. Dünya Savaşı’nda müttefiklerin Fransa’yı Almanların elinden almak ve Almanya’ya doğru ilerlemek amacıyla Haziran 1944’te Fransa’daki Normandiya kıyılarına yaptığı Overlord Harekâtı denilen çıkarmadan önceki 96 saatte başbakanın yaşadığı tereddütleri ve geçirdiği depresyonu anlatıyor. Bu 96 saatte gerçekten bu duygulara kapılmış mıydı? I. Dünya Savaşı’nda sayısız gencin öldüğü Çanakkale Harekâtı’nı hatırlayarak suçluluk duymuş muydu? Büyük insan kaybına neden olacağı korkusuyla Normandiya Çıkarması’nı durdurmak için son ana kadar uğraşmış mıydı? Çıkarmadan birkaç saat önce yataklara serilip dünyayla ilişkisini kesmiş miydi?
Churchill’in sık sık “kara köpek” adını verdiği depresyon nöbetlerine kapıldığı bilinse de, bu sahneler doğrusu fazla inandırıcı gelmiyor. Ancak filmin genç bir kadın tarihçi olan senaryo yazarı Alex von Tunzelmann, İngilizlerin II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’da bir kara savaşına girmekten son dakikaya kadar kaçınması, I. Dünya Savaşı siperlerinin anısının Britanya ordusunda yarattığı derin korku gibi bazı gerçeklerden yola çıkarak, Churchill’in bu dönemde yaşamadıysa bile “yaşayabileceği” duygusal iniş-çıkışları vurguluyor. Gerçekten de Churchill, II. Dünya Savaşı boyunca Alman savaş makinesiyle Avrupa’da doğrudan karşı karşıya gelmek yerine, bu makineyi yorarak zayıflatacağına inandığı yan harekâtlar ve hava bombardımanıyla yetinmişti; Almanya’nın “yumuşak karnına” saldırdığını ileri sürerek düşmanla Norveç, Akdeniz, Kuzey Afrika gibi tali noktalarda yüz yüze gelmeyi tercih etmişti; doğuda Alman ordularıyla kafa kafaya çarpışan Sovyet diktatörü Stalin’i bu yan saldırıların Almanları yorup dikkatlerini dağıtacağına inandırmaya çalışmıştı. Ancak ABD Aralık 1941’de savaşa girdikten sonra tek karar verici olmaktan çıkmıştı. Büyük Britanya o kadar zayıf, ABD o kadar güçlüydü ki, Churchill’in müttefik karargâhındaki etkisini 1944’e kadar sürdürmesi yine de başarı sayılırdı. Ancak Normandiya Çıkarması planlandığında artık ipler müttefik ordularının Amerikalı Başkomutanı General Eisenhower’ın ve Washington’daki Başkan Franklin D. Roosevelt’in elindeydi. Churchill’in iktidar kaybı filmin belki biraz abartılı olarak yansıttığı gerçeklerden biriydi.
Filmde “insan” Churchill, kâh kendisinin Donanma Bakanı olarak planladığı 1915 Çanakkale macerasının yarattığı insani felaketleri, kâh Somme (1916) ve Paschendale (1917) gibi Avrupa’daki korkunç muharebelerin yol açtığı insan zayiatını hatırlıyor, kâbuslarında kan rengine bürünmüş dalgaları, siperlerde can veren gençleri görüyor. Böylece film, günümüz kahramanlık ölçütlerine uyarak, Churchill’i “savaştan nefret eden savaşçı” figürüne oturtmaya çalışıyor. Oysa Churchill, tam aksine savaş hayranı, kendini büyük bir komutan sanan bir politikacıydı. Ayrıca o sırada insan zayiatı bugünkü gibi seçmenler karşısında işlenecek büyük bir siyasi günah olarak kabul edilmiyor, Avrupalı politikacılar vekâlet savaşlarına gerek görmeden kendi askerlerini savaş alanına sürebiliyordu.
Kaldı ki Churchill zaten ömrünü oraya buraya çıkarma planlayarak geçirmişti: 1915’te Çanakkale, 1940’ta Norveç, 1942’de Kuzey Afrika, 1943’te Sicilya, aynı yıl Rodos/Kos… Bu operasyonların bir bölümü tamamen başarısız olmuş, diğerleri de savaşın gidişatında belirleyici etki yaratamamıştı. Bunların hepsinde de sayısız insan ölmüştü. Churchill’in bu ölümler karşısında tamamen kaygısız kalmadığı, Normandiya Çıkarması’ndan bir gün önce “yarın 20 bin insan ölebilir” diye hayıflandığı doğru olsa da, bu durumun onu yataklara düşürecek bir depresyona neden olabileceğine inanmak zor. Dolayısıyla film aslında Churchill’in kendi iç hesaplaşmasından çok, günümüz İngilizlerinin iç hesaplaşmasını anlatıyor. 2002’de “tarihin en büyük Britanyalısı” olarak seçtikleri kişinin, aynı zamanda sayısız insanın ölümünden sorumlu bir politikacı olması, 21. yüzyıl için bir çelişki oluşturuyor. Filmin Büyük Britanya’da barışçı “solcu” tarihçilerle savaşkan “sağcı” tarihçiler arasında tartışmaya yol açması, ekranda Churchill’in kendisinden çok, belli bir Churchill algısının yansıtıldığını gösteriyor.
Filmde Churchill’in kişiliğinin bilinen başka özelliklerini, örneğin konuşmalarına verdiği önemi, bunları hazırlama biçimini de görüyoruz. Yazarak, sonra yüksek sesle tekrar tekrar okuyarak, yaratacağı etkiyi hayal ederek çalışan Churchill o kadar iyi bir hatipti ki, politikacı olarak başarısını bu yönüne borçlu olduğu, II. Dünya Savaşı’nda sürekli yenilgiye uğrayan Britanya ordusunun başarısızlığını, parlamento veya radyoda attığı nutuklarla telafi ettiği bile söylenebilirdi. Filmdeki bu sahneler sayesinde, devlet adamının kendine özgü sesi ve konuşma tarzını başarıyla canlandıran Brian Cox da Churchill rolünü üstlenmiş usta oyuncular listesine (Richard Burton, Anthony Hopkins, Brendan Gleeson, Albert Finney, John Lithgow vb.) girmiş oldu.
Churchill’in hayatındaki en önemli kişi kuşkusuz aile içinde “Clemmie” denilen eşi Clementine’di. Sık sık hezeyana kapılan, olmadık projelere yoğunlaşan, inişli-çıkışlı bir ruh haline sahip Churchill’e çekidüzen verme, ayaklarının yere basmasını sağlama görevini o üstlenmişti. Savaş boyunca Churchill’i sık sık hükümetteki İşçi Partili bakanları bir kenara itmemesi, Muhafazakâr Parti lideri gibi değil, ulusal koalisyonun lideri gibi davranması için uyarmıştı. Churchill, çevresindekilere diktatör gibi davranıyor, korkutucu öfke nöbetlerine kapılıyordu. Başbakanlık sekreterleri eşinden yardım isteyince, Clementine Churchill’e bir mektup yazdı (konuşarak kendini dinletemeyeceğini biliyordu): “Sevgili Winston. Kral, Canterbury Başpiskoposu ve Avam Kamarası Başkanı dışında herkesi kovabileceğini biliyorum. O halde bu müthiş iktidarı iyilik, sükûnet ve nezaketle birleştirmelisin. Aksi takdirde insanlardan istediğin sonucu elde edemezsin. Ya senden gizlice nefret eder ya da köle zihniyetiyle hareket ederler…” Ancak başbakanın herkesi olduğu gibi karısını da çileden çıkartmayı başardığı oluyordu. Kızı Mary Soames, yazdığı biyografide bir gün annesinin soğukkanlılığını kaybederek bir tabak dolusu ıspanağı babasına doğru savurduğunu anlattığına göre, filmde Clemmie’nin kocasına tokadı yapıştırdığı sahne gerçeklerden çok da uzak değil.
Sonuç olarak film, zaten sinemada kırk kere anlatılmış olan Normandiya Çıkarması’nı iyice geriye itseydi, Churchill’in savaştan kaynaklanan suçluluk duygusunu abartmak yerine tamamen kişiliğine ve özel hayatına yoğunlaşsaydı daha başarılı olabilirdi.