Geçen ay, Türkiye’de yıllarca cezaevinde yatan, şiirleri ve kitapları yasaklanan Nâzım Hikmet’in 103’üncü doğum yılıydı. Büyük şair, 1951’de gittiği Sovyetler Birliği’nde de bir süre sonra ülkesinde olduğu gibi gizli servis tarafından takip edilen bir “rejim muhalifi” olmuştu.
İslamcı hareketin önemli dergilerinden Sebilürreşad, 8 Ağustos 1953 tarihli nüshasının kapağında Nâzım Hikmet’le ilgili bir karikatür yayınladı. Karikatürde, kemerinde orak çekiç, elinde Stalin resmi taşıyan Nâzım Hikmet, “Beni Stalin yarattı” diyordu. Bu karikatür, Moskova’ya gidişinin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra bile Nâzım’a yönelik tepkinin dinmediğini gösteriyor.
Tepkinin sadece muhafazakâr cenahta olduğu zannedilmesin. Daha Nâzım’ın gittiği hafta Cumhuriyet gazetesi, “Nâzım da Moskofların şakşakçı peyki oldu” başlığıyla çıkmış, hatta Nâzım’ın Moskova’da çekilmiş fotoğrafının altına, “Resmini, millet doya doya yüzüne tükürsün diye basıyoruz” diye yazmıştı.
Vatan’da Ahmet Emin’in makalesi ise ondan, “Moskova radyosuna kapılanmış adi bir komünist ajanı” diye söz ediyordu. Türk matbuatı, soğuk savaşın antikomünist ikliminin ve Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyen Moskova’ya yönelik nefretin etkisi altındaydı. Dönemin en ağır küfürleri, “Moskof ajanı”, “vatan haini”, “komünist” diye sıralanabilirdi. Nâzım’dan üçü de esirgenmedi.
2001’de, Nâzım’ın doğumunun 100. yılı nedeniyle bir belgesel hazırlığı için Moskova’ya gittiğimde, şairi orada karşılayanlar ve ağırlayanlarla görüştüm. Ve oradaki Nâzım’ın, buradaki Nâzım algısıyla taban tabana zıt olduğunu gördüm. Nâzım, Stalin’in resmini taşımak şöyle dursun, Stalin resmi taşıyan sanatçılara kafa tutan, aykırı bir adamdı Moskova’da…
Biraz geriden alalım:
Nâzım komünistti; ancak Türkiye Komünist Partisi tarafından aforoz edilmiş bir komünistti. Biyografisinde “Partimden koparmaya yeltendiler beni/Sökmedi” dediği olay, 1930’larda gerçekleşmişti. Nâzım, 1929 tevkifatından sonra, TKP’deki muhalif kanatla yakınlaşmıştı. Onun genel sekreterliğini üstlendiği muhalif komite, parti içi demokrasi ve Komintern kararlarını eleştirme özgürlüğü istiyordu.
Bu talepler nedeniyle Şubat 1932’deki parti kongresinde hararetli tartışmalar yaşanmış ve Nâzım’ın “Stalin karşıtı faaliyetleri nedeniyle” partiden resmen ihraç edilmesine karar verilmişti (Daha fazla ayrıntı için bkz: Romantik Komünist, S. Göksu, E. Timms, Doğan Y, 2001).
Orak-Çekiç dergisi, “kara liste”de adını yayınladığı Nâzım’ı “Troçkist”, “burjuva revizyonisti” ve “Mustafa Kemal’in ajanı” olmakla suçluyordu. TKP’ye göre o, “Kemalist burjuvaziye satılmış, polisin uşağı, Türkiye amelesinin ve emekçi halkının düşmanı”ydı. İşte Nâzım, bu sicille Moskova’ya uçmuştu.
Moskova’ya vardıktan sonra ilk şoku nasıl yaşadığını, daha sonra Vera ile kıyacağı nikâhta şahidi olacak, edebiyatçı dostu Antonina Svetçevskaya’dan dinlemiştim. Şöyle anlatmıştı:
“İlk taksiye bindiğinde taksici ona ‘Nereye patron’ diye sormuş. Nâzım çok bozulmuş, kızmış. ‘Ne “patron”u?’ demiş, ‘Burası emekçilerin, çiftçilerin ülkesi değil mi? Patron da nereden çıktı?’”
Nâzım, 12 yıldır hapisteydi. 1928’den beri Sovyetler’i görmemişti. Lenin’den sonra yaşananları takip edememişti. 1920’lerde, devrim ateşleri yanarken gelip eğitim gördüğü eski Moskova’ya geldiğini düşünüyordu.
O günlerden eski yoldaşlarını sorduğunda senelerdir ortada görünmediklerini öğreniyordu.
Büyük bir açlıkla peşpeşe tiyatrolara gittiğinde Meyerhold’un, Mayakovski’nin oyunlarını arıyor, onlar yerine Stalin’e “güneşimiz” övgüleriyle biten propaganda piyesleri izliyordu. Her tarafa konmuş Stalin büstlerini, heykellerini gördükçe şaşırıyordu.
İlk çıkışını, Moskova’ya varışından on beş gün sonra Yazarlar Birliği’nin onuruna verdiği yemekte yaptı. Yıllar sonra yaptığım röportajda, Sovyet şairi Yevgeni Yevtuşenko o konuşmayı şöyle aktardı:
“Nâzım orada dedi ki:
‘Sevgili dostlar. Ben hapishanedeyken Rus tiyatrosunu, Meyerhold’un, Mayakovski’nin devrimci sanatını hatırlardım. Fakat buraya gelince korkunç hayalkırıklığına uğradım. Çünkü gördüğüm kadarıyla bu büyük deneysel sanat tamamen çökmüş, yerine sizin ‘sosyalist gerçekçilik’ dediğiniz, oysa sosyalizmle de gerçekçilikle de ilgisi olmayan bir sanat türemiş. Siz bu kurmaca hayata ‘cennet’ diyorsunuz, ama bu ‘devrimci sanat’ filan değil, ‘küçük burjuva’ sanatıdır. Muhtemelen bugün yarın yoldaş Stalin’i görmeye gideceğim ve komünist komüniste konuşurken ona Moskova’da kendisini güneş şeklinde tasvir eden bir sürü zevksiz heykelini, büstünü gördüğümü söyleyeceğim. Bu tür bir putlaştırmanın devrimci düşünce için tehlikesini anlatacağım’.”
O günün Moskovası için ağır sözlerdi bunlar…
Nitekim yazarlar tepki gösterdi. Simonov, “Stalin gerçekten bizim güneşimizdir. Böyle konuşamazsınız” diyerek itiraz etti. Nâzım, o konuşmadan sonra, Stalin’le görüşemedi.
10 yıl boyunca kendisine Sovyet pasaportu da verilmedi. Artık -Türkiye’de olduğu gibi- Moskova’da da gizli servis tarafından takip edilen bir “rejim muhalifi” idi. İlginç bir hatırlatma ile bitireyim: Nâzım, kalp rahatsızlıklarından birinin ardından, kendisine bakan sevgilisi Galina’ya vasiyetini yazdırmıştır. O vasiyette, telif gelirlerinin 4’te 3’ünü eşi Münevver ile oğlu Memet’e, 4’te 1’ini ise TKP’ye bırakıyordu.
Stalin için sekiz yıl arayla iki farklı şiir
Stalin, Nâzım Moskova’ya gittikten yaklaşık iki yıl sonra öldü. O dönem Yazarlar Birliği, birçok yazarla birlikte Nâzım’dan da Stalin’e bir şiir yazmasını istedi.
Memet Fuat’a göre, Nâzım, Stalin’in adını geçirmeden, Lenin’i öne çıkararak, soğukkanlı, putlaştırmayan dizeler yazdı.
“Bu hiç kuşkusuz Sovyet Yazarlar Birliği’nin nasıl bir şiir istediği bilinerek, günün genel havasına uyularak, bir yandan da kendi ortaya vuramadığı düşüncelerine büsbütün ters düşmemeye çalışarak yazılmış bir şiirdi.” (Nâzım Hikmet, Adam Yayınları, 2000)
Sekiz yıl sonra, Kruşçev sonrası Sovyetler’in yeni ortamında, Stalin’in bir put olduğunu hatırlatan, bambaşka dizeler yazacaktı. O dizeler, ancak Nâzım öldükten sonra yayınlandı.
“Yoldaşlarım,
acınızı duyuyorum,
Sizin duyduğunuz gibi tıpkı,
Aynı şiddetle.
Kardeşlerim,
Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden,
Tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı Aynı metanetle.
Seviyorum onu
Marx’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi Aynı muhabbetle
Aynı hürmetle”
3 Mart 1953, Moskova
Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kaattandı İki santimden yedi metreye kadar
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden Çorbalarımızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
Ve kalktı göğsümüzden baskısı
Binlerce ton taşın, tuncun, alçının ve kaadın”
13 Aralık 1961 Moskova