Enis Batur, fotoğrafçı Ara Güler’e İstanbul’u sormuş; ustanın efsane karelerinden yola çıkarak şehrin dünü-bugünü konuşulmuştu. Ara Güler, bu defa kelimelerle anlatıyor: Doğup büyüdüğü şehirdeki sevgi ve hatıra yokluğu!
EB – Ara, İstanbul efsane şehir derler, efsane çok büyüdü. 15 milyonu aştı, 250 hektar araziye yayıldı ama İstanbul’un nüfusu 1 milyonun altındayken de sen bu şehrin merkezindeydin, 10 milyonu geçince de hâlâ merkezindesin. Efsanenin içinde bir efsane halini aldın. Aslında üzücü bir şey, yaşayan bir insanın efsaneye dönüşmesi ama maalesef böyle.
AG – İstanbul gibi bir efsane olmayayım da, daha iyi.
– Evet, ama gene de işte efsane dediğin negatifiyle pozitifiyle, her yönüyle var. Sen bu şehri yarım yüzyılı aşkın bir süredir bilinçli bir biçimde seyrediyorsun, görüyorsun, ona bakıyorsun. Belki de daha doğduğunda yerleşmiş bir objektif var sanki gözünün içinde. Ne görüyorsun, bu sürenin içinde değişim adına renklerin dönüşmesi adına; yani 80 yılı aşkın İstanbul yaşantın sende ne tür bir tortu bırakıyor? Birkaç paragrafa indirsen ne çıkar ortaya?
– Birkaç paragrafa indirsem yaptığım şu 2-3 kitap çıkar. Çünkü o artık kreması olarak var. Ben bu şehrin çocuğu olarak ve günün birinde 1928 senesinde Taksim’de doğup bütün ömrümü geçirdiğim Galatasaray ve şimdi de artık Gümüşsuyu olmak üzere o çevrenin içinde yaşadım; 70 küsur yaşımda hep baktığım şeyleri kaydetmek üzere bu üç kitabı yaptım. O üç kitabın içine bakarsan sadece benim seçtiklerim ve bir mevzu etrafında. Meselâ ki İstanbul. 16 mm. kamerayı alıp, sokağa çıkıp Haliç’te film çektiğimi de hatırlıyorum. Ben artık ne çektiğimi hatırlamıyorum, bulamıyorum.
– Senin arşivin de İstanbul kadar karışık aslında.
– Karışık tabiî, sadece İstanbul değil dünyanın her tarafından malzeme var, ama yarıya yakını İstanbul’dandır. İyi bir tasnif de olmuyor. Foto muhabirleri tasnif yapamıyor. Eskiden biz başladığımızda computer falan yoktu. Kutuların içinde, zarfların içinde… Tarih yazdınsa yazdın. Öyle şeyler var ki ben kaçta çektim, kimilerini hatırlamıyorum.
– Senin ayarında, dünya çapında bir fotoğrafçının yanında bir asistan ordusunun çalışması gerekir. Sen her şeyini kendin yapıyorsun.
– Bir şey söylüyorsun zaten anlamıyor asistan dediğin. Biri zannedersin adamı, biraz konuş ne olduğunu anlarsın.
– Onunla vakit kaybedeceğime kendim yaparım diyorsun.
– Kendin yaparsın biter gider. Bu da kendini fazla beğenmişliğe falan gider. Bırak o kadar beğeneyim.
– Ara, demin çizdiğin güzergâhı düşünürsek… Taksim, Galatasaray, Beyoğlu, Gümüşsuyu… Bu eksenin içinde senin doğumunu izleyen ve bugüne ulaşan dönemde hem şehir yapısal açıdan hem de insan figürü çok değişti. 1930-40’ların İstanbullusuyla bu günün İstanbullusu karşılaştırılacak gibi değil. Bu senin canını yaktı mı?
– Tabiî, ben şimdi makinayı alıp sokağa neden çıkmıyorum? Çekmiyorum. Ancak bir iş olduğu zaman, gazetelerden bir tanesi bir şey isteyecek, gidip enayi bir şey çekeceksin. Aksi halde makinamı alıp sokağa çıkmak içimden gelmiyor. Çünkü benim düşündüğüm bir İstanbul vardır. O İstanbul yoktur ki artık ben o İstanbul’un resmini çekeyim. Şimdi bambaşka, adı İstanbul olan fakat İstanbul olmayan, bizim bildiğimiz İstanbul olmayan bir İstanbul! Şimdi 20-25 yaşında olan bir adam İstanbul’u ne kadar tanır? İstanbul’u bilmez ki o. Hattâ biz bile tam eski İstanbul’u bilmeyiz. Meselâ biz Pera’yı ne kadar biliriz? Son devrini biliriz. Şimdi öyle bir şey yok. Düşün ki, İstanbul ne biliyor musun? İstanbul, Deli Saraylı. (The Madwoman of Chaillot). Jean Giradoux’nun piyesi. Fikret Adil, Deli Saraylı diye çevirmiştir. Deli Saraylı, Sultan Ahmet’te, Yerebatan Sarayında oturuyor. Çok güzel kadınmış. İhtiyarlamış, bitmiş. Makyaj masası var. Aynada kendini görür. Orda gençliğini hisseder: Aslında ayna başka şey gösteriyor. Çekmeceleri vardır. Çekmeceleri açtığı zaman içinden mücevherleri çıkıyor. İstanbul böyle bin tane çekmecesi olan bir Deli Saraylı’nın çekmecesidir. Onun için bitmez. Bitmez, ama o çekmeceyi açan adam onu bilirse onun mücevher olduğunu anlayacak. İşte o adam yoktur. Bitmiştir. Biz zaten sonunu gördük. Bir ceset düşün, çürümektedir. Biz İstanbul’u nasıl tanıyoruz? Meselâ, Yahya Kemal’in şiirinden tanıyoruz. Gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz şeyler vardır. Şimdi sokağa çıkarsam vallahi billahi hiçbir şey hissetmiyorum.
– Öte yandan belki şöyle de bakılabilir: Bu kentin üstü sanki tozla kaplandı, çok güçlü ciğeri olan biri gelip bir üfleyecek olsa, senin demin verdiğin örnekte olduğu gibi, çekmeceyi açıp, taşları tanıyarak, mücevherlere teşhis getirecek olsa halâ çok büyük bir malzeme de var. Bizans’tan kalan önemli izler var. Osmanlılar’dan kalan izler var.
– Ama sen tarihî izlere bakıyorsun. Aslında bir de yaşaması var. İnsanlar, sokaklar… Ben bir sokakta yürürken, meselâ bir köşeyi dönerken aklıma bir şey geliyor. Bu kadar sene geçmişim bu Beyoğlu sokaklarında. Yağmurlusundan geçmişim, aşık olduğumda geçmişim, yok hasta olduğum gün geçmişim, kızdığım gün geçmişim, her gün geçmişim o sokaklardan. Her sokakta insanın hatırası var. Bir insanın memleketi ne demek biliyor musun? Hatıralarının bulunduğu yer demektir.
– Doğru.
– Eğer ben bu pencerenin önünden geçerken, Rum kızı şurada oturuyordu diye hatırlamamışsam, ben zaten yaşamıyorum demektir o şehirde.
– Tabiî bu insanların hatıraları, bir de şehrin kendi hatıraları var. Şehri böyle yaşayan bir organizma olarak düşünürsek, İstanbul bana her zaman, çok üzülen bir şehir gibi geliyor. Bir gün 8-10 kişilik bir genç grubuyla Beyoğlu’nda karşılaştık. Orada Beşir Fuat Sokağı var. Tabelayı gösterdim. “Beşir Fuat kim” dedim. Hiçbiri bilmiyordu. Beşir Fuat kim hiç kimse bilmezse, sokağa adını veren bu adamla o sokağın bağlantısını kuramazsa, şehir ızdırap çekmeye başlıyor. İstanbul’da yaşayan insanların İstanbul kültürünü bir parça tanımaları lazım ki tekrar senin gençliğinde yaşadığın gibi yaşamaya başlasınlar bu şehri. Onunla bir tutku ilişkisi kurabilsinler. Çünkü senin ilişkinde bu tutku var.
– Gelenlere bakıyorum ben. O kültüre hiçbir zaman sahip olamayacaklar. Dolayısıyla aramayacaklar. Bir kuşak daha geçtikten sonra bitmiştir.
– İyice karamsarsın, tam kıyamet tablosu çiziyorsun.
– Olmaz başka türlü. Olmayacak. Böyle olacak.
– Doğan Kuban’ın da böyle bir teorisi var. Kolaps Teorisi diyor. “İstanbul bu büyümenin önlenemeyişi karşısında çökecek” diyor.
– O mimari bakımdan söylüyor. Dünya yalnızca mimari değildir. Onun görüntüsünü, dekorunu yapar. İnsanların baktığı zaman anladığı sevgileridir. İstanbul’un bir tarafından öte yakasına bakarken bir milyon şarkı duyabilirsin ama onu duyarsan duyabilirsin. Duyamazsın ki ve yeni nesil hiçbir zaman duyamayacak. Duymaz.
– Ben tabiî, senin kadar karamsar olmak istemiyorum. Karamsar bir tarafım var tabiî ama her şeye rağmen bir biçimde bir takım insanların bizden sonra kendilerini toplayacaklarını umuyorum.
– Bu eğitimle mi toplayacaklar?
– Zor tabiî zor. Zor. Hiç değilse çok sayıda olmasa bile az sayıda insan böyle bir bayrak yarışındaki gibi el alabilir öncekilerden. Ben senden 20 küsur yaş ufağım sonuç olarak, senin kuşağındaki insanlardan senin de aralarında yer aldığın 20-30 insandan bayrak devraldım. Benim de amacım benden 20 yaş küçük insanlara bu bayrağı devredebilmek için uğraşmak.
– İşte sen elini uzatacaksın o bayrağı vermek için ama alacak adam bulamayacaksın.
– Aslında böyle bir kıyamet fikri, İstanbul ile ilgili olarak bana çok aykırı gelmiyor: Çünkü dönüp tarihe baktığımız zaman çok büyük kentlerin, Ninova’nın, Sodome’un, Lut’un yeryüzünden silindiğini biliyoruz. İstanbul niye silinmesin?
– Sedat Hakkı Eldem. 1800’leri anlatan bir kitabı var. Anadolu yakasında 1400 yalı vardı diyor. Düşünebiliyor musun? Hadi daha azı 1000 tane de bu yakada olsa, 2400 kırmızı yalıyı koyabiliyor musun Boğaz’a? O yeşillerin arasına, içine ve sandalla giden adamları ve söylenen şarkıları, Hafız Burhan’ı. Bunlar olmadıktan sonra olmaz. Olmuyor.
– Biz İstanbul içinden zamanla büyük tabakaları silmişiz. Bazı önemli kentlere baktığımız zaman, örneğin Paris’e baktığımız zaman, 13. yüzyıldan bu yana katman katman karşımızda durduğunu, bir biçimde özenle korunmaya çalışıldığını, içinde yaşayan insanların da bir tür kent aşkıyla bu konuda duyarlı davrandıklarını görüyoruz.
– Bizim hayran kaldığımız Paris de bitmiştir. 1800’lerdekini de, 13. yüzyıl Paris’ini de kimse bilmez. Belki dört tane kolon, bir tane kapı bulacaksın. Onunla şehir olmaz ama bazı şehirler saklanmıştır Orta Avrupa’da. Meselâ, Zagreb.
– Evet var. Basel’de başlıbaşına 13-14-15. yüzyıldan kalma uzun sokaklar var. Bütün evler o yüzyıldan kalma ve iyi korunmuş. Biz Zeyrek’teki evleri koruyamadık.
– Bitti. Zeyrek ancak benim fotoğraflarda vardır şimdi. Zeyrek’i satarım.
– Bu alanda sen belki de yalnız fotoğrafçı değil arkeologsun. Zamanı da tutuyorsun elinde. Senin kutularında, arşivinde eşeleye eşeleye İstanbul’un kazılması mümkün.
– Yalnız fotoğrafları var. İyi ki çekmişim değil mi?
– Sen olmasan ne yapardık?
– Yok yahu.