Yolsuzluk ve rüşvet, şüphesiz modern devlet-kapitalizm öncesinde de hatta çok eski devirlerden beri vardı. Para ve sermaye piyasaları geliştikçe, yolsuzluğun uygulama biçimleri de gelişti. 20. yüzyılda yolsuzluğu önlemek için gerek tek tek ülkelerde gerekse uluslararası düzeyde yasalar çıkarıldı, antlaşmalar imzalandı. Ancak “bal tutan parmağını yalar”, “benim memurum işini bilir” hâlâ geçerli. Döneminde, dünyayı sarsan 5 büyük hadise…
Yolsuzluk, Dünya Bankası’nın basit tanımına göre, “devlet görevlilerinin kişisel çıkar için özel sektörden rüşvet kabul/talep ederek iktidarlarını kötüye kullanmasıdır”. Elbette Dünya Bankası kurulmadan; kapitalizm, özel sektör, modern devlet ve diğerleri ortaya çıkmadan yüzyıllar önce de yolsuzluk vardı. Hatta tüm dünyaya eşit olarak dağıtılmıştı. Eskiden beri halk, vergi veya hediye adı altında rüşvet toplayan sütü bozuk, hırsız devlet görevlilerini bilir; bunlar hakkındaki hikayeler kulaktan kulağa dolaşır, kimi zaman da abartılırdı.
Örneğin eski rejimlerde valilerin belli bir ücreti olmazdı; yönettikleri bölgenin yerel halkından kendileri ve ekipleri için vergi toplarlardı. “Deli Petro” olarak bildiğimiz Rus Çarı 1. Piyotr’un reformlarından önce Rus valilerinin uyguladığı bu yönteme “kormlenye” (kelimesi kelimesine: “beslemek”) denirdi. Halk, beslemek zorunda olduğu bu memurlardan hiç hoşlanmazdı. Bazı tarihçilere göre “kormlenye”, Rus halkının gözünde yolsuzluğu, devletin olağan bir özelliği hâline getirmişti.
Yolsuzluk her zaman olmasa da kimi zaman düzenbazlık ve sahtekarlıkla elele gider. Örneğin 18. yüzyıl başında İspanya veraset savaşlarından mali yıkımla çıkan İngiltere ve Fransa’da iki “balon” patlamıştı. İskoçyalı John Law, Fransa’yı borçlarından kurtaracağına ikna ederek Amerika ile ticaret yapacak bir “Mississippi şirketi”ni kurup hisselerini piyasaya sürdü. Bunlar öyle bir spekülasyona yolaçtı ki kurduğu saadet zinciri kısa süre sonra 1719’da çöktü. İngiltere’de ise John Blunt adlı bir girişimci, kamu borcunu kurduğu Güney Denizi adlı şirketin sermayesine dönüştürmek, sonra da hisselerini halka satmak üzere İngiliz hükümetini ikna etti. Bu balon da 1720’de patladı. Aynı dönemde İskoçyalı bir düzenbazın Amerika’da “Poyais” adlı hayali bir ülke adına tahvil çıkardığı bile görüldü.
Bu hadiselerde şüphesiz kamunun sorumluluğu büyüktü; ancak bu girişimlere izin veren devletler için “yolsuz”dan çok “basiretsiz” sıfatı daha uygundu. Seçkinler saadet zincirlerinden nasiplenmişti ama sonuçta zincir koptuğunda onlar da servetlerini kaybetmişti.
Kapitalizm geliştikten sonra, 1934’te Fransa’yı sarsan “Stavisky Skandalı” yolsuzlukla hilenin birbirine karıştığı bir başka örnekti. Alexandre Stavisky adlı bir Rus mültecinin kurduğu düzen, küçük Bayonne kentinin kredi kurumu (Fransa’da fakir halkın borçlanabildiği bu kurumlar belediye tarafından işletiliyordu) adına sahte bonolar çıkararak başlamıştı. Güya Ticaret Bakanlığı’nın ve Bayonne Belediyesi’nin denetlediği bu bonolar, sigorta şirketleri tarafından satın alınmıştı. Balon patladığında Stavisky intihar etti veya kimilerine göre öldürüldü, hükümet çöktü, Fransız siyaseti kökten sarsıntıya uğradı ve bir darbe girişimi güçlükle önlendi.
Ancak yolsuzluğun mutlaka bir düzenbazın tezgahından kaynaklanması gerekmiyordu. 19. yüzyıldan itibaren devletten onay almak veya onunla iş yapmak isteyen girişimciler, sık sık rüşvet dağıtmak zorundaydı. Örneğin İngiltere ve ABD’de ilk demiryolları özel girişimciler tarafından bir plan dahilinde değil, karmakarışık bir şekilde kurulmuştu. Bir demiryolu kurmak isteyen, parlamento veya kongreden onay almak zorundaydı, bu da fiiliyatta milletvekillerine, kongre üyelerine rüşvet dağıtmak demekti. Ara ara skandallar patlıyor, az sonra unutuluyordu. Ancak sonuçta demiryolları da inşa ediliyordu.
Para ve sermaye piyasaları geliştikçe, yolsuzluğun uygulama biçimleri de gelişti. 1970’lerde patlak veren Lockheed skandalına baktığımızda, rüşvetin dağıtılma şekli bize komik denecek kadar safça gelebilir. Paralar ilgili ülkelerin politikacılarına bizzat bavulla taşınarak ulaştırılıyordu. Japon başbakanı Tanaka’ya gönderilen para, Guam ve Hong Kong üzerinden gönderilmişti; bir müttefiki desteklediğini sanan bir takım düşük rütbeli CIA ajanları parayı büyük zorluklarla, golf çantalarıyla taşımışlardı. Japonya sınırında polise yakalanma korkusuyla terleyen bu kuryeler, yüklerini Tokyo’da Peder Jose diye bilinen gerçek bir İspanyol rahibe teslim ediyorlardı. Bugünkü elektronik para dolaşım ağı, kripto paralar, okyanuslardaki ufak tefek adalarda kurulu paravan şirketler ve ne olduğunu bilmediğimiz diğer dolambaçlı yollar henüz gelişmemişti. Ancak temelde her şey aynıydı: Bir şirket, mallarını satabilmek için alıcı ülkelerin yöneticilerine rüşvet ödemişti.
20. yüzyılda yolsuzluğu önlemek için gerek tek tek ülkelerde gerekse uluslararası düzeyde yasalar çıkarıldı, antlaşmalar imzalandı. Ancak “bal tutan parmağını yalar”, “benim memurum işini bilir” gibi sözler hâlâ geçerli. Tarihten seçtiğimiz örneklere yakından baktığımızda yolsuzluğun, algılanış biçiminin ve yolaçtığı skandalların aslında hep aynı temel özellikleri taşıdığını görüyoruz.
Maaşa bağlanan kral
İngiltere Kralı 2. Charles’ın 1670’te Fransa Kralı 14. Louis ile gizli bir antlaşma imzalayıp para kabul etmesi, ülkede kralla ilgili bir kuşku ve dedikodu dalgasına yolaçmıştı. Eskiden kralların birbirlerine çıkar sağlamak için ödemeler yapmaları doğal karşılanırdı. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de hem hükümdarı denetleme arzusundaki bir parlamento vardı hem de Protestanlığı Katolik Fransa’ya karşı korumaya dayalı bir milliyetçi siyaset doğmuştu.
2. Charles, kendi parlamentosundan tiksiniyordu; çünkü babası 1. Charles parlamento öncülüğündeki bir devrim sonucu tahtını, dahası kafasını kaybetmiş; genç oğlu yıllarca Avrupa’da sürgün olarak yaşamıştı.1660’ta tahta çağrıldığında parlamentoya bağlı kalacağına yemin etmek zorunda kalmıştı ama, mümkün olduğu kadar bağımsız davranmak istiyordu. Avam Kamarası ile dengeyi kurmak için ip üstündeki cambaz gibi hareket etmeyi ilke edinmişti.
2. Charles’ın aynı zamanda kuzeni Fransa Kralı 14. Louis ise Avrupa’daki gücünü perçinlemenin peşindeydi. Hedefi, bugünkü Belçika ve Hollanda’yı dize getirmekti. Kuzeyindeki bu topraklara saldırmak için kuzeniyle anlaşmak isteyen Fransa kralı, aracı olarak erkek kardeşinin eşi Orléans düşesini kullandı. Bu genç kadın, 2. Charles’ın çok sevdiği kızkardeşiydi; 1670 sonunda iki ülke arasında yapılan Dover Antlaşması’nın mimarı oydu. Aslında iki antlaşma imzalanmıştı. Bunlardan 22 Mayıs 1670 tarihli olanı, o meşhum gizli antlaşmaydı. Gizli tutulmasının nedeni, İngiltere kralının “Katolik dinine inandığını” belirtmesi ve “Roma Kilisesi’yle barıştığını ülkesi için uygun bir zamanda açıklamasını” öngörmesiydi. Buna karşılık Fransa, İngiltere kralına para ödeyecekti. Sürekli para sıkıntısı çeken ve elisıkı parlamentonun tahsis ettiği bütçeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan 2. Charles için bu çok önemliydi.
Charles ölene kadar Louis’den para tırtıklamaya devam etti. Gizli antlaşma ancak 1830’da tarihçi Lingard tarafından açıklanacaktı. 2. Charles’ın İngiltere’deki şöhreti bundan çok zarar gördü. Hatta 19. yüzyıl tarihçisi Macaulay, onun için “Fransa’nın Kölesi” tanımını kullandı. 2. Charles’ın Fransa’dan aldığı toplam para, Fransız para birimi “livre tournois” olarak 9 milyon 950 bini (o dönemde 746 bin Sterlin) buldu. Bu miktar, aşağı yukarı kralın (yani devletin) 1 yıllık bütçesine eşitti.
O dönemde Kral’ın Fransa’dan para aldığını bilen, hatta buna aracılık eden bazı bakanlar da vardı. Bunlardan Lord Danby ibretlik bir cezaya çarptırıldı. 1678’de 2. Charles, ülkesindeki Fransız düşmanlığının yükselişini bahane ederek rüşvet miktarını artırmak için başlıca bakanı Lord Danby’ye emir verdi. Danby iki ülke arasında gizlice aracılık yapan Montagu’ye yazdığı iki mektupta Fransa’dan yılda 6 milyon Livre “tırtıklamak” için gereğini yapmasını istedi. Başbakan Danby bu mektupları unutmuş olacak ki birkaç ay sonra Montagu ile kavga ederek onu görevinden attı. Montagu intikamını hemen aldı: Danby’nin Fransa’dan para talep eden iki mektubunun Avam Kamarası’nda yüksek sesle okunmasını sağladı. Gerçi mektupların altında kralın “Bu mektubu onaylıyorum. C. R.” şeklinde bir notu vardı ama Meclis Başkanı bu bölümü okumamayı tercih etti; böylece Danby sanki Fransa’dan kendisi rüşvet istiyormuş gibi ortada kalakaldı. Kral onu hemen feda etti; Danby de kendini Londra Kulesi’nde buldu.
Kraliçenin elmas gerdanlığı
Fransız Devrimi’nden dört yıl önce, 1785’te patlak veren “Elmas Gerdanlık Skandalı”, Kraliçe Marie Antoinette’in temsil ettiği kraliyetin ve Kardinal de Rohan’ın temsil ettiği kilisenin imajına ağır bir darbe vurdu. Bu gerdanlık, saray kuyumcuları Boehmer ve Bassenge tarafından tasarlanmış gösterişli bir parçaydı. Toplam 2.800 karat ağırlığında 647 elmastan oluşuyordu. Kuyumcular değeri 2 milyon Frank’ı bulan bu ucubeyi satacak müşteri bulmakta zorlandılar. İlk başvurdukları kişi olan Kraliçe Marie Antoinette, savurganlığıyla bilinmesine rağmen teklifi geri çevirdi. Gerdanlığın resmi İstanbul dahil Avrupa’daki bütün sarayları dolaştıysa da alıcı bulunamadı.
Bir hırsız çetesi o sırada işe karıştı. Fransa’nın en eski ailelerinden birine mensup Kardinal de Rohan’ın kraliçe tarafından hiç sevilmediğini bilmeyen yoktu. Kont ve Kontes de Lamotte adlı, kim oldukları tam bilinmeyen bir karı-koca, Kardinal’e yaklaşarak kraliçenin gerdanlığı almak istediğini, ama paraya sıkışık olduğunu, onun adına ilk avansı öderse Kardinal’e minnettar kalacağını iddia ettiklerinde; epeyce saf olduğu anlaşılan Kardinal hemen teklifi kabul etti. Kontes Jeanne de Lamotte, güya kraliçenin arkadaşıydı. Üstelik iddiasını kraliçenin ağzından yazdığı sahte mektuplarla kanıtlamıştı. Kardinal hemen 30 bin Frank avansı verdi. Ancak biraz da şüphelenerek kraliçeyle gizli bir görüşme ayarlamalarını istedi. Karı-koca Marie Antoinette’e çok benzeyen bir fahişe bularak kraliçe gibi giydirdiler, Versailles Sarayı’nın halka açık bahçelerinde uzaktan kardinale gösterdiler.
‘Elmas gerdanlık’
hadisesi
16. Louis döneminde
Fransa’da büyük skandala
yolaçan elmas kolyenin
zirkondan yapılmış kopyası,
Breteuil Şatosu’nda
sergileniyor (üstte).
Skandalın ardından
ömürboyu hapis ve kırbaçla
cezalandırılan Kontes de
Lamotte (üstte, sağda).
Lamotte çiftinin amacı hem kardinali tırtıklamak hem gerdanlığa el koymaktı. Kardinalden aldıkları avansın bir miktarını ve güya kraliçenin yazdığı, geri kalan ödemeyi Kardinal aracılığıyla yapacağını belirten bir mektubu Boehmer ve Bassenge’a vererek karşılığında gerdanlığı aldılar. Kont de Lamotte elmasları satmak üzere hemen İngiltere’nin yolunu tuttu.
Aradan zaman geçti. Ama kraliçe hâlâ Kardinal’e yüz vermiyordu. Boehmer ve Bassange ise hâlâ paranın geri kalanını alamamışlardı. Kraliçeye doğrudan başvurmaktan başka çare kalmamıştı. Skandal ancak o zaman ortaya çıktı. Marie Antoinette, hiç güvenmediği Kardinal’in de kendisi gibi aldatıldığını anlamadı; komplonun onun başının altından çıktığına inandı. Aynı görüşte olan Kral 16. Louis o kadar öfkelenmişti ki bütün sarayın toplandığı bir ortamda Kardinal’in tutuklanmasını emretti. Saray Bakanı Breteuil’ün herkesin ortasında “Kralın emriyle Kardinal’i tutuklayın!” diye bağırması, sarayda ve ülkede bomba etkisi yarattı.
Kral ve Bakanları daha serinkanlı davransaydı, olayı tam anlamıyla araştırmadan kamuya açıklamanın kendi imajları açısından felaket olacağını öngörebilirlerdi. Ancak gerek hemen yakalanan Kontes de Lamotte’un gerekse Paris Parlamentosu tarafından yargılanan Kardinal de Rohan’ın mahkeme süreci, hükümdarın istediği sonucu vermedi. Bir fahişenin kraliçe gibi giyinmesi, kardinalin de onu uzaktan görüp Marie Antoinette zannetmesi kralın onurunu çok zedelemişti. Buna rağmen Paris Parlamentosu sonunda Kardinal’i akladı. Dinadamı, Fransa Kraliçesi’nin kendisine bir “geceyarısı randevusu” verdiğine inanmak gibi bir “küstahlığa” kapıldığı için özür diledi; görevlerini bıraktı ama serbest kaldı. Kontes de Lamotte ise halkın önünde cellat tarafından kamçılandıktan sonra, “voleuse” (hırsız) anlamındaki bir V harfiyle damgalanarak ömür boyu hapse gönderildi.
Elmas gerdanlık hadisesinin tek ciddi sonucu, kraliyete olan güvenin tamamen yıkılmasıydı. Halk, bütün kötülükleri temsil eden Kraliçe’nin geceyarısı bir kardinalle saray bahçesinde buluşmasını tam da onun karakterine uygun bir davranış olarak görmüştü. Bu arada Londra’daki Kont de Lamotte gerdanlığın elmaslarını kuyumculara satmıştı. Boehmer ve Bassenge iflas ettiler. İki kuyumcunun Kardinal’in ailesine açtıkları dava 1867’ye kadar sürdü. O tarihte Fransız monarşisi çoktan yıkılıp gitmişti.
Başbakan hapse girdi
Lockheed skandalı, bir şirketle çok sayıda devletin üst düzey yöneticileri arasında kurulmuş rüşvet ağı olarak 20. yüzyılın en önemli yolsuzluk olaylarından biriydi. 1970’lerde zor durumdaki Amerikan Lockheed şirketi askerî ve sivil uçaklarını satabilmek için Japonya, Batı Almanya, Hollanda, İtalya gibi gelişmiş, demokratik sayılan “1. Dünya” ülkelerinin Bakanlarına, prenslerine, hatta başbakanına para dağıtmıştı. Lockheed’in ve onun lisansıyla üretim yapan diğer şirketlerin müşteri ağı genişti, Türkiye’den Suudi Arabistan’a, İran’dan Endonezya’ya kadar uzanıyordu. Gerçi bu ülkeler Batı kamuoyunun gözünde o kadar önemli değildi; çünkü yolsuzluğun bu az gelişmiş ve otoriter devletlerin bir parçası olduğuna inanılıyordu.
Skandalı ABD Senatosu’nun bir soruşturma komisyonu ortaya çıkardı. Frank Church’ün başkanlık ettiği komisyon 1975’te büyük şirketlerle ilgili yolsuzluk iddialarını araştırmaya başladı. Önce Northorp mercek altına alındı ama şirketin komisyona ifade veren başkanı “Biz kendimize Lockheed’i örnek almıştık” deyince, dikkatler ona döndü. Lockheed’in hesaplarından paranın izini süren komisyon üyeleri rüşvet ağının ne kadar geniş olduğunu anlayınca, durum Hazine Bakanı William Simon’a iletildi. Komisyonun önerisi şuydu: “Bu yöntemleri durdurmanın en etkili yolu, Lockheed’den para alan yabancı görevlileri ve ödemeleri yapan sözde pazarlama danışmanlarının isimlerini açıklamaktır. Bu önlem, ileride Amerikan şirketleriyle iş yapan yabancı görevlilerin rüşvet taleplerini durduracaktır”.
Ancak öneriyi uygulamak kolay değildi; çünkü Lockheed’in avukatları ABD’nin güçlü Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’a başvurarak bu isim açıklama konusunun ABD’nin “dost ve müttefikleri” için ne kadar korkunç olacağını hatırlattılar. Kissinger’ın müdahalesi tam istenen sonucu vermedi. Church Komisyonu 4 Şubat 1976’da tetiği çekti. Para alanlar arasında Alman ve İtalyan bakanlar, Hollanda Kraliçesi Juliana’nın kocası Prens Bernhard ve Japonya’nın bir önceki başbakanı Tanaka Kakuei de bulunuyordu. Hollanda Prensi Bernhard kendisine soru soran gazetecileri “ben böyle şeylerin üstündeyim” diye tersledi. Haklıydı: Hollanda hükümeti tarafından himaye edildi. Almanya ve İtalya’daki bakanlar şöyle bir sarsıldılar; bazıları istifa etti ama fazla bir sonuç çıkmadı. Dünya bu vesileyle süper yatını Lockheed’den tırtıkladığı rüşvetlerle alan Suudi arabulucu Adnan Kaşıkçı ile tanıştı ama onun da kılına zarar gelmedi.
Asıl fırtına Japonya’nın başına patladı. 6 Şubat 1976’da Lockheed’in başkan yardımcısı senatoda verdiği ifadede Tanaka’ya başbakanken Japon havayolu şirketi ANA’nın 21 adet L-011 sivil Lockheed uçağı alması için 1.8 milyon Dolar rüşvet ödediklerini açıkladı. Tanaka başbakanlık koltuğunu aynı partiden Miki’ye bırakalı sadece 2 ay olmuştu. En büyük cazibesi dürüst şöhreti olan Miki, Tanaka’nın tutuklanmasını, bir süre hapiste yatmasını sağladı. Ancak Tanaka 1993’te ölünceye kadar Liberal Demokrat Parti’nin gölgedeki en güçlü adamı olarak kalacaktı.
Korkutucu bir başka nokta, Japonya’daki rüşvet ağının tam ortasında Kodama Yoşiyo adlı bir eski savaş suçlusunun bulunmasıydı. Kodama, 1930’larda ülkesinin Çin’i işgali sırasında burada yağmaya dayanan büyük bir servet yapmıştı. Savaştan sonra yargılanmaktan kurtulmuş, yeraltı dünyası teşkilatı Yakuza ile yakın ilişkiler kurmuştu. Eski başbakan Tanaka, Japon seçkinleri tarafından feda edilip hapse gönderilirken, kimse Kodama’ya dokunmadı; ölene kadar siyaset ve kirli para ilişkilerinin ortasında yaşamaya devam etti.
Lockheed skandalı, yolsuzluğa karışanları yeterince cezalandırmamış olabilirdi ama Japonya ve ABD’de önemli değişikliklere yolaçtı. ABD 1977’de FCPA olarak bilinen yabancı ülkelerdeki yolsuzluklarla ilgili bir yasa çıkardı. Olay, savaş sonrası Japonya’da kurulan muhafazakar seçkin siyasetinin kara yüzünü sergileyen, önemli reformların kapısını açan bir milat haline geldi.
Lockheed şirketi ise sonraki yıllarda pek çok değişikliğe uğradı. Bugün Lockheed Martin adıyla dünyanın en büyük savunma sanayii şirketi olarak F-35 projesinin üreticisi durumunda.
Çin imparatorunun dünürü
Konfüçyus ilkelerine göre katı hiyerarşik bir toplum olan Çin’de insanın üstlerine her vesileyle hediye vermesi köklü bir gelenekti. Çinli âlimler öteden beri hediye ile rüşveti birbirinden ayıran sınırın ne olduğunu tartışırdı. Ama hangi standart uygulanırsa uygulansın, Heşen’in (1750-1799) bütün gücü elinde toplayan bir vezir olarak elde ettiği servet yüksek mevkiiyle açıklanacak gibi değildi. Çin tarihine yolsuzluk şampiyonu olarak geçti.
İddialara göre serveti şöyle sıralanıyordu: Konaklarındaki oda sayısı 3 binden fazlaydı, 32 kilometre karelik toprağa sahipti, bir sürü banka şubesi, 75 rehin dükkanı, her biri 1000 tael (Çin para birimi) eden 100 büyük külçe altını, milyonlarca gümüş külçesi, 58 bin sterlini (İngiliz Doğu Hindistan şirketiyle iş ilişkileri kurmuştu), en yüksek kalitede sayısız ginseng (Uzakdoğu’da sağlık açısından çok değerli olan bir bitki), 10 büyük incisi (bunlar o kadar kaliteliydi ki, idam fermanında imparator kendi tacında bile böyle inciler bulunmadığını belirtmişti), sayısı 1000’i geçen yeşim muskası, 10 büyük yakutu, 40 safiri, 40 gümüş yemek takımı, 7000 değerli kıyafeti, 14 bin 400 top en iyi kalite ipeği, 550 tilki postu, 460 Avrupai giysisi, 61 bin tunç eşyası, 100 bin porselen kapkacağı, 606 erkek hizmetkârı ve hareminde 600 cariyesi vardı. Toplam servetinin Çin’in 15 yıllık bütçesine eşit bir rakama, 1 milyar 100 milyon gümüş Tael’e ulaştığı söyleniyordu.
Bugün tarihçiler bu servetin iddia edilen kadar olmadığında hemfikir olsalar bile, Heşen iktidarda kaldığı sürece iş hayatına hep ilgi duymuş, bizzat sarraflık yapmış, Hindistan’daki İngilizlerle ticari ilişkilere girmiş, kıyafetleriyle göz kamaştırmış ve kuşkusuz mağrur tavrıyla kendine çok düşman edinmişti. En büyük sorun fazla hızlı yükselmesiydi. Evet, Mançuların önemli klanlarından biri olan Niohuru ailesinin bir üyesiydi; akıllı, yakışıklı ve yetenekliydi ama Pekin’deki Yasak Şehir’de muhafız subayı olarak başladığı kariyerinde 1 yıl gibi kısa bir sürede en tepeye ulaşmış, Vergiler Kurulu başkan yardımcısı, Saray Bakanı ve Büyük Danışman gibi devletin zirvesindeki mevkilere ulaşmıştı. Bu sırada henüz 30 yaşındaydı. İmparator Çiyenlong (saltanatı 1735-1796, emekli imparator olarak 1796-1799) onda bir cevher görmüş olacak ki, ölene kadar önünü açtı ve yetkilerini artırdı. Hatta en sevdiği kızı Prenses He Şiayo’yu, vezirinin oğluyla büyük bir düğün yaparak evlendirdi. İmparator 65 yaşındayken doğan bu küçük kızına çok düşkündü. Prensesin 300 bin gümüş Tael’lik çeyizi, dört ablasından çok daha fazlaydı.
Heşen’in açgözlülüğüyle ilgili söylentiler, saraydaki düşmanları tarafından durmadan körükleniyordu. En büyük hatası, Çiyenlong’un veliahtını da kendisine düşman etmek olmuştu. Nihayet Çiyenlong öldükten sadece beş gün sonra, yeni İmparator Ciyaçing tutuklanmasını emretti. Yapılan soruşturmadan sonra yeni imparator, Heşen’i 20 ayrı suçtan ölüme mahkum eden uzun bir ferman yayınladı. Suçlar arasında servet edinmesinden çok “imparator babamın gücüne meydan okumak” ve “iktidarı kötüye kullanmak” gibi iddialar yer tutuyordu. Heşen, en korkunç cezaya (yavaş yavaş kesilme) mahkum edilse de imparator belki kızkardeşini düşünerek ona bir ipek sicim yollamakla yetindi, yani intihara mahkum etti.
Say say bitmeyen bir servet
Veziri Heşen’i desteklemekten hiç vazgeçmeyen Çiyenlong, Çin’in en uzun süre tahtta kalmış imparatorlarından biriydi. Heşen, sonunda servetiyle neredeyse onu geride bırakmıştı.
Beyaz Saray ve viski çetesi
ABD Başkanı Ulysses S. Grant döneminde (1869-1877) patlak veren Viski Çetesi skandalı, viskiye uygulanan verginin birkaç kat arttırılması sonucu ortaya çıkmıştı. Missouri eyaletinin St. Louis kentindeki viski üreticileri, bu yükten kurtulmanın yolunu devletin üst düzeyinde yer alan iki generalle işbirliği yapmakta buldular. Bunlardan John McDonald yoksul bir ailenin çocuğuydu; çeşitli işlerde çalıştıktan sonra Amerikan İçsavaşı sırasında kazanan tarafta çarpışarak tuğgeneralliğe kadar yükselmişti. Daha sonra Missouri eyaleti defterdarı olmuştu. Diğer general Orville E. Babcock ise Westpoint Akademisi’nden mezun meslekten bir askerdi. İç savaşta Ulysses S. Grant ile aynı cephede bulunmuş, generalliğe kadar yükselmiş, silah arkadaşı başkan olunca o da özel sekreterlik görevini üstlenmişti. Başkanın arkasındaki karanlık güç olarak biliniyordu.
St. Louis’deki viskiciler bu iki adamın şemsiyesi altında Vergi İdaresi memurları, depo sahipleri, polis ve eyalet yetkililerinden oluşan geniş bir örgüt kurdular. Ürettikleri viski için ödemeleri gereken verginin sadece yarısı ceplerinden çıkıyor, bunun bir miktarı devlet memurlarına dağıtılıyor, geri kalanı devlet hazinesine giriyordu. Bir süre sonra hazine bakanlığına getirilen Benjamin Bristow, viski vergi gelirinin düşük düzeyinden kuşkulanarak olayı soruşturmaya karar verdi. Ancak başkanın özel sekreteri Orville Babcock, çetenin muhbiriydi. Beyaz Saray’da atılan her adımı St. Louis’deki ortaklarına bildiriyordu. Bu telgraflar şifreli bile değildi. Örneğin: “Şimdilik onları durdurmayı başardım. Sylph”. Özel sekreterin telgrafları “Sylph” diye imzalamasının nedeni, St. Louis’yi ziyaret ettiğinde viskicilerin onu bu isimle anılan güzel bir kadınla tanıştırmasıydı…
Hazine Bakanı attığı her adımda karşısına çıkan engelleri görünce, soruşturmasını özel dedektiflerle, viski teşkilatının içine sızan muhbirlerle sürdürdü. Dosya oluşturulduğunda başkandan operasyonu başlatmak için onay almak kolay olmadı. Çünkü çetenin en önemli iki üyesi, eski silah arkadaşlarıydı.
Sonunda başkan ABD tarihinde ilk kez skandalı soruşturmak için bir özel savcı atadı. 10 Mayıs 1875’te 238 kişi hakkında dava açıldı, bunlardan 110’u mahkum edildi, 3 milyon dolarlık vergi cezası toplandı.
Başkanın özel sekreteri Orville Babcock’un yargılanması bir sonraki yıla kaldı. Başkan ondan kolay kolay vazgeçmek istemiyordu. Mahkeme karşısına çıkmasını engelleyemedi ama Babcock nasıl olduysa temize çıktı. Özel sekreterlik görevini bırakmak zorunda kaldı ama başkanlık süresi bitinceye kadar Ulysses E. Grant’a hizmet etmeyi sürdürdü.
ABD’de pekçok yolsuzluk skandalı patlamıştı ama viski çetesinin bir özelliği vardı. İçsavaştan muzaffer çıkan yeni seçkinler savaş alanlarında kurdukları ilişkileri sivil hayatta da pervasızca kullanmış, kendilerinde her şeye hak görmüşlerdi.