Başarılarla dolu kariyerinde üçü ‘Grand Slam’ olmak üzere toplam 51 kupa kaldıran, ABD’nin Davis Kupası takımına seçilen ilk siyah raket Arthur Ashe… Mücadelesini sadece kortlarda değil, ırk ayrımcılığına karşı da veren bir aktivist… 50 yıllık ömründe sadece örnek sporculuğuyla değil, kişiliğiyle tenis tarihinde benzersiz bir yere sahip.
Tenis dünyasını kasıp kavuran bir fırtınaydı Arthur Ashe. Sadece kortlarda esmemiş; ‘öteki’lerin hakları için mücadele verirken iki kere de tutuklanmıştı. İlk kez 50 yıl önce taçlanan sporcu, son nefesini verdiği ana kadar insanlar için de mücadele etmişti.
Takvimler ne zaman Eylül ayını gösterse, tenis meftunları yılın son büyük turnuvasının finaline şahitlik ediyor. Amerika’daki bu organizasyonda şampiyonlar Arthur Ashe Stadyumu’nda taçlanıyor, 23 bin 771 kişilik mabede adını veren efsanenin öyküsü bize çok şey anlatıyor.
1943’te bir yaz günü doğan Ashe, çok erken yaşta annesini kaybetmişti. Otoriter baba, belki eşini yitirmenin de etkisiyle çocuklarını olabildiğince dış dünyadan uzak tutmaya çalışıyordu. Takıntıları, iki oğlunun da hayatını derinden etkilemişti. Okuldan sonra eve koşturmak zorunda olan ufaklıklar, geç kalırlarsa kızılca kıyamet kopuyordu.
Bu hapsolmuşluk içinde spor yapmak isteyen Arthur’un kaderini mahalledeki bir kort belirleyecekti. Yaşıtlarına göre cılız olan oğlunun Amerikan futbolu oynamasına izin vermeyen baba, tenise bir şey dememişti. Efsane işte böyle başlamıştı.
Ufaklığın yeteneği fark edilmeyecek gibi değildi. Ondaki cevheri ilk gören bir üniversite öğrencisiydi. Ron Charity adındaki delikanlı, Arthur’a bildiklerini öğretmiş, 1953’te onu tenis dünyasına kabul edilen ilk siyah olan eski Wimbledon şampiyonu Althea Gibson’ın antrenörü Robert Walter Johnson’a götürmüştü. Kader ağlarını örüyordu.
Johnson’ın tenis okulunda bir taraftan oyunun inceliklerini öğrenen genç, diğer taraftan insan olarak da gelişiyordu. Ashe’in sonradan markalaşacağı farkındalıkların temeli aslında burada atılmıştı. Siyah bir sporcu olmanın ne anlama geldiği ona iyi anlatılmıştı. Yer yer turnuvalara alınmıyor; kabul edilirse de hakem kararlarını ne kadar yanlış olursa olsun eleştirmemesi tembihleniyordu.
Duvarları yıkmak
Ashe’in yaşadığı Richmond Bölgesi’ndeki tek kapalı korta ayak basmasına izin verilmezken, o yılmıyordu. Johnson’ın çabaları sonucunda katıldığı liselerarası turnuvada zafere ulaşan Ashe, gençlerde ulusal şampiyon olan ilk siyahtı. UCLA Üniversitesi’nden aldığı bursla eğitimine devam eden tenisçi şanslıydı. Yakınlarda oturan idolü Pancho Gonzales’le sık sık kortta buluşuyor, oyununu daha da geliştiriyordu.
1963’te Amerika’nın Davis Kupası takımına seçilen ilk siyah tenisçi olan delikanlı, üniversitelerarası şampiyonada hem teklerde hem de çiftlerde şampiyon olmuştu. Artık kalıbına sığmıyor, önemli organizasyonlarda sahne almaya başlıyordu. 1966 ve 1967’de Avustralya Açık’ta final gören Ashe, Roy Emerson’ı devirememişti.
1968 onun yılıydı. Amatörler şampiyonasında zafere ulaşan 25 yaşındaki raket, Amerika Açık Turnuvası’nda da şampiyon oluyordu. Seremonide yanı başında babasının olması manidardı. Ödül olarak kazandığı 14 bin dolardan feragat etmişti. O zamanlarda Davis Kupası’nda oynayabilmek için amatör kalması gerekiyor, ülkesini temsil ettiği bu organizasyon sayesinde Vietnam Savaşı’ndan uzak duruyordu. Aynı yıl Avustralya’yı yenen ABD, bu köklü organizasyonda mutlu sona ulaşıyordu.
Irkçılıkla savaş
1969’da ABD’ye yine Davis Kupası’nı kazandıran tenisçi, Johannesburg’daki bir turnuvaya katılmak isteyince fırtınalar kopmuştu. Avustralya’da kariyerinin ikinci Grand Slam zaferine imza atan Ashe, 24 saat sonra gelen açıklamaya belki de şaşırmıyordu. 28 Ocak 1970’te Güney Afrika hükümeti, Amerikalı sporcunun vize başvurusunun reddedildiğini duyurmuştu. Haber ülkenin dört bir köşesinde manşetleri süslüyor, başbakan John Vorster verdiği demeçlerde bu kararı övüyordu…
Rejim bu vize krizini kendi propagandası için kullanadursun, başarılı raket ayrımcılığa savaş açıyor; Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’ne bağlı çalışan alt bir komiteye ifade veriyordu. Ona göre böyle politikalar yürüten bir ülkenin spor dünyasında yeri yoktu. Ashe, Güney Afrika’nın uluslararası organizasyonlardan men edilmesi gerektiğini vurgularken, bu ülke vatandaşı olan tenisçilerin turnuvalara katılması gerektiğini söylüyordu.
Beklenen olmuş, Güney Afrika 1970’te Davis Kupası’ndan men edilmişti. Şüphesiz bu Ashe’in kariyerindeki en büyük başarılardan biriydi. Yine de birçok Amerikalı meslektaşı, onun politikadan çok tenise odaklanması gerektiğini söylüyordu. Tenisçileri apolitik ve bencil bulan Ashe, bir röportajında eşitlik için çabalamasının kendisi için asla bir yük olmadığını söylemişti.
1972’de tenis dünyasındaki birliklerin anlaşmazlığı, o ve 32 meslektaşının aylarca turnuva oynayamamasına neden olmuştu. Ertesi sene Wimbledon’ı boykot eden 81 sporcudan biriydi.
1973’te tekrar spor dünyasına kabul edilmek isteyen Güney Afrika Devleti, ona istediği vizeyi veriyordu. Eleştirilere rağmen o turnuvada boy gösteren Ashe, finalde Jimmy Connors’a kaybetmişti. Davis Kupası’na alınan Güney Afrika ise ertesi sene şampiyon oluyordu. Finalde karşılacakları Hindistan “apartheid” politikalarını protesto ederek korta çıkmamıştı. Giderek sertleşen protestoların da etkisiyle 1978’de Davis Kupası’ndan yine men edilen Güney Afrika ancak “apartheid” rejiminin sona ermesinden sonra organizasyona tekrar katılabilmişti.
1975’te daha önce hiç yenemediği Jimmy Connors’ı devirerek Wimbledon şampiyonu olan Ashe, Gibson’dan sonra bunu başaran ikinci siyah olarak tarihte yerini alıyordu. 1977’de fotoğrafçı Jeanne Moutoussamy ile evlenen sporcunun nikahını ABD’nin Birleşmiş Milletler’deki büyükelçisi kıyıyordu. Yıllar sonra bir çocuk evlat edinen çift, kıza Camera adını vermişti. Annesini altı yaşındayken kaybeden Ashe’in annesiyle çekilmiş bir karesi bile yoktu. Bu isim aslında çok şey anlatıyordu…
Yorulmak bilmeyen aktivist
1980’de kortlara veda eden efsane, kariyerinde 861 maç kazanmış, üçü “Grand Slam”lerde olmak üzere 51 turnuvada kupa kaldırmıştı. Sporu bıraktıktan sonra yorumculuğa başlayan efsane, Time dergisiyle The Washington Post gazetesinde yazıyor, sık sık kameraların karşısına geçiyordu. Öte yandan da apartheid rejimine karşı mücadelesinde dur durak bilmiyordu. 1983’te Birleşmiş Milletler’de soruna dikkat çeken heyetin bir üyesiydi. İki yıl sonra polisle başı derde giren Ashe, Güney Afrika Büyükelçiliği’nin önündeki bir eylemde tutuklanmıştı.
Tenis dünyasında kazanılabilecek hemen hemen bütün başarıları elde eden Arthur Ashe, belki de rakiplerinden hiç çekmemişti koca yüreğinden çektiği kadar. 1979’da geçirdiği kalp krizi, spordan kopmasına neden olmuştu. 1983’te yine ameliyat masasındaydı. Dört sene evvelki by-pass’ı düzeltilmeye çalışılan Ashe, 1988’de öğrenmişti acı gerçeği. Kendisine verilen kandan AIDS kapmıştı. Karısıyla birlikte bu sırrı saklamıştı ta ki USA Today’in kendisiyle ilgili haber yapmaya hazırlandığını öğreninceye kadar. 8 Nisan 1992’de mikrofonların önündeydi. Hastalığını açıklamış, son aylarını AIDS’le mücadeleye ayırmıştı. Haitili mülteciler için düzenlenen bir eylemde tutuklandıktan beş ay sonra son nefesini verdiğinde 50. yaşını bitirmemişti. Son anına kadar başkaları için savaşan efsane, vefatından sonra Başkan Bill Clinton tarafından Özgürlük Madalyası’na layık görülmüştü.
Ölüm döşeğindeyken dünyanın dört bir tarafından mektup yağıyordu. Bunlardan birinde ona şu sorulmuştu: “Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?” Ashe şöyle cevap vermişti: “Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı’ya “Neden ben?” diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, ona nasıl “Niye ben” derim?
Mutluluk insanı tatlı yapar. Başarı ışıltılı. Zorluklar güçlü. Hüzün insanı insan yapar. Yenilgi mütevazı. Tanrı’ya asla ‘Neden ben?’ diye sormayın. Ne olacaksa zaten olur…”
Çeyrek asır önce yitirdiğimiz Ashe’in adı merkezlerde, sayısız ödülde ve dev bir stadyumda yaşıyor. Amerika Açık Turnuvası ne zaman oynansa, ismi akıllara geliyor; yaptıkları milyonlara örnek oluyor.
Kortlarda bir başka öteki
‘Koca’ Bill Tilden: Tenis tarihinin aykırı şampiyonu
1893-1953 arasında yaşayan Bill Tilden, tenis tarihinin tanık olduğu belki de en başarılı sporcuydu. Kariyerinde toplam 21 Grand Slam kupası kaldıran Tilden, eşcinselliği yüzünden unutulmuş, daha doğrusu unutturulmuştu.
Tenisin bir başka kahramanı var ki onun adı yıllarca unutuldu. Kimbilir belki de unutturuldu! Peki o kim?
Kimilerine göre tarihin en büyük tenisçisi, artık solmuş siyah-beyaz fotoğraflarda yaşayan tenisin ilk ikonu Bill Tilden ya da nam-ı diğer Big Bill… Kortlardaki yenilmezliğine rağmen üstüne toprak serpilen bir figür; bambaşka bir çağda yaşadığı eşcinselliği nedeniyle homofobinin vurduğu sayısız yaşamdan biri…
1920’de ilk Amerika Açık zaferini 27’sinde yaşayan tenis efsanesinin adını birçok sporsever ilk kez 2009’da duymuştu. Tarihin en başarılı raketi Roger Federer, üst üste altıncı defa Arthur Ashe’de taçlanmak üzere korta ayak basmıştı. ‘Fedex’ kazansa, 1920’den 1925’e kadar Amerika Açık’a ambargo koymuş Tilden’ın rekorunu egale edecekti. Ancak Juan Martin del Potro finalde İsviçreliye dur demişti.
Kariyerinde toplam 21 Grand Slam kupası kaldıran Bill, 1893’te zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası ve abisinin ölümü üzerine girdiği depresyondan kurtulmak için giderek daha sert vurduğu toplar, bir efsaneyi doğurmuştu.
“Kendi tatlı oyunumu oynuyorum” mottosuydu usta raketin. Bazen bilerek set kaybedip üstündeki baskıyı artırıyor, kimi zamanda rakiplerinin oyununu taklit ediyordu. Farklı durumlara uyum sağladığını göstermeye bayılıyordu. Şov onun diğer adıydı…
İlk Wimbledon zaferini yine 1920’de kazanıyor, ardından kendi topraklarındaki Amerika Açık Turnuvası’nı tahakküm altına alıyordu. 1.87 metrelik boyuyla küçük çaplı bir devdi; servisleri şimşek gibiydi. Oyununu devamlı geliştiren Tilden, yedi yıl dünyanın bir numarası olarak kalmayı başarıyor; bu arada bir de kitap kaleme alıyordu. Bugünün sporcularına benzer bir diyet uygulamış; her gün yediği üç güçlü öğün, onu başkalarından ayırmıştı. İçkiyle arası yok, sigarayla ise çoktu. Sonradan röportajlarında da anlattığı gibi tenis ona göre sanattı; tiyatrodaki bir piyes veya bir baleden farkı yoktu. Sahne ışıklarının onu aydınlattığını düşünür, her seferinde tatlı bir telaş yaşardı. Ne yapıp edip kazanırdı.
Rekorlar geçidi
Yüzde 93’lük bir galibiyet yüzdesi tutturduğu amatör tenis kariyerinde, altısı üst üste olmak üzere yuvasında toplam yedi defa gülen ve üç de Wimbledon şampiyonluğu bulunan Tilden, çiftlerdeki başarısıyla da tarihe altın harflerle yazılmıştı. Amerika’da beş çiftler ile dört karışık çiftler, Fransa’da bir karışık çiftler, İngiltere’de de bir çiftler zaferine imza atmıştı. 1924’te oynadığı 68 maçı kazanarak tarih yazmıştı. Bir yıl boyunca kimse bileğini bükememişti. Ertesi sene de durum benzerdi. 78 karşılaşmada sadece tek yenilgi görmüştü. Üst üste kazandığı 95 mücadelede kaldırdığı 19 kupa cabasıydı. Tenis tarihi böyle bir tahakküm bir daha hiç görmeyecekti…
37’sinde Wimbledon’ı kazanan sporcu, Amerika Açık’ta yarı finalde elendikten sonra profesyonel olmayı seçiyordu. Zira o kadar zafere rağmen hayatını adadığı oyundan para kazanamamıştı. Tenis onun zamanında amatördü. Bir şey değişmiyor; o sanatını konuşturmaya devam ediyordu. Gelen başarıları müteakip maddi durumu düzeliyordu. Çiftlerde son kez kupa kaldırdığında 52 yaşındaydı.
Charlie Chaplin olmasaydı…
Gölgede kalmasına gelince… İki defa genç erkeklerle ilişkiye girdiği için hapse atılmıştı. Biyografisini kaleme alan Frank Deford’a göre hep gençlerle baba-oğul ilişkisi yaratmaya çalışmıştı. Bununla beraber, ondan ders alanlar asla çizgiyiyi aşmadığının altını çiziyordu. Gerek ünü, gerek Charlie Chaplin ile olan yakın arkadaşlığı, Tilden’ın parmaklıklar arasından çabuk kurtulmasını sağlamıştı. Fakat bazı kapılar onun için kapanmaya başlayınca yakın arkadaşının yardımlarıyla ayakta durabilmişti. Gerçekten Şarlo’nun partilerinde ile birbirleriyle arasına kortlarda kapışan beyazperdenin birçok ünlü ismine koçluk yapmış, Greta Garbo ve Katharine Hepburn gibi iki devin tenis öğretmeni olmuştu.
Kazandığı parayı yazdığı, oynadığı oyunlarına yatırdıysa da sahne kariyeri pek sıradandı. Çok sevdiği tiyatroya bir servet harcamıştı. İkinci defa hapse girdikten sonra dışlanmış, mali durumu bozulmuştu. Yine de ölene kadar en iyi yaptığı şeyi yapmış, tenis oynayama devam etmişti. 1953’te bir turnuvaya hazırlanırken son nefesini verdiğinde 60 yaşındaydı. Hesabındaki 88 dolar belki de her şeyi çok daha iyi anlatıyordu.
Big Bill ayrıca öyle bir yerde karşımıza çıkıyor ki… Vladimir Nabokov’un 1955 tarihli başyapıtı Lolita’da, Humbert Humbert’in Dolores için tuttuğu “top toplayıcı çocuklardan haremi olan” tenis hocası oydu. Hakikaten bir ara efsane sporcu, kendi top toplayıcılarını seçmişti. Bir ara tenis dersi vererek geçinmek zorunda kalan usta yazar Nabokov, zamanının en iyi raketini Lolita‘ya taşımış, ona Ned Litam adını vermişti. O adı tersten okuduğunuzda son iki hecede karşınıza Tilden’ın ismi çıkıyor.