Parker film okullarına gittiğinde öğrencilere “verecekleri bir mesaj yoksa hiç uğraşmamalarını, sözün her türlü yeni teknolojinin ötesinde değerli olduğunu” söylerdi. İnsanların kendilerine ve birbirlerine dair en karanlık yönlerini dürüstlükle sergilemekten ve onlarla dalga geçmekten çekinmeyen biriydi.
Midnight Express (Geceyarısı Ekspresi), Birdy, Mississippi Burning (Mississippi Yanıyor, Angel Heart (Melek Yürek), Bugsy Malone, Evita, Pink Floyd The Wall, Angela’s Ashes (Angela’ın Külleri)… Bu tatsız yılın yazında dünyanın en üretken ve enteresan yönetmenlerinden biri öldü.
Müzikaller, aile dramları, gerilimler… 19 BAFTA, 10 Golden Globe ve 6 Oscar kazandı. Bütün filmleri gerçek olaylara dayanır. Karanlık, noir bir tarzı vardır; az ve loş ışık sever; şiddetin vahşetini açıkça göstermekten çekinmez; ana karakterleri filmin sonunda genellikle ya ölür ya da filmde başladıklarından daha kötü bir noktaya gelirler…
Bir terziyle bir boyacının oğlu olan Alan, 1944’te Kuzey Londra’da dünyaya geldi. İşçi sınıfı çocuğuydu. İyi bir öğrenciydi, bilimle ilgiliydi. Gençliğinde sinemaya en yaklaştığı anın biraz fotoğrafçılık öğrenmek olduğunu söyler. 18’inde, kızlarla tanışmanın iyi bir yolu olduğunu düşündüğü için reklam sektörüne adım attı; bir ajansın posta odasında ofis boy olarak… Bir süre sonra metin yazarlığına terfi etti. 1968’de reklam yönetmeni olmuştu. “Dönüp geriye baktığımda Ridley Scott, Tony Scott, Adrian Lyne, Hugh Hudson ve benim gibi yönetmenlerin reklam sektöründen yükselmesine şaşırmıyorum” diyor, “bizim jenerasyonun başka şansı yoktu, çünkü o zamanlar Britanya’da bir film endüstrisi yoktu”.
Alan Parker ilk filmi “Melody”yi yazdığında yönetmen olmak için işini bırakmaya karar verdi ancak hiçbir deneyimi bulunmadığı ve tanınmadığı için başaramayıp işine devam etti. İlk filmi “No Hard Feelings”i 1973’te çekti, senaryosunu kendisi yazmıştı. Parası olmadığı için evini ipotekleyerek filmi kendisi finanse etti. Birkaç yıl sonra BBC filmi beğenip satın aldı ve Parker’la başka bir 2. Dünya Savaşı filmi için sözleşme imzaladı. Savaş sırasında Manchester’da çocukların tahliye edilmesini konu alan ve gerçek bir öyküye dayanan 1975 yapımı “The Evacuees” en iyi televizyon draması dalında BAFTA ve en iyi uluslararası drama dalında Emmy kazandı. Alan Parker’ın kariyerinin yolları böylece açılmış oldu.
1976’da ilk sinema filmi “Bugsy Malone”u yönetti. Sadece çocuk oyuncular kullanan film Jodie Foster’la iki BAFTA dahil birçok ödül kazandı. Sonra, 1978’de Türkleri kötü göstermesiyle bizde çok tartışma yaratan “Geceyarısı Ekspresi” geldi. Senaryo Oliver Stone’a aitti ve Stone bu senaryoyla o yıl ilk Oscar’ını kazandı. Ardından gişede büyük başarı kazanan “Fame” geldi. Parker bir yaptığını bir daha asla tekrar etmiyor, karanlık bir filmden sonra hafif bir müzikal çekerek beklentileri hep bozuyordu. 1982’de bir dram olan “Shoot the Moon”u çekti ve arkasından Pink Floyd müzikal/rock operası geldi.
Vietnam savaşından büyük psikolojik yaralarla dönen iki arkadaşın hikayesini anlatan “Birdy” yine bambaşkaydı, şiirseldi. 1988’de epik bir ırkçılık hikayesi geldi: ‘Mississippi Yanıyor’. Birçok Oscar’a aday gösterilen film en iyi sinematografi Oscar’ını kazandı. Ardından Madonna ve Antonio Banderas’ın başrolleri paylaştığı “Evita”, İrlandalı bir öğretmenin sefaletle geçen çocukluğunun gerçek hikayesi olan “Angela’nın Külleri”…
Parker, ustası saydığı Fred Zinnemann’ın sözünden çıkmaz, her filminden önce ona danışır ve nasıl bir film çekeceğine karar vermeden önce onun şu sözünü hatırladığını söylerdi: “Film çekmek çok büyük bir ayrıcalık. Asla hiçbir şeyi ziyan etmemelisin”. Film okullarına gittiğinde ise öğrencilere “verecekleri bir mesaj yoksa hiç uğraşmamalarını, sözün her türlü yeni teknolojinin ötesinde değerli olduğunu” söylerdi.
Alan Parker sert bir yönetmendi. Sinemayı çok iyi bilen ve Parker’ı çok seven bir arkadaşımın söylediği gibi “insanların kendilerine ve birbirlerine dair en karanlık yönlerini dürüstlükle sergilemekten ve insanlarla dalga geçmekten çekinmeyen biriydi”. 70 yaşında işin bürokrasisiyle, para kısmıyla uğraşmaktan vazgeçip kendini emekli etti ve resim yapmaya başladı. Bir röportajında film endüstrisinin tadının kaçtığını, bunun sebebinin de dijital çağ olduğunu söylüyordu. Filmler eski teknolojiyle çekilirken bütün işlem çok külfetli ve pahalıydı; stüdyo yöneticileri çok fazla karışamıyordu. Parker’ın en nefret ettiği şey filmlerine para bulmak için stüdyolara “yalakalık” yapmaktı. O sadece hikayeler anlatmak istiyordu ve bize harika hikayeler-filmler bıraktı.