Julius Caesar bugünün terimleriyle “darbeci” bir diktatördü. MÖ 49’da askerleriyle ülkenin kuzey sınırı olan Rubicon Nehri’ni geçtiği anda, yasaları çiğnemiş oldu. Darbe başarılı oldu ama Roma dünyası kanlı bir içsavaşa gömüldü. Caesar da beş yıl sonra öldürülecekti.
Julius Caesar (Sezar) MÖ 10 Ocak 49’da, yanına komutasındaki kuvvetlerden sadece XIII. lejyonu alarak Rubicon Nehri’ni geçti. “Rubicon’u aşmak” veya “Rubicon’u geçmek”, bugün birçok dilde “gemileri yakmak” anlamında kullanılıyor. Bunun nedeni, Caesar’ın bu nehri aşarak tamamen yasadışı bir konuma geçmeseydi. Bugün nerede olduğu tartışılan Rubicon Nehri, Roma Cumhuriyeti için kuzeydeki sınırdı; çeşitli eyaletlerde ordulara komuta eden valiler bu sınırda lejyonlarından ayrılır, Roma kentine yalnız girerlerdi. Galya Valisi olarak görevi MÖ 1 Ocak 49’da sona ermiş olan Julius Caesar’ın bu sınırı ordusuyla birlikte geçmesi, bugünün iafadesiyle bir askerî darbe yapmak anlamına geliyordu.
Sonraki dönemlerin yazarlarına göre, Caesar verdiği bu kararın öneminin bilincindeydi. Tam nehrin önüne geldiğinde, Yunanca iki sözcük söylemişti. Atinalı komedi yazarı Menander’dan aldığı bu cümlenin Latincesi alea iacta est, yani kelimesi kelimesine “zarlar atıldı”ydı. Biz bunu Türkçe’ye “ok yaydan çıktı” diye çevirebiliriz veya “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diye okuyabiliriz. Yani Caesar, o noktadan sonra geriye dönüşün sözkonusu olmadığını biliyordu; ya Roma’yı ele geçirecek ya da “hostis” yani düşman veya vatan haini ilan edilecek, hayatı bitecek veya kaçmak zorunda kalacaktı.
Caesar’ın attığı zar onun lehine sonuçlandı. Nehri geçtikten az sonra Arminium kentine geldiğinde direnişle karşılaşmadı. Roma’daki taraftarlarından bazıları kaçarak yanına gelirken, Roma Senatosu’nun çoğunluğunu oluşturan muhalifleri, meşruiyetin simgesi olan başkenti, senatoyu, hatta İtalya’yı bile terkederek önderleri Pompeus ile kaçtılar ve Yunanistan’a geçtiler.
Pompeus ve senatörler kaçmıştı ama Caesar siyasal otorite açısından boş bir şehre girmişti. Caesar’ın taraftarları onun popülist siyasi programını destekliyordu. Karşı tarafta ise hırsları bakımından Caesar’dan farkı olmayan Pompeus gibi önderler, Cicero gibi gerçekçi veya Cato gibi ilkelerinden taviz vermeyen katı politikacılar vardı. Cicero, “sanki Romulus’un çamurunda değil de Eflatun’un Devlet’inde yaşıyormuş gibi konuşuyor” diyerek, Cato’nun ne kadar gerçeklerden kopuk oldu.
ğunu belirtiyordu. Aslında Caesar’ın baş düşmanı, Cato’nun iddia ettiği gibi Cumhuriyet’in ilkeleri, siyasi özgürlük, senatonun itibarı filan değil, ona çok benzeyen Pompeus’tu. Bunu sezen Cicero, hangi taraf kazanırsa kazansın sonucun aynı olacağını, Roma’nın köleleşeceğini söylemişti.
Aradan çok geçmedi, bütün Roma dünyasına (İspanya, Balkanlar, Mısır ve Akdeniz) yayılan dört yıllık bir içsavaş başladı. Pompeus komutasındaki Roma Senatosu’nun orduları, MÖ 48’de Yunanistan’ın kuzeyinde Pharsalus savaşında Caesar’a yenildi; Pompeus Mısır’a kaçarak orada öldürüldü. Ancak bu büyük zafere ve Caesar’ın düşmanlarını bağışlama politikasına rağmen, Afrika ve İspanya’daki asileri sindirmesi üç yıl daha sürdü (MÖ 45’e kadar). Caesar, Rubicon’u geçtikten beş yıl sonra MÖ 44’te öldürüldü. Bu süre içinde Roma’ya arada bir uğruyor hemen tekrar sefere çıkıyordu; başkentte geçirdiği en uzun süre öldürülmeden önceki beş aydı. Roma dünyasında yaşayan sıradan insanlar bu süre içinde rakip orduların mücadeleleri arasında sıkıştı ve savaşın yolaçtığı suç dalgasından nasiplerini aldı.
Peki Caesar’ı lejyonuyla birlikte Rubicon Nehri’ne getiren neydi? Kağıt üzerinde şu gerekçeler vardı: Julius Caesar, bu olaylardan on yıl önce Senato tarafından Galya valiliğine atanmıştı. Böylece hem zengin olacak, hem şöhretini artıracaktı. Soylu ancak yoksul bir aileden gelen Caesar, kariyeri boyunca para sıkıntısı çekmiş, parlak askerî yeteneklerini gösterme imkanı bulamamıştı. Galya’da (burası, kuzey İtalya, İsviçre ve güney Fransa’nın bir bölümünü kaplayan bir eyaletti) emrindeki lejyonlarla büyük bir fetih hareketine girişti. Bu topraklarda yaşayanların küçük kabileler halinde bölünmüş olması işini kolaylaştırdı; müthiş bir imha ve katliam politikası yürüttü. Kendi propagandasını büyük bir ustalıkla yaptı; Galya Savaşları adlı eserini yazarak başarılarını bütün Roma’nın öğrenmesini sağladı. İlk beş yıllık görev süresinin bitiminde, Roma’daki güçlü müttefiki Pompeus sayesinde valiliği bir beş yıl daha uzatıldı. MÖ 48’in son günü artık görevi sona eriyor, Roma’ya geri dönmesi gerekiyordu. O sırada Pompeus’la dostluğu da düşmanlığa dönüşmüştü. Caesar, Roma’da kendisini neyin beklediğini biliyordu: Görevini suiistimal ettiği iddialarıyla yargılanacak, siyasi hayatı (belki de hayatı) sona erecekti.
Roma Cumhuriyeti, herhangi bir önderin tek başına iktidar sahibi olmaması üzerine kuruluydu. Devletin başında bile bir değil iki kişi bulunuyor, bu konsüller bir yıllığına seçiliyordu. Romalılar bu konuda o kadar titizdiler ki, onları düşmanlarının en büyüğü Hannibal’den kurtarmış olan büyük komutan Scipio Africanus’u bile, rüşvet almak, zimmetine para geçirmek gibi iddialarla suçlamışlardı. Scipio Africanus taşradaki villasına çekilerek orada ölmüştü (MÖ 183). Bu olaylar Caesar’ın darbesinden çok önce yaşanmıştı ama Roma’nın büyük komutanlar karşısındaki nankörlüğü çok iyi biliniyordu ve Caesar’ın harekete geçmesinde rol oynamış olabilirdi.
Aslında Julius Caesar’ın darbesi bir ilk değildi. Bu işi ilk yapan, kırk yıl önce Sulla olmuştu; ancak Roma’ya kuzeyden değil güneyden girmişti. MÖ 88’de konsül olan Sulla, Kral Mithradates’in ayaklanmasını bastırmak üzere askerleriyle Anadolu’ya geçmişken, Roma’daki rakibi Marius, çevirdiği entrikalarla Senato’nun bu görevi ondan alıp kendisine vermesini sağlamıştı. Sulla Roma’dan gelen böyle bir emre boyun eğecek biri değildi. İtalya’ya döndü, lejyonlarını Roma’nın üzerine sürdü: Bunu yapan ilk komutandı. Tekrar doğudaki savaşın başına getirildi, görev tamamlandıktan sonra yeniden Roma’nın üzerine yürüyerek kendisini diktatör seçtirdi. Bir terör rejimi kurarak muhaliflerini yargılamadan yok etti.
Caesar ile Sulla arasında iki fark vardı: Askerlerini Roma’ya sürmeye karar verirken, Sulla’nın bütün kurmayları, birisi hariç, ona katılmayı reddetmişti; kırk yıl sonra Caesar’ın bütün kurmayları, birisi hariç onun peşinden gitmeyi kabul etmişti. Yani kırk yılda çok şey değişmişti. İkinci fark ise, Caesar’ın diktatör olduktan sonra, otoritesini kabul eden bütün muhaliflerini bağışlamasıydı.
Savaşta başarı kazanan komutanlar neden Roma yasalarını çiğnemeyi böyle kolaylıkla göze alıyorlardı? Eski tarihçiler de, yenileri de, bunun kökenini Roma ordusunun MÖ 100’lerin başında geçirdiği evrimde buluyor. Ordunun değişmesinin nedeni de Roma Cumhuriyeti’nin kent devleti olmaktan çıkıp dünya imparatorluğuna dönüşmesi olmuştu. MÖ 107’de yapılan reformlardan önce, Roma ordusu profesyonel olmayan, toprak sahibi yurttaşlardan kurulu bir orduydu. Capite censi denilen topraksız yoksullar, kendi silahlarını sağlayacak ekonomik koşullara sahip olmadıkları için orduya kabul edilmiyordu. Roma yurttaşları için askerî hizmet, bir vatandaşlık görevi ve ayrıcalık kabul ediliyordu; bu askerler kendilerini esas olarak şu veya bu komutana değil devlete yani Senato’ya bağlı hissediyorlardı.
Ancak ordu, egemenliği genişleyen bir devlete yetmemeye başlayınca, Marius’un MÖ 107’de yaptığı reformlarla büyük ölçüde değişti. Artık topraksız ve yoksul da olsa herkes orduya katılabilecekti; bundan böyle asker olmak insanların itibar ve toprak kazanmasının bir aracı haline gelecekti. Marius MÖ 105’te, bu yoksul askerlere terhis olduktan sonra toprak verilmesi için Senato’yu sıkıştırdı ve Afrika’da askerlerini yerleştirecek koloniler kurdu. O tarihten sonra Roma lejyonlarının kendilerine toprak sözü veren güçlü bir komutana duydukları bağlılık yavaş yavaş Senato ile aralarındaki bağı gölgede bıraktı.
Marius’un bu reformlarından sonraki yüzyıl, Roma Cumhuriyeti ve Senatosu için dış ve iç savaşlarla dolu, şu veya bu komutanın, lejyonlarına güvenerek iktidarı ele geçirmeye çalıştığı bir kaostan ibaretti. Kademe kademe yıkılan eski rejim, MÖ 30’da artık yerini tek bir önderin (imparator) hem vilayetlere hem senatoya hem orduya hakim olduğu başka bir rejime bıraktı. Senato, Caesar darbesinden yüzyıl sonra öyle itibar kaybetmişti ki, İmparator Caligula atı İncitatus’u senatör seçtirebilmişti. Hikaye doğru olmasa bile, Roma Senatosu’nun içine düştüğü acıklı durumu çok iyi gösteriyordu.