Kasım
sayımız çıktı

Ya Caesar başa ya kuzgun leşe: Eski Roma

Julius Caesar bugünün terimleriyle “darbeci” bir diktatördü. MÖ 49’da askerleriyle ülkenin kuzey sınırı olan Rubicon Nehri’ni geçtiği anda, yasaları çiğnemiş oldu. Darbe başarılı oldu ama Roma dünyası kanlı bir içsavaşa gömüldü. Caesar da beş yıl sonra öldürülecekti.

Julius Caesar (Sezar) MÖ 10 Ocak 49’da, yanına komutasındaki kuvvet­lerden sadece XIII. lejyonu alarak Rubicon Nehri’ni geç­ti. “Rubicon’u aşmak” ve­ya “Rubicon’u geçmek”, bu­gün birçok dilde “gemileri yakmak” anlamında kulla­nılıyor. Bunun nedeni, Ca­esar’ın bu nehri aşarak ta­mamen yasadışı bir konuma geçmeseydi. Bugün nerede olduğu tartışılan Rubicon Nehri, Roma Cumhuriyeti için kuzeydeki sınırdı; çeşitli eyaletlerde ordulara komuta eden valiler bu sınırda lejyon­larından ayrılır, Roma kenti­ne yalnız girerlerdi. Galya Va­lisi olarak görevi MÖ 1 Ocak 49’da sona ermiş olan Julius Caesar’ın bu sınırı ordusuy­la birlikte geçmesi, bugünün iafadesiyle bir askerî darbe yapmak anlamına geliyordu.

Sonraki dönemlerin ya­zarlarına göre, Caesar ver­diği bu kararın öneminin bilincindeydi. Tam nehrin önüne geldiğinde, Yunanca iki sözcük söylemişti. Ati­nalı komedi yazarı Menan­der’dan aldığı bu cümlenin Latincesi alea iacta est, yani kelimesi kelimesine “zarlar atıldı”ydı. Biz bunu Türkçe’ye “ok yaydan çıktı” diye çevire­biliriz veya “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diye okuyabili­riz. Yani Caesar, o noktadan sonra geriye dönüşün sözko­nusu olmadığını biliyordu; ya Roma’yı ele geçirecek ya da “hostis” yani düşman veya va­tan haini ilan edilecek, hayatı bitecek veya kaçmak zorunda kalacaktı.

Sezar’ın Torino Antik Eserler Müzesi’nde bulunan “Tusculum portresi”, yaşarken yapılmış ender büstlerinden biri.

Caesar’ın attığı zar onun lehine sonuçlandı. Nehri geç­tikten az sonra Arminium kentine geldiğinde direnişle karşılaşmadı. Roma’daki taraf­tarlarından bazıları kaçarak yanına gelirken, Roma Senato­su’nun çoğunluğunu oluşturan muhalifleri, meşruiyetin sim­gesi olan başkenti, senatoyu, hatta İtalya’yı bile terkederek önderleri Pompeus ile kaçtılar ve Yunanistan’a geçtiler.

Pompeus ve senatörler kaçmıştı ama Caesar siyasal otorite açısından boş bir şehre girmişti. Caesar’ın taraftarları onun popülist siyasi programı­nı destekliyordu. Karşı tarafta ise hırsları bakımından Cae­sar’dan farkı olmayan Pom­peus gibi önderler, Cicero gibi gerçekçi veya Cato gibi ilkele­rinden taviz vermeyen katı po­litikacılar vardı. Cicero, “sanki Romulus’un çamurunda de­ğil de Eflatun’un Devlet’inde yaşıyormuş gibi konuşuyor” diyerek, Cato’nun ne kadar gerçeklerden kopuk oldu­.

ğunu belirtiyordu. Aslında Ca­esar’ın baş düşmanı, Cato’nun iddia ettiği gibi Cumhuriyet’in ilkeleri, siyasi özgürlük, sena­tonun itibarı filan değil, ona çok benzeyen Pompeus’tu. Bu­nu sezen Cicero, hangi taraf kazanırsa kazansın sonucun aynı olacağını, Roma’nın köle­leşeceğini söylemişti.

Fransız ressam Adolphe Yvon’un, Caesar’ın Rubicon Nehri’ni geçişini gösteren resmi (1875).

Aradan çok geçmedi, bü­tün Roma dünyasına (İspanya, Balkanlar, Mısır ve Akdeniz) yayılan dört yıllık bir içsa­vaş başladı. Pompeus komu­tasındaki Roma Senatosu’nun orduları, MÖ 48’de Yunanis­tan’ın kuzeyinde Pharsalus sa­vaşında Caesar’a yenildi; Pom­peus Mısır’a kaçarak orada öldürüldü. Ancak bu büyük zafere ve Caesar’ın düşman­larını bağışlama politikası­na rağmen, Afrika ve İspan­ya’daki asileri sindirmesi üç yıl daha sürdü (MÖ 45’e ka­dar). Caesar, Rubicon’u geç­tikten beş yıl sonra MÖ 44’te öldürüldü. Bu süre içinde Ro­ma’ya arada bir uğruyor he­men tekrar sefere çıkıyordu; başkentte geçirdiği en uzun süre öldürülmeden önceki beş aydı. Roma dünyasında yaşayan sıradan insanlar bu süre içinde rakip orduların mücadeleleri arasında sıkıştı ve savaşın yolaçtığı suç dalga­sından nasiplerini aldı.

Burada barışı terkediyor,
yasayı çiğniyorum
Kader, senin peşinden gidiyorum
Antlaşmalara elveda
Yargıcımız savaş olsun
bundan sonra.

(Caesar’ın darbesinden yüzyıldan fazla zaman geçtikten sonra Pharsalia adlı kitabında bu olayları yazan şair Lucanus’tan…)

Peki Caesar’ı lejyonuyla birlikte Rubicon Nehri’ne ge­tiren neydi? Kağıt üzerinde şu gerekçeler vardı: Julius Cae­sar, bu olaylardan on yıl önce Senato tarafından Galya vali­liğine atanmıştı. Böylece hem zengin olacak, hem şöhretini artıracaktı. Soylu ancak yok­sul bir aileden gelen Caesar, kariyeri boyunca para sıkın­tısı çekmiş, parlak askerî ye­teneklerini gösterme imkanı bulamamıştı. Galya’da (bu­rası, kuzey İtalya, İsviçre ve güney Fransa’nın bir bölümünü kaplayan bir eyaletti) emrinde­ki lejyonlarla büyük bir fetih hareketine girişti. Bu topraklarda yaşayanların küçük ka­bileler halinde bölünmüş olması işini kolaylaştırdı; müthiş bir imha ve katli­am politikası yürüttü. Kendi propagandası­nı büyük bir ustalıkla yaptı; Galya Savaşları adlı eserini yazarak başa­rılarını bütün Roma’nın öğren­mesini sağladı. İlk beş yıllık görev süresinin bitiminde, Ro­ma’daki güçlü müttefiki Pom­peus sayesinde valiliği bir beş yıl daha uzatıldı. MÖ 48’in son günü artık görevi sona eriyor, Roma’ya geri dönmesi gere­kiyordu. O sırada Pompeus’la dostluğu da düşmanlığa dö­nüşmüştü. Caesar, Roma’da kendisini neyin beklediğini bi­liyordu: Görevini suiistimal et­tiği iddialarıyla yargılanacak, siyasi hayatı (belki de hayatı) sona erecekti.

Roma Cumhuriyeti, her­hangi bir önderin tek başına iktidar sahibi olmaması üze­rine kuruluydu. Devletin ba­şında bile bir değil iki kişi bu­lunuyor, bu konsüller bir yıl­lığına seçiliyordu. Romalılar bu konuda o kadar titizdiler ki, onları düşmanlarının en bü­yüğü Hannibal’den kurtarmış olan büyük komutan Scipio Africanus’u bile, rüşvet almak, zimmetine para geçirmek gibi iddialarla suçlamışlardı. Sci­pio Africanus taşradaki villa­sına çekilerek orada ölmüş­tü (MÖ 183). Bu olaylar Cae­sar’ın darbesinden çok önce yaşanmıştı ama Roma’nın bü­yük komutanlar karşısındaki nankörlüğü çok iyi biliniyordu ve Caesar’ın harekete geçme­sinde rol oynamış olabilirdi.

Aslında Julius Caesar’ın darbesi bir ilk değildi. Bu işi ilk yapan, kırk yıl önce Sulla olmuştu; ancak Roma’ya ku­zeyden değil güneyden girmiş­ti. MÖ 88’de konsül olan Sulla, Kral Mithradates’in ayaklan­masını bastırmak üzere as­kerleriyle Anadolu’ya geçmiş­ken, Roma’daki rakibi Marius, çevirdiği entrikalarla Sena­to’nun bu görevi ondan alıp kendisine vermesini sağla­mıştı. Sulla Roma’dan gelen böyle bir emre boyun eğecek biri değildi. İtalya’ya döndü, lejyonlarını Roma’nın üzerine sürdü: Bunu yapan ilk komu­tandı. Tekrar doğudaki sava­şın başına getirildi, görev ta­mamlandıktan sonra yeniden Roma’nın üzerine yürüyerek kendisini diktatör seçtirdi. Bir terör rejimi kurarak muhalif­lerini yargılamadan yok etti.

Caesar ile Sulla arasında iki fark vardı: Askerlerini Roma’ya sürmeye karar verirken, Sul­la’nın bütün kurmayları, birisi hariç, ona katılmayı reddet­mişti; kırk yıl sonra Caesar’ın bütün kurmayları, birisi hariç onun peşinden gitmeyi kabul etmişti. Yani kırk yılda çok şey değişmişti. İkinci fark ise, Cae­sar’ın diktatör olduktan sonra, otoritesini kabul eden bütün muhaliflerini bağışlamasıydı.

İlk darbeci Sulla Lucius Cornelius Sulla ve Gaius Marius, Roma için savaşmıştı. Tarihin kaydettiği ilk darbeyi gerçekleştiren Sulla kendisini diktatör ilan eti ve M.Ö. 80’e kadar hüküm sürdü.

Savaşta başarı kazanan ko­mutanlar neden Roma yasa­larını çiğnemeyi böyle kolay­lıkla göze alıyorlardı? Eski ta­rihçiler de, yenileri de, bunun kökenini Roma ordusunun MÖ 100’lerin başında geçirdi­ği evrimde buluyor. Ordunun değişmesinin nedeni de Roma Cumhuriyeti’nin kent devleti olmaktan çıkıp dünya impara­torluğuna dönüşmesi olmuştu. MÖ 107’de yapılan reformlar­dan önce, Roma ordusu pro­fesyonel olmayan, toprak sa­hibi yurttaşlardan kurulu bir orduydu. Capite censi deni­len topraksız yoksullar, kendi silahlarını sağlayacak ekono­mik koşullara sahip olmadık­ları için orduya kabul edilmi­yordu. Roma yurttaşları için askerî hizmet, bir vatandaşlık görevi ve ayrıcalık kabul edili­yordu; bu askerler kendilerini esas olarak şu veya bu komuta­na değil devlete yani Senato’ya bağlı hissediyorlardı.

Devrik konsül Marius İç savaşta yenilen büyük reformcu Gaius Marius, Sulla tarafından M.Ö. 87’de Afrika’ya sürüldü. Pierre Nolasque Bergeret’nin “Marius, Kartaca yıkıntılarında meditasyonda” isimli 18. yüzyıl tablosunda, devrik Roma konsülü sürgünde tasvir ediliyor.

Ancak ordu, egemenliği ge­nişleyen bir devlete yetmeme­ye başlayınca, Marius’un MÖ 107’de yaptığı reformlarla bü­yük ölçüde değişti. Artık top­raksız ve yoksul da olsa herkes orduya katılabilecekti; bundan böyle asker olmak insanların itibar ve toprak kazanması­nın bir aracı haline gelecekti. Marius MÖ 105’te, bu yoksul askerlere terhis olduktan son­ra toprak verilmesi için Se­nato’yu sıkıştırdı ve Afrika’da askerlerini yerleştirecek kolo­niler kurdu. O tarihten sonra Roma lejyonlarının kendileri­ne toprak sözü veren güçlü bir komutana duydukları bağlılık yavaş yavaş Senato ile arala­rındaki bağı gölgede bıraktı.

Marius’un bu reformla­rından sonraki yüzyıl, Roma Cumhuriyeti ve Senatosu için dış ve iç savaşlarla dolu, şu ve­ya bu komutanın, lejyonlarına güvenerek iktidarı ele geçir­meye çalıştığı bir kaostan iba­retti. Kademe kademe yıkı­lan eski rejim, MÖ 30’da artık yerini tek bir önderin (impa­rator) hem vilayetlere hem senatoya hem orduya hakim olduğu başka bir rejime bırak­tı. Senato, Caesar darbesinden yüzyıl sonra öyle itibar kay­betmişti ki, İmparator Caligu­la atı İncitatus’u senatör seç­tirebilmişti. Hikaye doğru ol­masa bile, Roma Senatosu’nun içine düştüğü acıklı durumu çok iyi gösteriyordu.