Kasım
sayımız çıktı

Bir resim emekçisinin bir ‘yazar-çizer’in vedası

Yüksel Arslan, dünya sanatının yüksek hizasını tutturabilmiş bir avuç sanatçımızdan biri olmayı, belki de onu görmezden geldiğimiz için başarmıştı. 

Yüksel Arslan’ın ölümüyle birlikte, toplumumuz ve “kültür dünyamız” iri bir başbelâsından kurtulmuş oldu. Gerçi, hakkını vermek gerekir, ülke olarak önlemler almıştık çok gecikmeden: Artaud’nun Van Gogh için söylediği “toplumun intihar ettiği” sanatçı figürünün bir çeşitlemesi olarak, toplumumuz “genel adâba mugayir eser” damgasını hemen kullanarak Arslan’ı püskürtmüştü: Ömrünün son yarım yüzyılını Paris’te, aslında bir yersiz yurtsuz statüsünde geçirdi, Santral İstanbul’da düzenlenen retrospektif sergisi için bile geri dönmedi. 

Nisan 2017’de hayatını kaybeden Yüksel Arslan (d. 1933) 

O ki İstanbul mezarlıklarının, bir Eyüp doğumlu olarak mezartaşlarının tutkunuydu ve durmadan onları yapıtlarında ağırlamıştı, Saint-Mandé’de gömüldü — umarım, ileride bir gün, aklıevveller kemiklerini buraya taşımaya kalkışmaz: İnsan en çok nerede yaşamış, işini yapmışsa orada dinlenmeli. 

Kitaplığımda Musil gibi, Benjamin gibi, gerektiği için kısa ve özlü curriculum vitae kaleme almış yazarların ürünlerinin yanıbaşında, Yüksel Arslan’ın kendi kaleminden, kronolojik eksene sadık yaşamöyküsü yeralıyor: 1996’da yazdığı metni izleyen 20 yıllık son dönemini tamamlamak başkalarına kaldı. 

Kapital’in çizeri Kapital’in çizeri olarak da bilinen Yüksel Arslan bir ressamdan çok bir okur olduğunu belirtmişti (Das Kapital sergisinden bir örnek, üstte.) Halüsinasyonlar, 1988 (detay, altta). 

Biliyoruz, anlatılsa herkesin hayatı “roman”, Arslan’ınki fazlası: 1933’de Eyüp’te bir işçinin oğlu dünyaya geliyor, okul yollarında yazları manavlık yapıyor, erken yaşta başlıyor resim yapmaya, 20’sinde “ressam” olmaya karar veriş, 1961’de Paris’e gidiş, uzun süren sefâlet döneminin ardından yavaş yavaş bir düzene oturuş, 1968’de Türkiye’de açtığı iki sergisiyle doğan skandalın ardından geri dönmemesiye Paris’e demir atması ve arayı dolduran peşpeşe soluklu projeler: Arture’ler, “Etkiler”, “Das Kapital” ve ötesi — her vakit çok çalışmış. 

En eski ve yakın dostu, yarım yüzyılı aşkın bir süre destekçisi olmuş Ferit Edgü anlatıyordu: Son yıllarını kaplayan ağır hastalığının yolaçtığı bir düzine ameliyat, taburcu edildiği gün oturup çalışmaya koyulmasına engel olmamıştı.

Aynı metnin en önemli yanı, Arslan’ın işini ve uğraşını tanımlayış biçiminden geliyordu: Bir “yazar-çizer” olarak koyar orada kendisini: “Ben okuyarak, inceleyerek öğrenen ve öğrendiklerimden bir bölümünü resim yoluyla dile getiren biriyim. Bu nedenle resimlerimin estetik bir heyecan uyandırmasına çalışmam. Çizgilerimin düşündürmesini isterim. Benim okuduğum gibi resimlerime bakanlar da onları okusunlar isterim”. 

Düşündürücü resimler Yüksel Arslan, resimlerinin düşündürücü özelliğinin ön plana çıkmasını istedi. Resimlerinde şair ve düşünürleri figüre etti (Nazım Hikmet, üstte). Devletin tekelci kapitalizmi (altta). 

Gerçekten de Arslan, Brecht’çe deyişle bir Tui saymıştı kendisini, “Bir ressamdan çok bir okur”. Serüveni bu yaklaşımı doğruluyor bir yanıyla: Marx üstünden “sistem”i, Freud ve Sade (ve başkaları) üstünden “cinsellik” siyasetlerini, son derece geniş bir yaratıcılar (yazar, sanatçı, düşünür, biliminsanı) katalogundan “İnsanlık Komedyası”nın herbir ucunu okumaya ayırdı ömrünü; birkaç bin kitabı kaynakçasına koydu, birkaç binini “Arture”lerinde apaçık göndermelerle ağırladı. Denilebilir mi, bana kalırsa pekâlâ denilebilir: “İş”inin ötesinde uzunboylu bir hayatı olmamıştı. 

“Bir ressamdan çok bir okur”, tabiî sözün gelişi: Yüksel Arslan hem de güçlü bir ressamdı. Doğal boyaya ilk baştan başvurması, “arture”lerinde bütünüyle kendine özgü bir “form-ül” yaratmış olması, tutarlı ve sürekli izlek haritaları kurması “tümel” bir yapıt inşa etmesini sağlayan unsurlardan birkaçı. Literatürdeki sıkıştırılmış anlamından taşmış bir “emek-çi” oldu hep: Kapital dizisinde de, “arture”lerde de en egemen figürlerin başında “el” gelir: Onu handiyse bütün hallerinde nakşetti durmadan, soylu araç saydı. 

Biz henüz Arslan’ı okumuş, okuyabilmiş değiliz. Ferit Edgü’yü ayırıyorum: Başdaş, yazgıdaş bir ikiliydiler, ortak ürünleri seyrek rastlanan bir yaratıcılık paydaşlığına işaret ediyor. Arslan’ı görenler oldu: Sabahattin Eyüboğlu, Selâhattin Hilav, Sezer Tansuğ gibi üstüne bir nebze ışık tutanlar. Yapıtın değeriyle orantılı bir ilgiden sözedemeyiz ama: Yüksel Arslan’ın yapıtı, sonuç olarak, vatandaşlarımızın hiç işine gelmemiştir. Rencide eden, vicdan çizen, estetik alışkanlıklara sinkaf çeken, üstüne üstlük sırtını dönen bir yaratıcıyı istemez kara kamu. 

Yüksel Arslan, dünya sanatının yüksek hizasını tutturabilmiş bir avuç sanatçımızdan biri olmayı, belki de onu görmezden geldiğimiz için başarmıştı.