Pek saygıdeğer hekimim Mazhar Osman’ın birtakım münasebetlerde bulunmak üzere yurtdışına gidişi, kendisiyle çetin satranç müsabakaları eşliğinde sürdürdüğümüz hoş sohbetlerden mahrum kalmam hasebiyle beni bir miktar müteessir etmiş idiyse de, katlanılmayacak bir hal sayılmazdı. Esas felaket Hoca’nın, avdetine dek hastanenin başhekimliğiyle birlikte tedavimi de Profesör Ömer Ali adında bir diğer hekime devretmiş olmasıydı.
Bu Ömer Ali denen zat, hakkımda dolaşan envai rivayetler sebebiyle olacak, bendenizden pek haz etmemekte, dahası zannımca biraz da korkmakta ve bana karşı mesafesini korumaktaydı. Hepsi bu kadarla kalsa başım üstüneydi; haddizatında bir müddettir hastanedeki odamın pencere önünü kendine mesken tutmuş sevimli pisicikle oynaşmayı bu suratsız herifle hasbihal etmeye bin kere tercih ederdim ben de.
Maateessüf yeni başhekimimizin ruh hastalıkları konusundaki, selefinden bir hayli farklılık gösteren yaklaşımları, bazı meselelerle bizzat alakadar olmamı gerektirecek ehemmiyetteydi.
Ömer Bey’in psikiyatrik hastalıklarla ilgili genel bir teşhisi bulunmaktaydı: Manevi zaafiyet. Bu cihetle de, hastaların tedaviden ziyade ıslah edilmesi gerektiğine dair sağlam bir kanaate sahipti. Kendi tabiriyle bu düşmüş zavallıların imanını tazelemek için kullandığı yöntemler ise onları buz dolu küvetlere yatırmaktan tecrit hücrelerine tıkmaya, elektroşoktan insülin komasına sokmaya kadar uzanmaktaydı. Kendisinden ölesiye korkan hastaların ısrarlı ricası üzerine yeni başhekimimize yaptığım görüşme talebi, ilaçlarımın dozunun iki katına çıkıp artık damar yoluyla tatbik edilmesi ve on gün içinde iki elektroşok seansıyla cevap buldu.
Neticede kendimi bütün günümü kolumu kıpırdatamayacak bir halde, bulanık hayaller, kopuk rüyalar ve kabuslarla boğuşur halde bulmuştum. Derken bir geceyarısı tuhaf bir hadise cereyan etti. Penceremin aralığından süzülüveren dört ayaklı yaratık, iki hamlede yatağımın üstünde bitti. “Kedi” diye mırıldandım bir süredir ilgilenemediğim sevimli dostumun tüylerini okşayarak.
“Kezi” diye düzeltti. “İsmim Kezi.”
“Teşekkür ederim ziyaretin için Kezi.”
“Buraya ortak bir tanıdığımız hakkında konuşmaya geldim” dedi patilerinden birini yalayıp. “Yeni patronumuzu diyorum.”
“Ah evet. Biraz radikal biri.”
“Bilmez miyim?” diye hırladı Kezi. “Şimdiden bir düzine arkadaşım kendisiyle tanışma şerefine ulaştı.”
“Bir kedisever, ha?”
“Pek değil” dedi Kezi. “Sorun şu ki, siz insanların kafası çok değişik oluyor.”
“Haklısın” dedim. “İnsanoğlu türlü türlü…”
“Kafatasınızdan söz ediyorum” diye sözümü kesti. “Biri birine uymuyor. Oysa biz kedilerinki son derece düzgün ve standarttır. Bu yüzden beyefendi, gizli gizli yürüttüğü EEG deneylerinde kedileri kullanıyor. Kafataslarını delip prizler yerleştirdikten sonra öldürene kadar elektrik veriyor…”
“Belki bir süre ortalıkta dolaşmasan iyi olur.”
“Bence kendisi çok hasta biri” diyerek gerindi Kezi. “Neyse ki, derdinin devasını biliyorum.”
“Enteresan. Aklından geçeni öğrenebilir miyim?”
“Lüzum yok” dedi Kezi çalımla.
“Bana ihtiyaç duyduğum şeyi temin et, yeter. Kedilerin ruhuyla ilgileniyor musun?”
“Elbette” dedim. “Yalnız gerekli evrakı kendin alman gerekecek. Fazla hareket edemiyorum da… Benden istediğin nedir acaba?”
“Ne olacak” deyip masamın üstüne sıçradı Kezi. “Elbette bir çift çizme.”
Birkaç gün sonra iyice kendime gelip ayaklanmıştım. Ömer Bey ortalıkta görünmüyordu. Hemşirelerden birine sordum. “Kendisi depresyon hastasıydı biliyorsunuz” dedi hemşire. “Bir gece buz kıracağını gözünün üstünden beyninin ön lobuna saplamış. İlaçlar para etmeyince kendi kendine lobotomi uygulamış anladığımız kadarıyla. Neyse ki, şimdi çok iyi. Bodrumdaki koğuşlardan birinde, bahçedeki domateslerden bile sakin, bütün gün gülümseyerek yatıyor.”