Anadolu’da ilk dönemlerdeki göçmen İslâmı, zamanla yerini kalıcı ve yerli bir İslâm’a bıraktı. Türkçe bu dini taşıyan bir dil haline geldi. Bu dönemde halk arasında Peygamber soyuna bağlılık, dinî kahramanların yüceltilmesi gibi eğilimler ve derviş grupları ortaya çıktı.
AHMET T. KARAMUSTAFA
Anadolu’nun İslâmlaşması çok boyutlu, çok katmanlı ve uzun süreli bir olgudur. Henüz bu tarihi layıkiyle yazdığımız söylenemez. Cumhuriyet dönemi tarihçiliğinde yarımadanın İslâmlaşması Malazgirt Savaşı ile başlayan Türkleşme süreciyle neredeyse özdeşleştirilerek bu güçlük göz ardı edilmiş, İslâmlaşma adeta tek eksenli bir olguya indirgenmiştir. Oysa Anadolu İslâmı’nın karmaşıklığı ve çeşitliliğini yeniden keşfetmeye çalışmanın vakti çoktan gelmiştir.
Bizans’ın 1071’de Selçuklulara karşı uğradığı Malazgirt yenilgisinin Anadolu’nun kapılarını Türkmenlere açtığı, Rum varlığının giderek aşınmaya yüz tuttuğu bilinen gerçeklerdir. Ancak Anadolu’nun İslâm’la tanışıklığının çok daha önce, daha ilk Müslüman Arap fetihleri döneminde başladığı unutulmamalıdır. Bu dönem ve mekanların tarihini henüz Anadolu’nun İslâmlaşması hikayesine yerleştirebilmiş değiliz. Yerli halklar olan Ermeniler, Gürcüler, diğer Kafkasyalılar, Kürtler ve Rumlar, ayrıca bu bölgelere göçmen olarak giren Araplar, İranlılar, sonra da Türkler arasında Müslümanlık acaba nereye kadar, nasıl, hangi biçimlerde yayılmıştı? Bu soruya cevap verecek durumda değiliz. Yine de Anadolu İslâmının temel taşlarından biri olan Seyyid Battal Gazi destanıyla bugün Türkiyeli Türkler için bir kimlik sembolü haline gelmiş Dede(m) Korkut kitabının Malazgirt öncesi dönemden öğeler barındırdığını hatırlarsak, Anadolu’da İslâm’ın tarihini niçin Emevi, Abbasi dönemlerinden başlatmamız gerektiği biraz olsun anlaşılmış olur.
Malazgirt’ten Rum Selçuklularının 12. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’da hakimiyetlerini pekiştirmelerine kadar geçen süre içinde elimizde İslâm hakkında kaynak yoktur. Geniş kitleler şöyle dursun, yönetici sınıfın (yani ilk Rum Selçuklularının, Danişmendlilerin, Mengüçeklilerin, Saltukluların) bile dindarlığı hakkında karanlıkta sayılırız. 12. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hem yazılı kaynaklar hem de birçoğu bugün ayakta duran mimari eserler şehirlerde yaşayan seçkin zümrelerin dinî yaşamlarına ışık tutmaya başlar. Bu dönemde Anadolu -Bizans’ın elinde kalan Batı, Kuzeybatı ve Karadeniz sahili hariç olmak üzere- bir fetih alanı ve uç boyu olmaktan çıkarak cami, medrese, darülhadis, zaviyeleriyle darü’l-İslâmın yeni bir uzantısı haline gelir. Müslüman nüfus henüz her yerde azınlıktadır, üstelik siyasi-hukuki İslâmlaşma süreci yüzyılın ikinci yarısında Moğol İlhanlı hâkimiyetiyle sekteye uğrayacaktır. Yine de yarımada bundan böyle dönüşü olmaksızın bir İslâm ülkesi olma yolundadır. Buna rağmen, Selçuklu ve İlhanlı döneminde Anadolu İslâmı hâlâ bir tür göçmen İslâmı’dır. İlim, marifet ve edebiyat dili önce Arapça sonra da Farsçadır; Türkçeyse daha yeni yeni yazıya geçmektedir. Müslüman nüfusun çoğunluğunun Türkçe konuştuğu bir ortamda yazılı ve sözlü kültür arasındaki bu belirgin kopukluk yüzünden yalnızca eğitimli seçkinlerin dini görüşleri hakkında bilgi sahibiyiz.
13. yüzyıl boyunca fıkıhta Hanefilik ve Şafi’iliğin, kelamda da Eş’ariliğin ağır bastığı İslâmi ilimlerde bir hareketlilik görülmez. Tasavvuftaysa tam tersine adeta bir yıldızlar şöleninden söz edilebilir. İbn ‘Arabi’yle (ö. 1240) onun ilk takipçisi Sadreddin Konevi’den (ö. 1274) Mevlana Celaleddin Rumi’ye (ö. 1273), Necmeddin Razi’den (ö. 1256) Fahreddin ‘Iraki (ö. 1289) ve Evhaddeddin Kirmani’ye (ö. 1238), 1200’lü yılların Anadolusu, tasavvuf tarihinin en seçkin simalarından önemli bir kısmını kendine çekmiştir. Arapça ve Farsça yazan bu mutasavvıflara Türkçenin en yetkin mutasavvıf şairi Yunus Emre’yi de (ö. 1320?) eklersek Anadolu’nun bu yüzyılının tasavvuf tarihinde ne denli ayrıcalıklı bir yer tuttuğu daha iyi anlaşılır.
14. yüzyıl başlarında Beylikler dönemine girildiğinde Anadolu yavaş yavaş yeni bir kimliğe bürünür. İlim dili hâlâ Arapçadır, şeriat çerçevesinde kalan tasavvufun diliyse hem Arapça hem de Farsçadır ama artık ilmi nitelikli Türkçe eserler yazılmaktadır. Ancak Türkçe yazılan eserler artık zamanın ilim düzeyini yansıtmakla birlikte daha geniş bir kitleyi hedef alan popüler eserlerdir. Bu tip eserlerin ilk belirgin örneği Âşık Paşa’nın (ö. 1332) tasavvufi bir meşreble yazılmakla birlikte aslında halka bazı temel İslâmi bilgileri sunmayı hedefleyen Garibnâme’sidir. Hatta Yunus Emre’nin Risaletü’n- nushiyye’sine de bu gözle bakmak mümkündür. Sözü geçen eserleri daha sonra Hibetullah ibn İbrahim’in Sa’atname’si (14. yüzyıl?), Kutbeddin Mehmed İzniki’nin (ö. 1418) Mukaddime’si, Yazıcıoğlu Ahmed (ö. 1465) ve Mehmed (ö. 1451) kardeşlerin eserleri, özellikle Muhammediyye, Dürr-i Meknun ve Envarü’l-’aşıkin, izler. Tabii bunlara Süleyman Çelebi’nin (ö. 1422) Mevlid adıyla bilinen Vesiletü’n-necat’ını da eklemelidir. Çoğu bir tür ilm-i hal olarak görülebilecek bu eserler hem gittikçe genişleyen Türkçe okuyucu kitlesine hem de Muhammediyye ve Mevlid gibi manzum olanları yüksek sesle okunduklarında okuma yazma bilmeyenlere hitap ederler. Bu aşamada Yunus Emre’nin, tasavvufi aşk mektebine dayanan dindarlık biçimini sevgi şiirine dönüştürmede gösterdiği inanılmaz başarısıysa geniş halk kitlelerinin gönlüne akan diğer gür bir İslâmlaşma ırmağının kaynağını oluşturur. Böylelikle Türk.e gitgide bir İslâm dili haline gelir. Burada söz konusu olan İslâm, Kur’an ve hadis ilimleri, tefsir, fıkıh ve kelamın çetrefil bahisleri değil, daha çok Peygamberin hayatı, ibadetin gerekleri, Müslüman ahlakı ve ahireti konu alan, ilk dönem İslâm tarihiyle İslâmi ilimlerin ve şer’i tasavvufun hep birlikte damıtılarak gündelik yaşama yedirilmiş bir biçimidir. Bu şehirli İslâm’ın tarihi aynı zamanda Sünni Hanefi Müslümanlığın her biçiminin Anadolu’da Türkçe konuşanlar arasında yavaş yavaş giderek yayılmasının tarihidir. Gözlerimizi seçkinlerden Anadolu halklarına çevirip de geniş halk kitlelerinin İslâm’la tanışıklıklarının ne olduğu sorusuna yanıt bulmaya çalıştığımızda manzara değişir. Ermeni, Gürcü, Kürt, Rum, Süryanilerin en azından bir kısmının Müslümanlaşmış olduğuna kesin gözüyle bakabilsek de bu süreci aydınlatmaktan aciziz (bunlar arasında yalnız Kürtlerin bütünüyle Müslümanlaştığı, diğerlerinin çoğunluğunun Hıristiyan kaldıkları unutulmamalıdır). Ancak gayrimüslimlerin, İslâm’ı giderek Türkçe süzgecinden geçmiş biçimiyle tanımış olacakları, onlar arasından Müslüman olanların da tabiri caizse “Türkçe İslâma” girmiş olmaları gerektiğini düşünmemiz doğaldır. Nitekim 14. yüzyıl sonlarında gelişen devşirme uygulamasıyla Müslüman olan Rumelili Hıristiyan oğlanlar İslâm’ı Türkten öğrenir. Bu durum İslâm’a Osmanlılarla Kuzeybatı Anadolu ve Rumeli fetihlerinde işbirliği yaparak giren ünlü akıncı aileleri Köse Mihal, Evrenos, Turahan ve Malkoç oğulları için de böyledir. Anadolu’da, sonra Rumeli’de, Müslümanlık giderek Türkçe gömleğine bürünmektedir.
Ancak Türk halkın Müslümanlığı, şehirli seçkinlerinkinden çok farklıdır. 1240’ta Selçuklu yönetimini bir hayli zorlayan Babai isyanına katılan Türkmenlerin dinî görüşleri bugün bizler için müphem kalsa da, yer yer şeriat halkası dışına taşan bir evliya inancı besledikleri besbelli, Peygamber soyuna aşırı bir bağlılık göstermiş olmaları da olasıdır. İşte bu dönemden 16. yüzyılda Anadolu’da Osmanlı hakimiyetini sarsan Kızılbaş ayaklanmalarına kadar geçen üç yüzyıl boyunca halkın Müslümanlığını anlamak istiyorsak onların Peygamber soyunu yüceltme, bu soya bağlanma kaygısını ve buna bağlı olarak gelişen evliya inancını layıkiyle incelememiz gerekir.
İslâmlaşma sürecinde Peygamber soyuna sıkı sıkıya yapışarak seyyid ve şerifleri yüceltmenin, hatta kendi soyunu bu soya bağlamanın önemi hâlâ yeterince araştırılmamıştır. Büyük bir olasılıkla bu olgu Türkmenler ve Kürtler arasında Anadolu’da ilk olarak Vefailik silsilesinin Babai isyanıyla öne çıkmasıyla belirir. Vefailik, 11. yüzyılda Irak’ta yaşamış, annesi Kürt olmakla birlikte soyu baba tarafından İmam Zeyne’l-’Abidin aracılığıyla Hz. Ali’ye çıkan Bağdat’lı Ebu’l-Vefa Tacü’l-’Arifin (ö. 1107) adlı bir şeyhden inen bir silsiledir. Çocuğu olmayan Ebu’l-Vefa’nın soyu hem evlat edindiği erkek akrabaları hem de diğer evlâtlıkları tarafından sürdürülmüş, bir şekilde bölgedeki Türkmenler ve büyük olasılıkla Kürtler arasında da kabul görerek bu soya bağlılık onların Müslümanlığının bir parçası haline gelmiştir. Babai hareketinin önder belirlediği Baba İlyas da aslen Horasanlı görünmekle birlikte Ebu’l-Vefa’ya birkaç kuşak öteden bağlanarak bu silsilenin bir halkası olmuştur.
Peygamber soyuna bağlılık, bu bağlamda Hz. Ali’yle onun soyundan olanlara duyulan sevgiyle saygı, hatta bazı seyyid ve şerifleri veli düzeyine çıkartmak, bundan böyle Anadolu halk Müslümanlığının ana öğelerinden biri olmuştur. Yalnız Baba İlyas ve Vefailerin değil, Hacı Bektaş gibi velilerin de seyyid olduklarına inanılmış, Türkmenler arasında Müslümanlaşma sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkan ocak düzeninin merkezinde de seyyidler yer almışlardır. Yani bugün Alevi ocakları olarak tanıdığımız yapının k.kü bazı Türkmen ve Kürt topluluklarının İslâmlaşma süreci boyunca seyyidlik çevresinde yeniden yapılanmalarına dayanmaktadır. Bu açıdan halkın önemli bir kısmı için İslâma girmenin seyyidlere bağlanarak Peygamberin soyuna tutunabilmek anlamına geldiği söylenebilir. Çoğu zaman bir Şiilik belirtisi olarak görülegelmiş Hz. Ali ve oniki imam sevgisinin de bu gözle görülerek yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bu olguyu yalnızca Şiiliğe bağlamak yanıltıcı olur.
Seyyidliğin yanısıra, yer yer onunla özdeşleşmiş olarak, evliya inancı da geniş halk kitlelerinin İslâmi inanç ve kılgılarının oluşmasında çok önemli bir etmen olmuştur. Kökleri İslâmın erken dönemlerinde yatan evliya inancı 9.-11. yüzyıllarda hem Müslüman halk arasında belirgin bir kılgı öbeği (yatırlar ve onlar etrafında oluşan edimler) hem de tasavvuf ehli elinde özgül bir kavram .rgüsü olarak ortaya çıkar. Tanrı’nın kullar arasında emirlerini yerine getirmekle yükümlü velileri bulunduğuna, bu velilerin hem hayattayken hem de ölümlerinden sonra dünyada ilahi kudretin bir tür dışavurumu olarak faaliyet gösterdiklerine inanmak olarak özetlenebilecek evliya inancı, evliya oldukları düşünülen kişilerin belirmesine, giderek yatırların ve yatır merkezli ziyaret, adak gibi kılgıların oluşmasına yol açar. Aynı zamanda velayet, yani velilik kavramı, tasavvuf akımı içinde de birçok mutasavvıfça işlenerek zenginleşir. İşte bu evliya kültü ve tasavvufi velayet kavramı İslâmlaşmaya başlayan Anadolu’da da kısa sürede devreye girer. Bir yandan tasavvuf erbabı velayet kavramını temel alan kutb-ı zaman, insan-ı kâmil, silsile (yani veliler zinciri) gibi söylemlerini ve mürşide, yani yaşayan velilere bey’at etmek, kendini mürşide teslim etmek gibi edimlerini halk arasında bir ağ gibi örerken bir yandan da halk İslâm kahramanı olarak belirlediği bazı şahsiyetleri kutsamaya, yani velileştirmeye başlar. Tabii, halkça kutsananların bir kısmı tasavvuf ehli tarafından kabul görmez, ya da tersine mutasavvıflarca veli sayılanların bir bölümü hiçbir zaman halkça kutsanmaz. Bu örtüşmezliğin en belirgin örnekleri gaza kahramanlarıyla şeriat dışı yaşayan derviş takımlarıdır. Halk yalnız mutasavvıfları değil belki de onlardan çok abdalları, babaları, gazileri velileştirmiştir.
13. yüzyıldan itibaren Anadolu’da dindarlıkları şeriat dairesi dışında şekillenmiş bir dizi derviş takımı belirir. Bunlar arasında kökleri Anadolu dışında yatan Kalenderiler, Haydariler ve Camilerle Anadolu’ya özgü olan Bektaşiler ve Rum Abdallarını sayabiliriz. “Rum Abdalları” aslında dağınık oldukları anlaşılan yerli derviş takımlarını toplu halde tanımlamak için 15. yüzyıl sonu 16. yüzyıl başlarında Aşıkpaşazade (ö. 1484’ten sonra) ve Vahidi (ö. 1523’ten sonra) gibi yazarların kullandıkları bir ifadedir; bu adlandırmadan yola çıkarak gerçekte Anadolu ve Rumeli çapında “Abdalan-ı Rum” adlı bir örgüt bulunduğunu düşünmek doğru olmaz. Anlaşılan Anadolu’da 13. yüzyıl ortalarından başlayarak Türkçe (ve belki Kürtçe) konuşan birçok yerli derviş türemiş, bunlar 14. ve 15. yüzyıllarda çoğalarak halk arasında kutsanmış, Hacı Bektaş, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Şücaettin Veli ve Otman Baba gibilerinin çevresinde kalabalık derviş grupları oluşmuştur. Bunlar arasında yalnız Hacı Bektaş, Yeniçerilerce benimsenmesi sonucu Osmanlılarca kalıcı kabul görmüş, bu nedenle de Osmanlılar, şeriatı öne süren yeni hukuki düzenlemelere gittiklerinde, ulemaya bağlı mutasavvıflarca şeriat dışı görülen derviş takımlarının büyük çoğunluğu eninde sonunda Bektaşilik bünyesinde erimişlerdir. 13. ve 14. yüzyıllar boyunca Farsça konuşan Kalenderiler, Haydariler ve Camiler gibi yabancı derviş takımları, zaten oldukça zayıflamışlardır ve Bektaşilik içerisinde erimeleri herhalde zor olmamıştır.
Derviş dindarlığı büyük ölçüde tasavvuftan esinlenmekle birlikte şeriat söylemi ve kılgısından uzaktır. Bugün bize oldukça yabancı olan bu dervişlerin düşünce ve inanç dünyasına girmek bir hayli zordur. Ancak Kaygusuz Abdal gibi geride yazılı eser bırakmış olan birkaçının yazdıklarından hareketle genelde Tanrı’nın dünyada, özellikle de insanda içkin olduğuna inanarak insanı yücelttikleri, ahireti bu dünyadaki yaşamdan ayrı bir olgu olarak görmeyip cennet, cehennem, kıyamet gibi kavramları kendi dünyevi yaşamlarına uyarladıkları, ulemâdan, şehirli mutasavvıflardan ve şeriat anlayışından uzak durdukları söylenebilir. Velayet, mürşid-i kamil, yol adab ve erkanı gibi tasavvufi kavram ve yaklaşımları da derviş dindarlığında temel yer tutar. Bu dindarlık biçiminin geniş halk kitlelerinin Müslümanlaşmasında, özellikle de bugün Alevilik adını verdiğimiz dindarlık biçiminin oluşmasında çok önemli bir rol oynadığı anlaşılır.
Abdal, baba, dede gibi adlarla tanınan dervişler dışında halkça kutsanan bir başka takım da gazilerdir. Bir kısmı Eyüp Sultan, Battal Gazi, Ebu Müslim gibi tarihi kişilikleri Malazgirt öncesine uzanan, bir kısmı da Sarı Saltuk, Kızıl Deli gibi Anadolu ve Rumeli’nin İslâma açılmasında önemli roller oynadıkları anlaşılan bazı savaş kahramanları zamanla kutsanarak velileştirilmiş, bunlarla gazayla ilgileri olmayan dervişler birbiriyle kaynaşmışlardır. Battalname, Saltukname gibi halk destanlarındaki kahramanların velileştirilmesi ve seyyidleştirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Battal Gazi, Sarı Saltuk zamanla derviş dindarlığına da girmiş, türbeleri, bilhassa Seyyid Gazi türbesi, Rum Abdallarının çok rağbet gösterdikleri bir mekan haline gelmiştir.
Beylikler ve erken Osmanlı dönemi Anadolu halk İslâmı bize işte böyle renkli, çeşitli, tekdüze olmayan bir tablo sunar. Bu dönem boyunca bir yandan şeriate dayalı Sünni Hanefi dindarlık biçimleri –Bayramilik gibi tasavvufi yollar da dahil olmak üzere– büyük ve orta boy yerleşim merkezlerinde yayılırken, diğer yandan İslâmı herşeyden önce Peygamber soyuna tutunmak, seyyidleri sevmek, yüceltmek olarak gören ve şeriate aşina olmayan geniş kitleler, dervişleri, seyyidleri, gazileri velileştirerek Anadolu’yu yatır ve peygamber ocağıyla dolu bir İslâm diyarı haline getirmiştir.
HÜLASA DER İLM-İ TIB
Anadolu’daki Türkçe ilk eser bir tıp kitabıydı
Türklerin Anadolu’ya göçünün birçok ayrıntısı bilinmez. Merak edilen konulardanbiri de Anadolu’ya göç eden Türklerin yazdığı eserlerdir. Bu süreçle ilgili araştırmalar yapan Mikhail Bayram 2,5 asırda 250’nin üzerinde eser yazıldığını bildirmiştir. Bunların 14’ünün müellifi belli değildir. Geriye kalan eserlerin 145’i Farsça, 68’i Arapça, 15’i Türkçe birkaçı da Ermenice ve Süryanice yazılmıştır. Bunlar içinde tespit edilebilen en eski telif eser bugün Konya Koyunoğlu Kütüphanesinde 12049 numaralı Hakim Bereket tarafından kaleme alınan tıp ile ilgili Tuhfe-i Mübarizi adlı Farsça eserdir. Eserin girişinde yazarı aslında kitabı Arapça yazdığını ve Farsçaya tercüme edip Emir Mübazüriddin Halifet Gazi’ye sunduğunu Danişmendli hükümdarının da eseri çok beğenip ‘bunun Türkçe yazılsaydı çok değerli bir eser olacağını’ belirttiğini anlatır. Müellifin yazdığı bir tıp kitabı da Türkçe Hülasa der İlm-i Tıb adıyla hükümdara sunulmuştur. Bu iki eser ve Tabiat-nâme isimli küçük bir Türkçe mesnevi bir arada ciltlenmiştir.
Eserin sunulduğu Halifet Gazi Amasya’da yaşamış Selçukluların Sinop ve Samsun civarındaki seferlerine katılmış, Amasya valiliği sırasında 1232’de Gürcistan’a yapılan bir seferde şehit olmuştur. Amasya’da kendi adıyla anılan kümbete defnedilmiştir. Eser muhtemelen 13. yüzyılın başında yazılmıştır. Anadolu’da ilk Türkçe eseri hazırlayan Hakim Bereket’in kim olduğu hakkında bilgi yoktur. Muhtemelen Halifet Gazi’nin Amasya’da inşa ettiği medresede müderrislik yapmıştır. Bazı araştırmacılar Harzemli olduğu düşüncesindedir.
AMASYA’DA BULUNAN MEZAR
İddia kanıtlandı: Türk kızı 1000 yıldır orada
ŞEVKET DÖNMEZ
Amasya yakınındaki Oluz Höyük’te 2007’de keşfedilen Ortaçağ mezarlığı, ilk kez NTV Tarih dergisinde (Ocak 2012, 36. sayı) “1000 Yaşındaki Türk Kızı” başlığıyla duyurulmuştu. Kazı sırasında arazi gözlemine dayanarak, bu bireylerin 10 – 11. yüzyıllarda yaşamış yerleşik olmayan insanlar olduğunubelirtmiştik. Bireyler, İslâm gelenekleriyle gömülmüşlerdi. Ancak, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun mezarından çıkan tunç küpeler ile fibula, mezarların Geç Roma dönemi kiremitleriyle oluşturulması, İslâmiyet dışı ölü gömme geleneklerine ve mezarlık sahiplerinin malzeme bulmakta zorlandığına işaret ediyordu. İlk aşamada mezarlığın göçebe bir Oğuz (Türkmen) aşiretine ait olabileceği sonucuna varılmıştı. 2013’te kazının antropoloji uzmanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal tarafından iki iskelet üzerinde yaş tayini amacıyla Tokyo Üniversitesi’nde C14 analizleri yaptırıldı; bu bireylerin 1020 – 1077 arasında ölmüş olduğu kesinleşti. Mezarlık bireylerinin, kazının daha 7. yılında 100’ü aşması, aşiretin kalabalıklığına işaret ediyor. Oluz Höyük dışından taşınarak mezarlarda kullanılan Geç Roma Dönemi kiremitleri, topluluğun çevreyi iyi bildiğini gösteriyor. Bu veriler, aşiretin en az 100 – 150 yıldır bölgede olduğunu, Kuzey – Orta Anadolu’da öncü Türk grupların 10. yüzyıldan itibaren dağınık da olsa görünmeye başladığını ortaya koyuyor.
MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN İLİŞKİLERİ
Diyalogun kitabını yazdılar
Müslümanlarla Hıristiyanlar birbirlerinin dini hakkında ne düşünüyordu? Erken Osmanlı döneminden iki örnek olay, onların oturup din hakkında tartıştığını gösteriyor. Selanik Başpiskoposu Grigorios Palamas, 1354’te Osmanlılara esir düştü. Orhan Gazi’nin elindeyken Selaniklilere yazdığı mektupta Türklerle yaptığı dinî konuşmaları anlattı. Palamas’a göre Türkler ısrarla “Biz sizin peygamberinize inanıyoruz, siz neden bizimkine inanmıyorsunuz?” sorusunu sordular. Bir başka belge de, Yıldırım Bayezid’in yanında 1390- 91 arasında rehin olarak bulunan müstakbel Bizans İmparatoru 2. Manuel Palaiologos’un bir Müslüman din adamıyla yaptığı tartışmaları anlattığı 26 Diyalog adlı eserdi. Sonradan yazdığı bu diyaloglarda Palaiologos, Hıristiyanlığı İslamiyet karşısında nasıl savunduğunu anlatmıştı. Palamas ve Palaiologos’un anlattığı bu konuşmalar gerçekte nasıl olmuştu, hatta olmuş muydu, bilmek mümkün değil; ama bu belgelerin varlığı bile, o dönemde iki din ve kültürün arasındaki ilişkilerin sadece askeri ve ticari olmadığını gösteriyor.
DİNLERİ AYRI, EFSANELERİ AYNI
Digenes Akritas ve Battal Gazi kardeşti!
Battal Gazi adlı kahramanın Hıristiyan Bizanslılarla mücadelesi, Battalnâme adlı bir Anadolu destanıdır. Efsanelere göre 8. yüzyılda Eskişehir, Afyon, Kayseri veya 9- 10. yüzyılda Malatya’dayaşamıştır. Anlatılarda Emevi, Abbasi, Selçuklu dönemlerini yaşar. Bazen bir Arap emir, bazen bir Türk, bazen bir seyyid olur. Sevgili atı Attar ile maceradan maceraya koşar. Keşiş elbiselerine bürünerek manastırda Hıristiyanlarla tartışmalara girer. Devlerle, cadılarla savaşır, perilerle dost olur. Bizans kayserinin amca oğluyla güreşe tutuşur. Yenilen Bizanslı din değiştirip Battal Gazi’nin en yakın dostu olur. Battal, bir savaşta bugün Seyitgazi denen yerde ölür. Bir başka rivayette bu kalenin tekfurunun kızı Battal’a aşık olur. Ona yazdığı mektubu taşa sarıp atar ama taş Battal’a çarpıp onu öldürür. Unutulan türbesi Alaeddin Keykubad’ın annesi Ümmü Hatun’un gördüğü bir rüya sayesinde bulunur. Bugün Eskişehir, Seyyitgazi’de Battalgazi türbesi vardır.
12. yüzyılda yazılmış Digenes Akritas destanı ise, Battalnâme’nin Bizans’taki karşılığıdır. Digenes “çift soylu” demektir. Bu Hıristiyan kahramanın babası Müslüman Arap, annesi bir Rum Ortodoks’tur. Destan 9. – 11. yüzyıllarda Bizans’ın Araplara karşı saldırıya geçtiği dönemi anlatır. Digenes, haydut ve canavarlarla savaşır ancak destan barışçıl bir dünyayı tanımlar. Digenes sonunda Fırat kıyısında yaptırdığı sarayda, eşi Evdokya ile birlikte ölür.