Ne vakit âdi ihtiras ve hevesleri için ruhunu pazarlama heveslilerinden başkası kapımı çalmaz olup da, insan denen ve pek de hazzetmediğim bu türle rabıtamı bütün bütüne kesmeye niyetlensem, karşıma Bahri Bey gibi nevi şahsına münhasır bir çatlak çıkıyor, o vakit ben de çilemin henüz dolmadığını kabullenmek mecburiyetinde kalıyordum.
Bahri Bey kendi deyişiyle, elinde dürüstlüğünden başka hiçbir şeyi bulunmayan bir devlet memuruydu. Samimiyeti ve açık sözlülüğü ona hayatta çok pahalıya patlamıştı ve nihayet aynı sebeple, hayatını birleştirmek istediği Nurhayat Hanımefendi’yle de arası bozulunca bu gidişata bir dur demek gerektiğine kanaat getirmişti. Şu dünyada kendini kınıyor gibi yaparken aslında metheden tiplerden ziyadesiyle iğrendiğimden, sözlerinin evvela beni rahatsız ettiğini belirtmeliyim. Yine de tuhaf bir hissikablelvukuyla, onu kapı dışarı etmeden biraz daha dinlemeye karar verdim.
“Nurhayat Hanım’a izdivaç teklif ederken makul mertebede mesut bir gelecek tasavvuruna sahiptim ve tahminimce o da benzer hisler içindeydi” dedi Bahri Bey. “Bana neden kendisiyle evlenmek istediğimi sorunca onu samimiyetle cevapladım: İkimiz de orta yaşı geride bırakıyorduk, fazla akrabamız yoktu, olanlarla bağımız zayıftı, diğerlerinin birlikte vakit geçirmekten haz duyacağı cana yakın, hoş sohbet ya da çekici kimseler değildik, öte yandan evlilik maddi açıdan da yararımızaydı, sessiz, sakin, hatta silik karakterlerimiz kavgasız, gürültüsüz bir yuva ortamı vaat etmekteydi, eh cinsel ihtiyaçlarımızı da kolayca karşılayabileceğimize göre zaman içinde birbirimizi sevmemiz dahi mümkündü…”
Yüzüne hayalkırıklığı, pişmanlık ve keder karışımı bir duygu yerleşmiş konuğuma bir bardak ıhlamur doldurmak üzere yerimden kalkarken, “Akıl alır gibi değil” dedim. “Bir kadının bu denli romantik bir teklifi reddetmesi…”
“Benimle dalga geçmeyin,” dedi Bahri Bey sinirli bir tavırla. “Aptal değilim ben!”
“Elbette ki değilsiniz. Belki biraz kafanız karışmış.”
“Yanılıyorsunuz,” dedi başını iki yana sallayarak. “Nurhayat Hanım’a ne söylersem benimle evlenmeyi kabul edeceğini gayet iyi biliyorum. Hayatım boyunca beni anlayacak bir kadın bulamadığımdan, onu gördüğüm anda nasıl büyülendiğimden falan dem vurabilir, ona aşk şiirleri okuyabilirdim…”
Ihlamurunu önüne bıraktım. “Niye yapmadınız peki?”
“Çünkü bunların palavra olduğunu o da çok iyi bilecek ve içten içe benden nefret edecekti. Tabii ben de ondan. Sonrasında birbirimizin hayatını cehennem azabına çevirecektik.”
“Anlıyorum,” dedim. “Buyurun söyleyin benden isteğinizi o zaman.”
“Büyük bir yalancı olmak” dedi.
“E hani biliyordunuz ne yalan söylemeniz gerektiğini?”
“Gördüğüm kadarıyla insanlar dürüstlüğü bir zaafiyet gibi görürken güçlü bir yalancıyı, bunu kendileri için de başarıyla yapabileceğine inandıklarından, peşine takılacak ideal kişi olarak algılıyor” dedi Bahri Bey. “Şunu dinleyin: 2. Dünya Savaşı’nın sonlarında Almanların savaşı kaybettiği ayan beyan ortadayken bir Nazi albayı askerlerini toplayıp, düşürülen Alman uçaklarının fotoğraflarını gösteriyor. Enkaz halindeki uçakların her yanı kurşun delikleriyle dolu, ancak albay tuhaf bir noktaya dikkat çekiyor; diyor ki, ‘Görüyor musunuz, uçakların üstündeki haçlar hiç isabet almamış… İşte bu, Tanrı’nın yanımızda olduğunu gösterir.’ Bu tespit askerlerin moralini öyle bir yükseltiyor ki, hepsi silahlarına sarılıp 3. Reich uğruna canlarını seve seve vermek için cephelere koşturuyor. İşte ben böyle biri olmak istiyorum. Herkesin yalan söylediğini bildiği ama hiçbir menfi his taşımadan ona uyduğu. Bunu ancak çok büyük yalancılar başarabilir.”
Makuldu. Bahri Bey gerekli evrakı uzatırken aklıma takılan soruyu sordum. “Peki uçakların üstündeki haçların isabet almamasında hakikaten tuhaf bir durum yok mu?”
“O resimleri ben de gördüm,” dedi Bahri Bey ilk defa gülümseyerek. “Bir ahmak bile haçların tam yakıt deposunun üstünde olduğunu fark edebilir.”