Türk futbolunun 1920’lerde doğan kuşağının son temsilcisi Galip Haktanır 30 Eylül 2023’te, 102 yaşında vefat etti. “Kör Galip” olarak tanınan ve futbola Darüşşafaka’da başlayan Haktanır, döneminde de “3 büyükler” olarak kabul edilen Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe’de oynamış, 13 yıl formasını terlettiği Vefa’yı da “4. büyük” yapmıştı.
Galip Haktanır 1921’de İznik’te doğdu; henüz bebekken ailesiyle Yunan işgalinden yeni kurtulmuş olan İzmir’e yerleşti. Babası, Fikret olan ismine kazanılan zaferin ardından Galip’i eklemişti. Futbol tarihimize “Kör Galip” lakabıyla geçmesine yolaçan hadise ise İzmir’deki ilk günlerinde yaşandı. Anne tarafı Balkan göçmeni olduğu için, aile Alsancak’ta Rumların boşalttığı bir eve yerleştirilmişti. Annesi evdeki mangalı yaktığı zaman, Yunan askerlerinin bunun içine sakladığı mermiler patladı. Parçalardan biri sağ gözünü sıyırarak geçerken Galip’in gözkapağı ve gözünün kalıcı şekilde aşağı doğru kaymasına yol açtı. Anılarında (Vefa’nın Galip’i, İletişim Yayınları, 2015) o olayı “doktorların dediğine göre sağ gözümün ve kapağının hareketini sağlayan sinirler harap olmuş. Böylece küçük yaşta Yunanların tuzağına düşen bir gazi olmuştum” diye anlatacaktı.
7 yaşındayken babasını kaybeden Galip, 1929’da İstanbul’a, Rami semtinde yaşayan dedesinin yanına gönderildi. 1932’de, ilkokulun 4. sınıfında sınavı kazanarak Darüşşafaka’ya girdi. Futbola burada, arkadaşlarıyla birlikte çoraplar ve yataklardan pamuk parçalarını sökerek yaptıkları bez toplarla başladı. Bez toplarla oynanan maçlar sayesinde okulda ünlenmişti. Büyükler bile kendi aralarındaki maçlarda onu takımlarına alıyorlardı. 1939’da 8. sınıfta okuduğu sırada, Haliç kıyısındaki Feneryılmaz kulübünün genç takımına katıldı. 9. sınıfta, Darüşşafaka Lisesi takımına girdi ve Taksim Stadı’nda yapılan okul maçlarında oynadı. Galip Haktanır futbolun dışında okul voleybol takımı kaptanı, masa tenisinde ortaokul birincisi ve ilk defa 1939’da düzenlenen Atatürk Koşusu birincisi olan komple bir sporcuydu.
Okul maçlarında Beşiktaşlı yöneticilerin dikkatini çekince, sınıf arkadaşı kaleci Faruk Hızal’la birlikte siyah-beyazlı kulübün B takımına alındı. Santrfor olarak oynadığı maçlarda çok başarılı olunca A takımı kadrosuna da girdi. Ancak o tarihlerde öğrencilerin kulüplerde resmen oynaması yasaktı; bu nedenle A takımında ancak özel maçlarda oynayabiliyordu.
11. sınıfa geçtiği sırada, bir yabancı takımla yapılan maçta, bir başka okul arkadaşının oynatılmamasını protesto ederek Galatasaray’a geçti. Henüz lise son sınıfta olduğundan, yine özel maçlarda oynayabiliyordu. Ancak sezon ortasında çoğunluğu Fenerbahçe’yi tutan lise arkadaşlarının onu yaka-paça sarı-lacivertli kulübe götürmesiyle, kendi ifadesiyle “metazori” biçimde Fenerbahçeli oldu. Burada oynadığı maçlarda, kapatılan Güneş kulübünden gelenler ve eskiler arasında takımın adeta ikiye bölündüğünü görmüştü. Beşiktaş’la yapılan bir maçta, bu durumun saha içine yansımasının ardından vapurla İstanbul’a geçerken Vefalı bir gruba rastlaması onun geleceğini şekillendirecekti. Darüşşafaka mezunu Vefalı futbolcu Latif, kendilerine katılmasını teklif edince Galip hiç düşünmeden kabul etti.
1942’de Darüşşafaka Lisesi’ni bitiren Galip Haktanır, 1942-43 sezonundan itibaren Vefa’nın lisanslı futbolcusu olarak İstanbul Ligi’nde oynamaya başladı. Artık çoğunlukla santrhaf olarak görev yapıyor, ancak takımın nerede eksiği varsa orayı dolduruyordu. Hatta bir maçta kaleci sakatlanıp çıkmak zorunda kalınca, kaleye bile geçmişti (o yıllarda sakatlık durumunda dahi oyuncu değiştirmek yasaktı). O zamanlar yaygın olan WM sisteminde, iki bekin ortasında oynayan santrhafların başlıca görevi, rakip santrforu tutmaktı. Ancak çok yönlü bir oyuncu olan Haktanır, santrhaf olarak başladığı birçok maçta takımı yenik durumdaysa forvete geçiyor ve attığı gollerle oyunun sonucunu değiştiriyordu. Aynı kuşağın futbolcusu olan Lefter, yıllar sonra bir söyleşide onun futbolculuk vasıflarını, “Vefalı Galip defansta tek başına konuşurdu. Ortada, sağda, solda, her yerde o idi. Bitmek bilmeyen bir enerjisi vardı” diyerek özetleyecekti. İslâm Çupi de 1940’ların sonundaki Millî Takım’ı analiz ederken şu satırları yazmıştı: “Santrhaf mevkii ise yumuşak stili, topa sahip olduğu an oyunu kontralara götürme anlayışı çok değişik, hatasız pas yüzdesi yüksek, defansif fonksiyonları bir forvet ustalığında yapan Vefalı Kör Galip’e bırakılmıştı. (…) Türk Millî Takımı kişisel yetenekleri ve yaratıcılıkları çok yüksek oyuncularla, saha içinde Bülent-Galip ikilisini defansta kullanım biçimi ile çeyrek yüzyıl sonra dünya futbolunun gündemine gelecek stoper-libero kavramlarını çok önceleri uygulamış filozof bir ekipti”.
Galip Haktanır’ın katılmasıyla birlikte Vefa adeta seviye atlamıştı; daha önce İstanbul Ligi’nin orta sıralarında yer alan bir takımken artık dördüncülüğe yerleşmişti. Takımı için ne kadar önemli bir futbolcu olduğu, ayağı kırıldığı için hiç oynayamadığı 1944-45 sezonunda Vefa’nın yedinci olmasından anlaşılabilir. 15 ay sonra sahalara döndüğünde eskisinden de iyi durumdaydı. Bu durum takımın performansına da yansımıştı. Galatasaray’ı geride bırakan Vefa, tarihinde ilk defa ligi üçüncü sırada bitirdi. 1946-47 sezonuysa yeşil-beyazlı kulübün tarihindeki en parlak yıl oldu ve lig şampiyonluğu averaj farkıyla Fenerbahçe’ye kaptırıldı. Artık Vefa kulübü, spor basını tarafından günümüzdeki Trabzonspor’a benzer şekilde “dördüncü büyük” olarak görülüyordu.
Vefa’nın zirveye çıktığı bu dönemde Galip Haktanır da kendi kariyerinin zirvesine çıkarak Millî Takım’a seçildi ve 30 Mayıs 1948’de, İstanbul’da Avusturya’ya 1-0 yenildiğimiz maçta ilk defa ay-yıldızlı formayı giydi (bu maç İnönü Stadı’nda ve 12 yıl aradan sonra ülkemizde oynanan ilk millî maçtı). Galip Haktanır 1948-1950 arasında 5 defa A, 1 defa B olmak üzere toplam 6 defa millî oldu. O yıllarda millî maçların çok seyrek oynandığı ve ay-yıldızlı formanın adeta üç büyüklerin tekelinde olduğu gözönüne alındığında, onun ne kadar iyi bir futbolcu olduğu daha iyi anlaşılır. Bu dönem için belirtilmesi gereken bir diğer husus, Haktanır’ın Fenerbahçe’nin 1948’de Atina’ya, 1951’de Suriye ve Lübnan’a yaptığı seyahatlere katılmasıdır. Ayrıca 1950’de Galatasaray’ın Avusturya ve Yugoslavya ekipleriyle yaptığı maçlarda da oynamıştır. O yıllarda kulüplerimizin yabancı takımlarla yaptığı müsabakalar bir millî maç havasında oynandığından, diğer takımlardan mevkilerinin en iyisi olan iki veya üç takviye futbolcu alınıyordu. Galip Haktanır da böylece lise yıllarından sonra tekrar Fenerbahçe ve Galatasaray forması giymişti.
Baba Hakkı’nın, hakemlerin bile çekindiği otoriter bir kaptan olduğu herkesin malumudur. Vefa’da 24 yaşında kaptanlığa getirilen Galip Haktanır da bu türden bir futbolcuydu. Sigara içen takım arkadaşları onu görünce sigarayı telaşla gizlerdi. Hakemlerle diyalogunu ise, kendisinden dinlediğimiz bir anıyla örnekleyelim: “Bir Vefa-Galatasaray maçı yapıyoruz. Saha çamurluydu. Galiba ikinci devreydi. Bir baktım bizim Kazım sahanın dışına çıkıyor. ‘Gel buraya, nereye gidiyorsun?’ dedim. ‘Hakem beni oyundan attı’ dedi. ‘Nasıl atarmış, hadi gir oyuna devam et’ dedim. Oyuna girdi ve maç öyle bitti. Maçtan sonra anlattığına göre Galatasaraylı Coşkun Özarı ile birbirlerine çamur atmışlar. Hakem sadece Kazım’ın hareketini görünce çıkmasını söylemiş. Ben, ‘Bu oynayacak’ dedim mi oynardı o futbolcu, başkası müdahale edemezdi”.
1950’de Galatasaray onu transfer etmek için 3 bin liralık çek vermişti. Ertesi gün evinin önüne toplanan taraftarların “bizi bırakma” ricaları üzerine hiç düşünmeden çeki Galatasaray’a iade etti. 3 yıl sonra Adalet kulübünün 7 bin liraya ilaveten ayda 800 lira maaş şeklindeki muazzam teklifini de reddedecekti. 1949’da millî maç için Viyana’ya gittiklerinde, bir spor mağazasını gezerken beğendiği yeşil-beyaz formaları satın alıp kulübüne hediye edecek kadar da eli açıktı.
İlk defa 1964’te Manisa’da düzenlenen antrenörlük kursuna katılan Galip Haktanır, böylece Türkiye’nin ilk diplomalı antrenörlerinden oldu. Ancak onun antrenörlüğü daha Vefa’da oynadığı sırada genç takımı çalıştırmasıyla başlamıştı. Bu sırada Rahmi Denizöz ve Melih Ilgaz gibi yetenekli gençleri A takımına kazandırdı. 1951’de de A takımında hem oynamış hem antrenörlük yapmıştı. 1955’te futbolu bırakınca, para kazandığı esas işine, mobilyacılığa vakit ayırmaya başladı. Vefa’da oynarken Kapalıçarşı’da bir mobilya imalat ve satış dükkanı açmış, daha sonra mağazayı Bahariye Caddesi’ne taşımıştı. Ancak Vefa kulübü ne zaman kötü gidiş sonucu antrenörü gönderip başı sıkışsa onu çağırmış, o da kulübünün yardımına koşmuştu. Vefa dışında Eyüp, Süleymaniye ve Beylerbeyi kulüplerinde antrenörlük yaptı. Eyüp, onun çalıştırdığı 1959-60 sezonunda İstanbul Mahalli Lig şampiyonu oldu. Eyüp’ü çalıştırdığı sırada Vefa düşme tehlikesi yaşayınca yöneticiler yine ondan yardım istediler. Böylece sezonun son birkaç haftasında iki takımı birden çalıştırdı ve Vefa küme düşmekten kurtuldu. 1970’lerde antrenörlüğü bırakan Galip Haktanır, bu defa umumi kaptan ve futbol şubesi sorumlusu olarak Vefa’ya hizmete devam etti. 1974’te Türkiye Birinci Ligi’nden düşen Vefa, eski günlerine dönmek amacıyla 1980’lerin başında ülkemizdeki ilk sponsorluk anlaşmalarından birini yaparak Vefa Simtel adını aldığında, Galip Haktanır da bu girişimden ümitli olan yöneticilerden biriydi.
Ne var ki bu birliktelik uzun sürmedi ve birkaç yıl sonra dağıldı. Vefa kulübüyse, en başarılı dönemini yaşadığı Kör Galip’in, Tahtabacak İsmet’in, Tenekeci Garbis’in oynadığı parlak günlerine dönemediği gibi zaman içinde Üçüncü Lig’e ve oradan amatör kümeye düştü. Bu çöküş sürecini üzüntüyle izleyen Galip Haktanır, belki o günlerin bir daha geri gelmeyeceğini de hissederek, futbol dünyamızda pek alışıldık olmadığımız şekilde anılarını kaleme aldı. Anılarını okurken Galatasaray’ın sunduğu imkanlardan duyduğu memnuniyeti ve okul arkadaşlarının zoruyla Fenerbahçe’ye götürülmesinden duyduğu üzüntüyü öğreniyoruz. Kendi kişiliği gibi mütevazı, iddialı hedefleri olmayan bir kulübün kaptanı ve en başarılı futbolcusu olarak futbol tarihimizin unutulmaz isimleri arasına girdi.