Kasım
sayımız çıktı

Kanunlar iktidar için mi onu sınırlamak için mi?

1876’dan bu yana, Türkiye’nin demokratik anayasa idealine yaklaştığı ve bunun hayli uzağına düştüğü dönemler yaşandı. Demokratik anayasa arayışı çoğu zaman siyasal iktidarlar tarafından araçsallaştırılarak kullanıldı. Türkiye’nin 2010 ve sonrasında yaşadığı süreç de budur.

Kimi sözcükler sihirlidir. Aşk gibi. Özgürlük gibi. Devrim gibi. Etkisi altına bir kez girdiniz mi kolayca kurtulamazsınız. Anayasa da bu tür sözcüklerdendir. Anayasa, bu büyülü etkisini neye borçludur? Bu sorunun yanıtını her halde 18. ve 19. yüzyıllardaki anayasacılık hareketlerinde aramak gerekir.

Bu döneme dek, anayasa kavramı, bir devletin temel kuruluşunu, eski deyişle teşkilât-ı esasiyesini düzenleyen kurallar bütününü ifade etmiştir. Temel hedefi iktidarı sınırlamak olan anayasacılık hareketleriyle ise kavram yeni bir anlam daha kazanmıştır. Anayasalar artık yalnızca bir devletin temel kuruluşunu düzenleyen metinler olarak değil, aynı zamanda ve belki öncelikle bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan belgeler olarak anlaşılmıştır. Bu anlayış en özlü biçimde Fransız Devrimi’nin ardından kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 16. Maddesi’nde ortaya konmuştur. Buna göre, “Hakların güvence altına alınmadığı ve erkler ayrılığının varolmadığı toplumların anayasası yoktur”. Bu doğrultuda, iktidarı sınırlama amacıyla toplumlar bir anayasa idealinin peşinden koşar olmuşlardır. Türkiye toplumu da bu konuda bir istisna oluşturmamaktadır.

II. Meşrutiyet tüm Osmanlı halkları için büyük umut yarattı. Yukarıdaki gösteride açılan pankartta özgürlük adalet ve eşitlik talepleri Ermenice de dile getirilmiş.

Türkiye’nin anayasa kavramıyla tanışması, 1. Meşrutiyet’le olmuştur. 1876 Kanun-ı Esasisi’nin temel özelliği, padişah otoritesini kutsamasıdır. Kişiliği kutsal ve sorumsuz olarak tanımlanan padişah (m. 5), anakuruluşun temel figürüdür. Öte yandan Kanun-ı Esasi’nin öngördüğü haklar kataloğunun, çağdaşı olan anayasaların pek de gerisinde olmadığı belirtilmelidir. Bununla birlikte, aynı Anayasanın bir başka maddesi, tüm bu hakların kullanılmasını olanaksız kılmıştır. Buna göre, padişah, hükümetin emniyetini suiistimal ettikleri bir polis soruşturması sonucu (!) tespit edilenleri sürgüne yollama yetkisine sahiptir (m. 113).

Fatih İlkokulu’nda gerçekleşen, Kurucu Meclise üye seçimi ve 1961 Anayasası’nın kabulünü duyuran Yeni Sabah gazetesi 26 Aralık 1960 (aşağıda).

Bu maddenin ilk kurbanı Meşrutiyet’in mimarlarından Mithat Paşa olacaktır. Anayasanın öngördüğü kukla sadrazamlık rolünü reddeden, gerçek bir Meşrutiyet başbakanı gibi davranan Mithat Paşa, Abdülaziz’in ölümünden sorumlu tutulacak ve sürgüne gönderildiği Taif’te öldürülecektir. Birinci Meşrutiyet Meclisi’nin sonu da Mithat Paşa’dan pek farklı olmayacaktır. Padişah, Heyet-i Mebusan’ın gerçek bir Meşrutiyet Meclisi gibi faaliyet gösterme çabasını hoş karşılamayacak ve Meclis’i tatil edecektir.

Bu tatil 1908’e dek sürmüştür. 1908, “Hürriyetin İlânıdır”. İttihat ve Terakki’nin baskısı sonucu, Sultan Abdülhamit Meclis’i yeniden toplantıya çağırırken, Kanun-ı Esasi’nin zaten yürürlükte olduğunu ilân edecektir. 31 Mart sonrasında, Kanun-ı Esasi’de önemli değişiklikler yapılacak, Padişah otoritesi geriletilecek, parlamenter bir rejim kurulacaktır. Haklar alanında da 113. maddenin kaldırılması, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerinin tanınması, basına sansür yasağının getirilmesi gibi önemli adımlar atılacaktır. Ne var ki tüm bunlar, İttihat ve Terak- ki’nin baskıcı yönetimini engelleyemeyecektir.

Cumhuriyete geçiş döneminin Anayasası olan 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, anayasa tarihimizde pek çok bakımdan ilkleri temsil eder. Birinci TBMM tarafından kabul edilen bu metin, o zamana kadarki egemenlik anlayışını temelden değiştirecek ve ulusal egemenlik ilkesini anayasallaştıracak- tır. Meclis hükümeti sisteminin öngörüldüğü bu Anayasada, yargı ve temel haklar düzenlenmemiştir. Bu Anayasanın bir diğer önemli özelliği, 24 maddeden 14’ünün yerinden yönetime ayrılmış olmasıdır. Yerinden yönetimi kural, merkeziyetçiliği istisna olarak kabul eden, bayındırlık, eğitim, sağlık, iktisat, ziraat gibi alanların yerinden yönetimlere bırakılmasını öngören 1921 Anayasası’nın bu konudaki hükümlerinin hiç uygulanmamış olduğu da belirtilmelidir.

1921 Anayasası’nın öngördüğü Meclis üstünlüğü ve güçler birliği ilkeleri, parlamenter rejime doğru kimi adımlar atılsa da, 1924 Anayasası’nda da temelde korunacaktır. Demokratik felsefeye bağlı, liberal bir anayasa olan 1924 Anayasası’nı yapanlar, hak ve özgürlüklere yönelik tehdidin devrilmiş olan padişahtan geleceği anlayışına sahiptirler. Bu nedenle de, Meclis’teki siyasal çoğunlukları, milletin sesi, devrimlerin bekçisi olarak görmüşlerdir.

Meclis’teki çoğunlukların milletin sesini kısmaya kalkışabileceği de yine bu dönemde bir kez daha görülmüştür. Tek partili dönemde Cumhuriyet Halk Partisi’nin, çok partili dönemde Demokrat Parti’nin baskıcı yönetimleri sırasında yürürlükte olan anayasa, 1924 Anayasası’dır. Bu durum, genellikle, Anayasanın yargı bağımsızlığı ile hak ve özgürlüklere ilişkin güvencelere yeterince yer vermemiş olmasıyla açıklanır. Bununla birlikte, bu konudaki tüm sorumluluğu da 1924 Anayasasına bırakmamak gerekir. Bu noktada, söz konusu dönemde, yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlamaya yönelik çabaların bizzat Yargıtay tarafından engellenmiş olduğu belirtilmelidir.

1924 Anayasası dönemi, 27 Mayıs darbesiyle son bulmuştur. 27 Mayıs’ın ardından yapılan 1961 Anayasası, Türkiye’nin bugüne kadarki en demokratik Anayasası’dır. Bu anayasa ile TBMM egemenlik yetkisini kullanan tek organ olmaktan çıkarılmış; bu organlardan biri olarak düzenlenmiştir. Anayasanın üçte biri temel hak ve özgürlüklere ayrılmış, ekonomik ve sosyal haklar da anayasallaştırılmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin nasıl sınırlanabileceği de Anayasada açıkça düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu gibi kurumlar da ilk kez 1961 Anayasası ile öngörülmüştür.

No, no, no! 1987’deki referandumda Özal’ın ANAP’ı siyasi yasakların devam etmesi yönünde oy kullanmış, kabine üyesi Güneş Taner, üzerinde “no” yazan turuncu tişört giyerek, aralarında Ecevit, Demirel ve Türkeş’in de bulunduğu yasaklı siyasi liderlerin politikaya dönüşüne “hayır” oyu çağrısı yapmıştı.

1961 Anayasası ile Millî Güvenlik Kurulu’na ve askerî yargıya anayasal nitelik kazandırılması ise, Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasal yaşam üzerindeki etkisini kurumsallaştırmaya hizmet etmiştir. Öte yandan, Cumhurbaşkanı seçilememesi, hükümet kurulaması gibi durumlarda krizi aşmayı sağlayacak etkili mekanizmaların öngörülmemesi bu Anayasanın en büyük eksikleri arasındadır.

1961 Anayasası, 12 Mart döneminde esaslı biçimde değiştirilmeye çalışılmış; bu değişikliklerin önemli bir kısmı hak ve özgürlüklere ilişkin anayasal ilkelere ve yargı bağımsızlığına aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. 12 Mart döneminde iptal edilen hükümlerin benzerleri ya da daha antidemokratikleri 1982 Anayasası’nda yer alacaktır.

Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin ilkeler, Yüksek Öğretim Kurulu, Adalet Bakanının yargı kurullarındaki varlığı, bu konuda akla gelen ilk örneklerdendir.

12 Eylül’ün provası 12 Mart döneminde yapılan 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri 1982 Anayasası’nın eskizidir. 1982 Anayasası’nın temel özelliği, otorite-özgürlük dengesinde ağırlığını belirgin biçimde otoriteden yana koymasıdır. Anayasanın daha sonra değiştirilen Başlangıç Bölümü’nde “kutsal Türk devletinin varlığına karşı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir iç savaş ve ayaklanmanın gerçekleşme noktasında” Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahale ettiği yazılmıştır. Bu Anayasayla yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin güçlendirilmesi, temel hak ve özgürlüklerin ciddi biçimde kısıtlanması hedeflenmiştir.

1982 Anayasası’nın özgün biçimindeki temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan düzenlemelerin, 1995, 2001 ve 2004 reformlarıyla büyük ölçüde değiştirildiği belirtilmelidir. Bu çerçevede, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin düzenlemelerde, kişi özgürlüğü ve güvenliği, toplanma, örgütlenme ve basın özgürlüğü gibi alanlarda önemli değişiklikler yapılmıştır. Ne var ki uygulamada, yukarıda sayılan alanların hepsinde Türkiye ciddi sorunlar yaşamaktadır. Bu da bizi, bir kez daha, demokrasi meselesinin salt anayasa sorunundan ibaret olmadığı sonucuna götürmektedir.

İdeal anayasa arayışının, zaman zaman siyasal iktidarlar tarafından araçsallaştırılarak kullanıldığı da görülmektedir. Türkiye’nin 2010 ve sonrasında yaşadığı süreç, bu konuda çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. 2010 referandumunda siyasal iktidar, toplumun demokratik anayasa özlemini kendi iktidarını pekiştirmek amacıyla kullanmayı başarmıştır. 2011 seçimleri sonrasındaki Anayasa Uzlaşma Komisyonu deneyimi de, anayasa yapımına uygun siyasal ortam hazırlanmadan çalışmalara başlanması, sürece katılan siyasal partilerin bu konuda gerçekten istekli olup olmadığının tartışmalı olması, benimsenen çalışma yönteminin tıkanmayı kaçınılmaz kılması gibi başka pek çok etmenin yanında, iktidar partisinin “Türk tipi başkanlık sistemi” dayatması nedeniyle son bulmuştur.

Anayasa tarihimizin de ortaya koyduğu gibi, Türkiye’nin demokratik anayasa idealine yaklaştığı ve bunun hayli uzağına düştüğü dönemler olmuştur. Bununla birlikte bu konudaki arayışın halen sürmekte olduğu belirtilmelidir. Son olarak, “Neden demokratik bir anayasaya kavuşamıyoruz?” sorusunun yanıtının ise, “Neden demokratikleşemiyoruz?” sorusunun yanıtından bağımsız olmadığının bir kez daha altı çizilmelidir.