Kasım
sayımız çıktı

Minareler uzaktan görünür, sesi duyurur, yolu gösterirdi

MÖ 5. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş Oluz Höyük ateşgede ve ibadethanesi; kendisinden yüzyıllar sonra ortaya çıkan semavi dinlerde de izlenebilen kıble yönelimi ve cemaat sistemi ile dikkati çeker. Müslümanlığın ilk tapınaklarında ihtiyaç duyulmayan ve tasarımlarda yer almayan minareler, Arap ordularının 640’lardan itibaren İran coğrafyasını ele geçirmesiyle birlikte camilere eklenmiş olmalıdır.

Müslüman tapınak mimarisinin baş­lıca unsurlarından minare, bugüne değin köke­ni itibarıyla gereğince üzerin­de durulan bir konu olmamış­tır. Arabistan coğrafyasındaki ilk camiler, 622’de inşa edilen Kuba Mescidi ile Mescid-i Nebevi’dir. Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye hicreti sonrasında Medine’de cema­atle buluşup ibadet etmek için uygun bir bina olmadığından vaazlarını evinde veriyordu. Zamanla Hz. Muhammed’in evi mescit olarak kullanılmaya başlanmış (Mescid-i Nebevi), daha sonraki bütün Müslü­man tapınaklarının (mescitler, camiler) bu basit başlangıçtan geliştiği düşünülmüştür.

Bu başlangıç noktasına karşın, ilk caminin nasıl bir yapı olduğu konusunda bilgi­lerimiz yok denecek kadar az­dır. Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevi’nin bugünkü Müslü­man tapınaklarına hangi yön­leri ile model oldukları tam olarak bilinememektedir. Her iki yapının da tarihsel süreç­te orijinal plan şeması ve inşa tekniğinden farklı bir gelişim göstermiş olmaları çok yüksek bir ihtimaldir.

İlk camilerin nasıl oldukla­rı hususunda Önasya tapınak­larının değerlendirmesi man­tıklı bir çıkış noktasıdır. Tek tanrı inancının MÖ 5. yüzyıla değin izlenebildiği Zerdüşt di­ninin erken dönemlerine iliş­kin arkeolojik bulgular, Oluz Höyük’te ortaya çıkmaya de­vam etmektedir. Oluz Höyük 2B Mimari Tabakası’nda (MÖ 450-300); kuzeyden güneye eğim yaparak uzanan ve Pers (Akhaimenid) yerleşmesinin ana omurgasını oluşturan Pers Yolu’nun güneyinde dinsel yapıların ağırlıkta olduğu bir bölge saptanmıştır. Bu alanda yer alan, tasarımları ile inşaı­nın birlikte yapıldığı anlaşılan ateşgede ve ibadethane (pe­resteşgâh), Anadolu Geç De­mir Çağı arkeolojisi için yeni bir dinsel yapılanmaya işaret etmektedir. Sözkonusu bul­gular “Arkaik Monoteizm”in başlangıç noktasında yeni bir tapınak sistemi oluştuğunu kanıtlamaktadır.

Sasani Dönemi’ne (224-641) ait bir ateşegede mili Firuzabad’da bulunur. Orijinal yüksekliğinin 33 metre olduğu düşünülen milin kaide kısmı dört cephelidir.

Kazı alanındaki ateşge­de, MÖ 450 dolaylarında inşa edilmiştir. Yaklaşık 200 yıl fa­aliyet göstermiş olan Anado­lu ve Önasya’nın bilinen bu en eski ateşgedesi, toprak üzeri­ne oturtulmuş 1.60 m. çapın­da bir ateş çukuru ile bunun güneyinde uzanan “naos”tan oluşmaktadır. Dört köşe oldu­ğu gözlenen ateşgedeyi, kuzey ve batıdan basit ve niteliksiz olarak inşa edilmiş set duvar­larının çevrelediği gözlenmek­tedir. Ateşgedenin güneyinde kurban kanlarının akıtıldığı bir kanal, doğusunda ve kuzey­doğusunda ise buraya ulaşan özel yollar ile platformların yer aldığı bir kutsal alan bu­lunmaktadır.

Günümüz camilerinin ayrılmaz bir parçası durumundaki kule biçimli minare, kelime olarak “ışığın yeri ve ateş” anlamına gelmektedir. Minarenin ana işlevi, cemaati camiye davet etmek için ezan okunmasıdır. İlk tapınaklarda minare olmaması, ezanın camilerin içindeki uygun bir yerden okunmuş olabileceğini düşündürmektedir. Günümüz arkeolojik bulguları, minare yapısının İslâmiyet öncesine dayandığını göstermektedir.

Anadolu Persleri için kut­sal ve ebedi ateşin yandığı Oluz Höyük ateşgedesi, mü­tevazı ve basit bir yapıydı. Bu küçük yapı, toplu ve kalabalık ibadete uygun olmadığı için hemen batısında başka bir mekan tasarlanmış ve buraya sütunlu salon tarzında bir iba­dethane inşa edilmiştir.

Oluz Höyük’te açığa çıkarı­lan ateşgede ve çevresinde ko­nuşlanmış olan yapılar, Demir Çağı’nda Anadolu’da tapınma mekanı tasarımına yeni bir bakışaçısının geldiğini kanıt­lamaktadır. Bulgular, Kızılır­mak Havzası’nda (Orta Ana­dolu ve yakın çevresi) ilk defa ayin mekanının merkezî ko­numda düşünüldüğünü, ayrıca ritus ve ibadet mekanları ay­rımına gidildiğini göstermiş­tir. Çok sütunlu bir yapı olan ibadethane ile hemen doğusu­na yerleştirilmiş ateşgede, Ak­haimenid Dönemi’nde Persle­rin Anadolu’da inşa ettikleri ilk tapınak olarak değerlendi­rilebilir.

Herodotos, Perslerin tapı­nak bilmediklerini ve yapma­dıklarını aktarmıştır. Seyahat­leri sırasında Amasya ve Oluz Höyük’ü ziyaret etmemiş olan Herodotos’un verdiği bilgile­rin tümüyle doğruları yansıt­madığı ortadadır.

Set duvarları ile çevrili ba­sit bir ateşgededen, üstü kapa­lı bir ibadethane kavramının doğması, Persler için tapınak uygulamasının başlangıç nok­tası olmalıdır. Perslerin tapı­nak kavramını bilmemeleri, Zerdüşt dininin Anadolu’daki kurumsallaşması ile birlikte değişmiş gibi görünmektedir. Ateş kültü ile bağlantılı mo­noteist görünümdeki bu yeni dinin Anadolu coğrafyasın­da doğmuş ve kurumsallaşmış olabileceğine ilişkin kanıtla­rın varlığı, Önasya din tarihi­nin gözden geçirilmesi nokta­sında da önemlidir. Günümüz Zerdüşt dini ile gerek mimari gerekse yapısal açısından ben­zerlik taşıyan bu yeni bulgular bugüne kadar ne İran ne de Afganistan ve Turan coğrafya­larında saptanabilmiş değildir.

MÖ 5. yüzyıl ortalarında Oluz Höyük’te inşa edilen ateş­gede ve ibadethane, Kızılırmak Havzası’nın Demir Çağı süre­cindeki ilk tapınağıdır. Perslere uzak olan kapalı mekan tapı­nak kavramının ilk defa Ana­dolu topraklarında ortaya çık­ması anlamlıdır. Med gelenek­lerinden beslenen ve “Erken Zerdüşt dini” diye tanımlana­bilecek bu yeni yapılanmanın şimdilik yalnızca Kızılırmak Havzası’na özgü olduğunu söy­leyebilecek durumdayız. Ya­lın ve gösterişsiz bir mimariye sahip bir ateşgede ve onunla fizikî değil konumsal ilişkisi bulunan bir ibadethane yapısı­nın varlığı; sonraki dönemlerde Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi tektanrılı dinlerde ortak nok­ta teşkil edecek “bir toplanma mekanında cemaat oluşturul­ması” fikriyle ilgili olmalıdır. Bu durum daha önceki Anado­lu din sistemleri ve eski Yunan paganizminde yoktur. Ritus pratiği ve bunu izleyerek iba­dete katılan cemaatin varlığı, birbirleri ile ilişkili iki ayrı kut­sal yapının birlikte çalışarak tapınak sistemini ortaya çıkar­mış olmalıdır. Bu durum dinsel eylemlerin tapınak mekanına etkisi olarak da açıklanabilir.

Mütevazı ve basit bir
yapı olan Oluz Höyük
Ateşgedesi’nin ve
ibadethanenin planı.

Yalın ve gösterişsiz bir mimariye sahip bir ateşgede ve onunla fizikî değil konumsal ilişkisi bulunan ibadethane yapısının varlığı; sonraki dönemlerde Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi tektanrılı dinlerde ortak nokta teşkil edecek “bir toplanma mekanında cemaat oluşturulması” fikriyle ilgili olmalıdır. Bu durum daha önceki Anadolu din sistemleri ve eski Yunan paganizminde yoktur.

MÖ 5. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş Oluz Höyük ateş­gede ve ibadethanesi; kendi­sinden yüzyıllar sonra ortaya çıkan semavi dinlerde de izle­nebilen kıble yönelimi, cemaat sistemi ve ayrı bir alanda din adamının ritus faaliyetleri ger­çekleştirmesi gibi özellikleri ile dikkati çekmektedir. Bu yapı­lar sözkonusu arkaik unsurları ile, haklarında arkeolojik bilgi sahibi olmadığımız en erken Hıristiyan ve Müslüman tapı­naklarının basit başlangıç özel­likleri hakkında model oluştu­racak özelliktedir.

Son dönemlerde Filistin’de yapılan arkeolojik kazılarda İs­railli arkeologlar, 7. ve 8. yüz­yıllara tarihlenen iki cami ka­lıntısına ulaştılar. Bunlardan ilki Taberiye Gölü kıyısındaki Tiberya’da kısmen ortaya çıka­rıldı ve 635 yılı civarında inşa edildiğine ilişkin bulguları ile dikkati çekti. Çok erken tarihli bu cami kalıntısının minareye sahip olup olmadığı konusunda ise herhangi bir bilgi verilmedi. Necef Çölü’nde keşfedilen di­ğer bir cami kalıntısı ise tama­men açığa çıkarıldı. 1.200 yıllık ve küçük boyutlu bir tapınak olan cami kalıntısının, kaba yo­nu taşlarla inşa edilmiş oldu­ğu görülüyor. Tiberya’daki 635 tarihli cami gibi minaresi bu­lunmayan bu tapınak, en erken cami tasarımlarında minareye yer verilmediğini de kanıtla­maktadır.

Necef Çölü’nde keşfedilen 1.200 yıllık ve küçük boyutlu bir tapınak olan cami kalıntısı, en erken cami tasarımlarında minareye yer verilmediğini kanıtlıyor.

Arkeolojik kazılarla ince­lenen erken dönem tapınak­larında minare bulunmaması, bunların camilere sonradan eklenmiş olduğuna işaret et­mektedir. Günümüz camileri­nin ayrılmaz bir parçası duru­mundaki kule biçimli minare, kelime olarak “ışığın yeri ve ateş” anlamına gelmektedir. Minarenin ana işlevi, cemaati camiye davet etmek için ezan okunmasıdır. İlk tapınaklar­da minare olmaması, ezanın camilerin içindeki uygun bir yerden okunmuş olabileceğini düşündürmektedir. Günümüz arkeolojik bulguları, minare yapısının İslâmiyet öncesine dayandığını göstermektedir.

Tapınak ve kule ilişkisi, Zerdüşt dininin tapınakları olan ateşgedelerden bilinmek­tedir. Ateşgedelerde minareye benzeyen kule biçimli yapılara “mil” deniliyordu. Günümüze ulaşan iki önemli mil bulun­maktadır. Bunlardan biri, Part döneminden (2.-3. yüzyıllar) kalmış olan Nurabad Mili’dir. Özenli işlenmiş düzgün be­yazımsı taş blokları ile inşa edilmiş milin mevcut yüksek­liği 7 metredir. Milin merdi­venlerinin kulenin içinde yer alıyor olması, sonrasında or­taya çıkacak minarelerde de uygulanmış bir özelliktir. Sa­sani Dönemi’ne (224-641) ait diğer ateşegede mili Firuza­bad’da yer almaktadır. Orijinal yüksekliğinin 33 metre olduğu düşünülen milin kaide kısmı dört cephelidir.

Müslümanlığın ilk tapı­naklarında ihtiyaç duyulma­yan ve tasarımlarda yer alma­yan minareler, Arap orduları­nın 640’lardan itibaren İran coğrafyasını ele geçirmesiyle birlikte camilere eklenmiş ol­malıdır. Ateşgedeler genellik­le ana yollar üzerinde bulu­nuyordu ve millerin tepesin­de gece-gündüz sürekli yanan ateş sayesinde insanlar hem tapınağın farkına varıyor hem de yollarını bulabiliyorlardı. Millerin ateşgedelerdeki işlev ve görünümleri, camilerdeki minarelere esin kaynağı olmuş gibi görünmektedir.

Günümüze ulaşan iki önemli milden biri olan Nurabad Mili (2.-3. yüzyıllar).