La Fontaine’in Karga ile Tilki’si, dalkavukluk üzerine yazılmış en ünlü satırları içerir. Oysa şairin kendisi de dönemin maliye bakanının “maaşlı şairiydi.” Yalakalık hep nefret konusu oldu ama tarihte pek çok büyük yazar ve devlet adamı aynı zamanda başarılı birer dalkavuktu.
Schopenhauer şöyle diyor: “Sırtını kaşıdığınızda kedi şaşmaz bir şekilde nasıl zevkten mırlamaya başlarsa, övülen bir insan da keyiften kendinden geçer, hele övgü (açıktan açığa yalan olsa bile), övülen kişinin iddialı olduğu konularla ilgiliyse.” Alman düşünürün insanlık hakkında zaten tek bir olumlu düşünceye bile sahip olmadığı öne sürülerek bu sözüne itiraz eden çıkabilir; ama övgü karşısında insanoğlu çok savunmasızdır. En eski yazarlar da bunun farkındaydı. Ezop karga ve tilkiyle ilgili hikayesini bunun için anlatmıştı. La Fontaine’in ondan esinlenerek yazdığı şiirde, tilkinin kargaya nasıl yağ çektiğine bakın:
“Ooooo! Karga cenapları, merhaba!
Ne kadar güzelsiniz; ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz, Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.”
Sonrası malum. Tam da Schopenhauer’in söylediği gibi, keyfinden aklı başından giden karga, güzel sesini göstermeye kalktığı anda, ağzındaki peyniri düşürür, tilki de kapar. Orhan Veli, La Fontaine’in bu şiirini Türkçe’ye çevirirken bir değişiklik yapar, masalın ana fikrini “Alıklar olmasa iş kalmaz açıkgözlere” diye aktarır. Biz masalın o satırlarını, Sabahattin Eyüboğlu’nun aslına daha sadık çevirisinden verelim: “Her dalkavuk çıkarı için över,/ Yüzüne güler, peynirini yer.” Unutmamamız gereken bir başka nokta da, bunları kaleme alan La Fontaine’in (1621-1695), Maliye Bakanı Fouquet’nin “maaşlı şairi” olarak patronunun yeni yaptırdığı şatosunu övmek üzere bir şiir (Le Songe de Vaux) yazmış olduğudur.
Yunanlı düşünür Theophrastos’un MÖ 300’lerin başında yazdığı Karakterler adlı eserinde tarif ettiği dalkavuk tipi bazı çağdaşlarımızdan farksız görünür: “Dalkavuk, yürürken şöyle diyen adamdır: ‘İnsanlar senin yanından geçerken nasıl da bakıyor, farkettin mi? Başka kimseye böyle baktıklarını görmedim!’” Ondan 400 yıl sonra yaşamış başka bir Yunanlı yazar Plutarkhos ise, Dalkavuğu Dosttan Nasıl Ayırırsınız başlıklı bir kitap yazmıştır. Plutarkhos’a göre dalkavuk, size çekici gözükmek için devamlı değişir. Erdemlerinizi değil kusurlarınızı rehber edinir. Sizin yararınıza çalışmaz, hoşunuza gitmek için uğraşır. Sizi gerçek dostlarınızdan ayırmak için de elinden geleni yapar. Plutarkhos’un dalkavuklardan korunmak için verdiği reçete kulağa basit gelir: Kendinizi çok iyi tanıyın, böylece dalkavuğun övgülerinin yalan olduğunu anlayabilirsiniz. Ama bu o kadar kolay mıdır?
Nitekim Plutarkhos, dalkavukluk yüzünden büyük insanların bile aldatıldığını, krallıkların çöktüğünü belirtir. Marcus Antonius’un sonunu getiren, onun kadın ve lüks düşkünlüğünü, gösteriş merakını, “büyük bir devlet adamının insanlığı, cömertliği” diye sunan dalkavuklar değil midir? İmparator Nero’nun sahneye çıkıp şarkı söylemeye kalkmasının ardında, “sen ne büyük sanatçısın!” diye onu öven dalkavuklar yok mudur?
Dalkavuk, her zaman nefret uyandıran bir tiptir. Örneğin Dante’nin ’sinde, bunlar cehennemin sekizinci çemberine atılmış, kendi dışkılarının içinde yüzmeye mahkum edilmiş, en iğrenç günahkarlar arasında yer alırlar. Başkasının sırtından geçinen bu samimiyetten uzak tipin, kıfayetsiz bir muhteris, yeteneksiz bir yazar olduğunu söylemek isterdik ama tarihe baktığımızda, bu kadar kesin yargılara varmanın zor olduğunu görürüz. Çünkü en değerli yazar ve şairlerin, tarihte iz bırakmış devlet adamlarının arasında dalkavukluğu çok iyi becerenlerin de bulunduğunu görürüz. Örneğin ilk Roma İmparatoru Augustus’un yakın çevresini ele alalım. Önce Brutus, sonra Marcus Antonius ile mücadele ederek iktidara gelmeyi başaran Augustus, imparator olduktan sonra imajını yüceltmek için çaba harcar ve başarır. İç savaşlar sırasında Brutus’un tarafını tuttuğu için toprakları müsadere edilen büyük şair Vergilius, bu topraklar kendisine geri verildiğinde, birden Augustus taraftarı kesilmekte hiçbir beis görmez. En büyük eseri olan Aeneis destanı bile, Augustus’a göz kırpar: Destan, Augustus’un atası sayılan Aeneas’ın Truva’dan kurtularak gelip Roma’yı nasıl kurduğunu anlatır.
Vergilius’un imparatoru değil de “atasını” destan kahramanı yapması, kendisinden sonraki pek çok yazara ustaca dalkavukluk etmenin yolunu göstermiştir. Yüzlerce yıl sonra Rönesans döneminin büyük İtalyan şairi Torquato Tasso, bunun teorisini bile yazar. Epik Şiir Üzerine Düşünceler (1594) adlı kitabında Tasso, bir şairin destan yazarken, “en güçlü ailelerin kökenlerini, krallıkların başlangıcını hatırlaması gerektiğini, çünkü Vergilius’un da böyle yaptığını” belirtir. Ancak hâmiye yapılacak övgü açıktan açığa olmamalı, onun ataları veya ailesi yüceltilmelidir. Ferrara Dükünün himayesinden yararlanan Tasso, 1581’de bu yöntemi benimseyerek ünlü epik şiirini (La Gerusalemme liberata) kaleme alır: Kahraman, Ferrara Dükü değil, onun atası olduğu düşünülen Rinaldo adında bir şövalyedir. Birkaç yıl sonra, Tasso, rakip bir prensin hizmetine girer ve Ferrara Düküne yaptığı bütün göndermeleri yok ederek eserini yeniden yayınlar (1593). Tasso’nun bir dalkavuk gibi görünmemek için bayağı çaba harcadığı ortadadır. Buna karşılık kendisi gibi Ferrara Dükünün himayesinden yararlanan dönemin diğer büyük şairi Ariosto, yalaka diye damgalanmaktan hiç gocunmadan, hem Orlando furioso adlı destanında hem diğer şiirlerinde Düke ve ailesine doğrudan doğruya övgüler yağdırır. Dolaylı övme yöntemini benimseyen bir başka şair de İngiliz Edmund Spenser’dir. Yazdığı The Faerie Queen (1590) adlı destan, alegorik bir yöntemle, dönemin hükümdarı olan Kraliçe I. Elizabeth’in ailesini, şanını, büyüklüğünü, temsil ettiği değerleri göklere çıkarmak üzere kaleme alınmıştır. Şairin kraliçe için uydurduğu “Gloriana” (Şanlı) ifadesi, bugün de İngilizler arasında sık sık I. Elizabeth’i tanımlamak için yaygın olarak kullanılmaktadır. İngiliz şiirinin önemli eserlerinden sayılan bu destan, kraliçenin Spenser’a ölümüne dek yıllık 50 sterlin gelir bağlamasını sağlamıştır (o dönemde 50 sterlin bir insanı rahat rahat geçindirebiliyordu). Bu kraliçenin dalkavuklara ne kadar prim verdiği, çok iyi bilinen, sayısız resmi yapılan şu hikayeden de anlaşılabilir: I. Elizabeth bir gün saltanat kayığına binmek üzere rıhtıma adımını attığında, ünlü denizci (ve saray dalkavuğu) Sir Walter Raleigh, şık pelerinini çamurların üzerine atarak kraliçenin haşmetli ayağını kirlenmekten korumuştur. Gerçi bu yalakalık, Raleigh’ın kraliçenin nedimelerinden biriyle gizlice evlendiği için hapse atılmasına engel olamayacaktır orası başka…
Aslında, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak hükümdarına övgüler yağdıran pek çok büyük şair sayabiliriz. Örneğin Shakespeare, İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth döneminde yazdığı oyunlardan birinde kraliçenin babası VIII. Henry’ye övgüler düzer. Onun ardından İngiltere tahtına İskoçya Kralı I. James çıkınca, Shakespeare’in dalkavukluğu katbekat artar. Zaten I. James, İngiliz tahtına çıkar çıkmaz, Shakespeare’in tiyatro topluluğunu doğrudan himayesine almıştır. Şairin Macbeth’i (1600’lerin başı) yazarken kralı düşündüğü apaçıktır.
Fransız şairi Racine’in de yazdığı neredeyse her oyun, Fransa Kralı XVI. Louis düşünülerek kaleme alınmıştır. Kral yeni bir aşk macerasına atıldığında, Racine hemen son trajedisine buna atıfta bulunan mısralar sokuşturur. İşi öyle ileri götürür ki, kral çapkınlığı bırakıp kendini dine adadığında, Racine de birden dindar kesilir; bu nedenle son iki trajedisi (Athalie ve Esther) Tevrat’tan alınmış birer hikayedir. Şair, daima kralın o anki gözdesiyle çok iyi geçinmeye dikkat eder. Bunun ödülünü de almış, kralın gözdesi Madame de Montespan’ın desteği sayesinde 1677’de kralın “resmi tarihçisi” unvanını elde etmiştir. Bu onun için tiyatro yazarlığından çok daha “asil” bir görevdir üstelik parası da çok iyidir ama yeni işinde başarı kazanamaz. Racine’in kariyer seçiminde yaptığı hatayı fark eden dönemin yazarlarından Madame de La Fayette şöyle der: “Zamanın en büyük şairini, kimsenin taklit edemeyeceği şiirinden kopardılar, herkesin taklit edebileceği bir tarihçiye çevirdiler.”
Bir başka büyük şaire geçelim. İnsan, Goethe gibi büyük bir Alman şairinin Weimar Dükü gibi küçük bir Alman prensi karşısındaki tutumunu düşündükçe irkilmekten kendini alamaz. Goethe, 1775’te Weimar’a davet edildiğinde, Genç Werther’in Acıları’nı yazmış, uluslararası şöhrete kavuşmuş bir yazar ve şair, Weimar Dükalığı ise Almanya’nın en küçük devletlerinden biridir. Dük Karl August’un sarayında tam bir saray dalkavuğu olur Goethe. Ölene kadar oradan ayrılmaz. Bakanlık bile yapar. Weimar’ı varlığıyla şöhrete kavuşturur. Yaşlandığında, Avrupa’nın her yerinden insanlar sırf onu görmek için koşarlar bu küçük kente. Ama o, Düke “Sie” (Siz) derken, Karl August ona “Du” (Sen) diye seslenmekte sakınca görmez. 1820’de yaşlı Goethe Avrupa’nın en tanınmış entelektüeliyken, Dük ona armut ağacı tohumları toplayıp bizzat getirmesini emreder (her ikisi de botaniğe meraklıdır); şair içerlemesine rağmen itaat eder. Goethe’nin en büyük endişesi, dükü kızdırıp saraydan atılmaktır. Seksenine yaklaşırken, bu defa Dükün ölmesinden korkmaya başlar çünkü veliahtın kendisinden hoşlanmadığını düşünmektedir. Bütün Avrupa tarafından neredeyse tanrı yerine konulduğu bir dönemde büyük şairin neden bu kadar korktuğunu anlamak zordur.
Neyse ki bu şairlerin hükümdara yaptıkları göndermelerin izleri, aradan yüzyıllar geçtikten sonra silinmiş, geriye saf halde şaheserler kalmıştır. Okuyucu, dinleyici, seyirci ve müşteriyle parasal ilişkinin doğrudan doğruya kurulduğu modern çağlara kadar himaye sistemine mahkum olan sanatçıların patronlarına yaltaklanmasını bir dereceye kadar hoş karşılayabiliriz. Ama unutmayalım ki her dönemde başını dik tutmasını bilenler de vardır. Örneğin Montaigne’in sevgili dostu, hümanist yazar La Boétie bunlardan biridir. La Boétie’nin Discours sur la servitude volontaire adlı risalesi, sadece yazarı 18 yaşındayken kaleme alınmış olmasıyla değil, 16. yüzyıl ortasında attığı özgürlük çığlığı nedeniyle de olağanüstüdür. Burada dalkavuğun nasıl tahammül edilmez bir hayat sürdürdüğünü şu sözlerle anlatır: “Köylü veya zanaatkâr, hizmet etmeye mecburdur ama boyun eğmekle yetinebilir. Oysa tiranın çevresindeki dalkavuklar itaat etmekle paçalarını kurtaramaz. Tiranın hoşuna gitmek, onun işlerini yürütebilmek için kendilerini paralamak, kendi zevklerini onun zevkleri uğruna feda etmek, kendi huylarından, doğalarından vazgeçmek zorundadırlar. Mutlu yaşamak bu mudur? Hatta buna yaşamak denebilir mi?”
SARAY MENSUBU
‘Bütün gücünü hükümdarı sevmeye harcamak lazım’
Hayatları sabah akşam hükümdarın yanı başında geçen saray mensuplarının iki yüzü vardır. Bir yandan dalkavuk, yalaka, yağdanlık olarak görülürler, bir yandan da giyimleri, davranışları, dilleriyle taklit edilen birer kültür ve moda öncüsüdürler. Yıllarını İtalya’da Mantova, sonra Urbino düklerinin sarayında geçiren İtalyan yazarı Castiglione, 1528’de Il Cortegiano (Saray Mensubu) adlı kitabını yayınlayarak şöhrete ulaştı. 150 yıl boyunca Avrupalı saraylı ve diplomatların davranışlarını etkileyen bu kitabı okumayan kalmadı. Kitapta Federico adlı kahraman, ideal bir saraylıyı tarif eder. Federico, “Saray mensubunun hükümdarıyla ilişkisinde, asıl önemli olan hoşa gitmesidir” der. “Bütün düşünce ve gücünü hizmet ettiği hükümdarı sevmeye harcamalı, beklenti, eylem ve davranışlarını onun hoşuna gidecek şekilde ayarlamalıdır.”
İdeal saraylı nasıl olmalı? İtalyan yazarı Castiglione’nin, Il Cortegiano (Saray Mensubu) adlı kitabındaki Federico ad lı kahraman, ideal saraylıyı “Saray mensubunun hükümdarıyla ilişkisinde, asıl önemli olan hoşa gitmesidir” diye tarif eder.
Kitabın diğer kahramanlarından Pietro da Napoli itiraz eder: “Günümüzde böyle çok saraylı bulursun! Anlattığın bu tip, birinci sınıf bir dalkavuktan başka bir şey değil…” Federico cevap verir: “Çok yanılıyorsun. Dalkavuklar hizmet ettikleri hükümdarı sevmezler. Benim tarif ettiğim ideal saraylı ise hükümdara hizmet eder ama ona put gibi tapmaz, onun doğru ve adil olan emirlerine boyun eğer.” Federico’nun ideal saraylıdan bekledikleri yine de kolay değildir: “İdeal saraylı hükümdarın ruh haline göre göre hareket etmeyi bilmeli, onun karşısına çıktığında asla surat asmamalı… Kötü haber vermemeli, ukalalık yapmamalı… Aptalcasına övgüler yağdırmamalı, alçakgönüllü ve soğukkanlı olmalı, çevresini gözlemeli, özellikle herkesin içinde bir hizmetkarın efendisine göstermesi gereken saygıyı göstermeli…” Görüldüğü gibi, dalkavukla “ideal saraylıyı” birbirinden ayıran çizgi pek de kalın değildir.
KARDİNAL RICHELIEU
Etrafı dalkavuklarla çevrili dalkavukluk üstadı
Fransız tarihinin en büyük devlet adamlarından biri sayılan Kardinal de Richelieu (1585-1642), aynı zamanda dalkavukluktaki ustalığıyla tanınırdı. Kral XIII. Louis ile annesi naibe Kraliçe Marie de Médicis’yi karşı karşıya getiren iktidar savaşında önce yanlış ata oynayarak kraliçenin yanında yer almış, hatasını anlayınca onu terketmiş, ne yapmış etmiş, kendisinden nefret eden kralın güvenini kazanarak onun başlıca bakanı olmuştu. Az sonra çevresine kendi dalkavuklarını topladı. Bütün yazar ve şairler, günümüzün gazetecileri gibi, onun emrindeydi. Onlara egemen olabilmek için Fransız Akademisi’ni kurdu, kendi de akademinin “babası ve koruyucusu” oldu.
Dönemin şairlerinin Kardinale düzdüğü övgüler, modern okuru şaşkınlığa uğratır. Kardinalin borazanı olarak bilinenlerin başını Vincent Voiture çeker. Ama yalnız değildir. Örneğin, Fransız şiirinde önemli bir dönemeci başlattığı düşünülen, hâlâ öğrencilere şiirleri okutulan Malherbe’i ele alalım. Adamcağız, bütün gelirini Richelieu’nün kendisine verdiği çeşitli maaşlardan elde ediyordu. La Rochelle savaşı sırasında kral için yazdığı şiirde, bir süre kralı övdükten sonra, lafı döndürüp dolaştırıp kardinale getiriyor ve “O ne büyük, o ne cesur ruhtur öyle/ Bizi kurtarma sanatında o ne büyük uğraştır öyle/ Yoktur iyileştiremeyeceği hastalık/ Yeter ki inanalım ona!” diyordu. O sırada Malherbe tek oğlunu bir asılzadeyle yaptığı düelloda kaybetmiş, kardinalden suçlunun cezalandırılmasını istiyordu. Ama yazdığı bu şiir işe yaramadı. Savaş alanı halindeki La Rochelle kentine kadar giden şair, orada sevgili kardinalinin bile iyileştiremeyeceği bir hastalığa yakalanarak öldü (1628). Bir başka ünlü şair Isaac de Benserade ise kardinale yazdığı methiyeler sayesinde yıllık gelirini 18 bin eküye kadar çıkartmıştı. Kardinal öldükten sonra yazdığı alaycı şiir ise şöyleydi: “İşte burada yatıyor Kardinal de Richelieu;/ ve asıl canımı sıkan, maaşım da onunla birlikte!”
BABADAN OĞULA YALAKALAR
Efendilerinin köpekleri Buckingham dükleri
George Villiers (1592-1628), İngiltere Kralı I. James’in gözüne girdiğinde küçük bir taşra asilzadesinin 21 yaşındaki oğluydu. Dokuz yıl sonra en yüksek asalet unvanına kavuşarak Buckingham Dükü ilan edilmiş, kralın başlıca bakanı olmuştu. I. James ona çok düşkündü, Dük de kendisini “efendisinin köpeği” diye tarif etmekten çekinmiyordu. Buckingham Dükü, kralla yetinmeyerek veliahta da kendisini sevdirdi. Böylece I. James ölüp yerine oğlu I. Charles tahta çıktığında, yine zirvede kaldı. Elbette bunun bedeli, halkın öfke ve nefretiydi. Öyle ki 1628’de bir suikaste kurban gittiğinde, katil halk tarafından kahraman ilan edildi; hakkında yazılan övücü şiirler elden ele dolaştı. Buckingham Dükü öldürüldüğünde, tek oğlu yeni doğmuştu. Babasının yerine Buckingham Dükü olan bu çocuk, sarayda, Kral I. Charles’ın oğullarıyla birlikte büyüdü. 1649’da I. Charles devrim sonucu tahttan indirilip idam edildiğinde, ikinci Buckingham Dükü, I. Charles’ın oğluyla birlikte ülkeden kaçarak Hollanda’ya sığındı. Ama birkaç yıl sonra sürgünde yaşamaktan bıkarak efendisini yüz üstü bıraktı, İngiltere’ye dönerek iktidarı elde tutan Cromwell’e yanaştı. 1660’da sürgündeki prens, II. Charles olarak İngiliz tahtına çıktığında, herkes kendisine ihanet etmiş olan Buckingham Dükünü cezalandıracağını düşünüyordu ancak dükteki şeytan tüyünü hesaba katmamışlardı. Aradan bir yıl geçmeden, Buckingham Dükü ne yapıp edip yine kralın gözüne girmeyi başardı. Neyse ki bir oğlu yoktu: Böylece bu yalaka sülalesi ikinci kuşakta sona erdi.