Avrupa tarihinin gördüğü en büyük, en uzun ve en kanlı savaşlardan biri, 17. yüzyılın ilk yarısına damga vurmuştu. Görünürde bir Katolik- Protestan çatışması olarak yaşanan savaş, aslında Avrupa, İngiltere ve Baltık ülkelerinin siyasi-iktisadi iktidar mücadelesinin en önemli dönüm noktasıydı. Sonuçta dinî hoşgörü, sadece Protestanları içine alacak kadar genişletildi. Ortodoks Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar bunun dışında tutuldu. Bugünü anlamak için…
Tarihte bugünkü bildiğimiz haliyle Avrupa ve Avrupalı kimliğinin oluşumunda rol oynayan birçok olumlu ya da olumsuz olay gerçekleşmiştir. Bunların en tayin edici olanlarından biri ise Avrupa’daki din/mezhep savaşlarının en geniş kapsamlısı olan ve günümüzden 400 yıl öncesine uzanan Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) ve yaratmış olduğu büyük yıkım ve trajedidir.
Tüm Avrupa’ya yayılan bu savaş özellikle günümüz Almanya ve Çekya’sını kapsayan Orta Avrupa’yı çok ağır bir şekilde tahrip etmişti. Köyler, kasabalar ve şehirler yıkılıp yağmalanırken tarım arazileri kullanılamaz hale gelmiş, askerlerin/orduların gerçekleştirdiği katliamlar dışında salgınlar ve kıtlıklar nüfusu kırıp geçirmiş (kimi bölgelerde nüfus yarı yarıya düşecek kadar), ticaret-ekonomi durma noktasına gelmiş, evlilikler-doğumlar ertelenmiş ve birçok insan yaşadığı yeri terkederek daha güvenli yerlere göçetmek zorunda kalmıştır.
Savaş başlangıçta Habsburg yönetimindeki Katolik Kutsal Roma İmparatorluğu ile imparatorluk toprakları içerisinde yer alan Lutherci/Kalvinist (Protestan olarak adlandırılan) Alman derebeyleri arasındaki anlaşmazlıktan çıkmış olsa da bir süre sonra savaş din/mezhep çatışmasından çıkıp bir üstünlük yarışına dönüşecekti.
Pencereden atılma hadisesi ve savaş
Kutsal Roma İmparatoru Katolik Şarlken (V. Karl) ile imparatorluk sınırları içerisinde yer alan Protestan derebeylerinin oluşturduğu Schmalkaldic Birliği arasındaki savaşlar sonrası barış imzalanmıştı. 1555’teki Augsburg Barışı ile imparatorluk tacına bağlı irili ufaklı 224 Alman devletinin hükümdarı kendi mezheplerini seçebiliyordu ve cuius regio eius religio (kimin idaresiyse onun dini geçerlidir) prensibi uyarınca bu devletlerde yaşayan tebaa, hükümdarı olan derebeyinin mezhebine girmekle yükümlüydü.
1618’e kadar geçen zamanda (özellikle Köln Muharebesi’ndeki yenilgi sonrası) Protestanlar haklarını savunmakta güçlük çekiyorlardı. İmparator Matthias’ın hastalığından dolayı 1617 sonrası kuzeni II. Ferdinand ülkeyi yönetmeye başlamıştı. Karşı-Reformcu Cizvit okullarında yetişmiş olan II. Ferdinand, yönetimi altındaki topraklarda bir mezhep birliği olmasını istiyordu.
II. Ferdinand’ın iki temsilcisi ve bir sekreter, Prag Kalesi içerisindeki eski sarayda güç bölüşümü konusundaki bir tartışmada Protestan aristokratlar tarafından 23 Mayıs 1618’de (21 metre yükseklikten) pencereden aşağı atıldı (bu olay sırasında ölmeyip sadece yaralanmış olmaları Katolikler arasında türlü efsanelere yol açmıştır).
Bu olay tıpkı 1. Dünya Savaşı öncesi Avusturya Veliaht Prensi Franz Ferdinand’a yapılan suikast gibi savaşın kıvılcımını çaktı; zira savaş için yeterli gerginlik zaten olayın öncesinde de mevcuttu. II. Ferdinand bu aşağılanmaya karşılık vermek üzere kuzeni İspanya Kralı III. Philip ve imparatorluk toprakları içerisinde bulunan Katolik derebeyleri ile bir ittifak oluşturdu.
Katliamlarla geçen otuz yıl
Katolik ordularının başındaki Tilly Kontu Marşeial Johann Tserclaes bu muharebe ile beraber Otuz Yıl Savaşları’nın önemli bir figürü haline geldi. Ayrıca “Magdeburg Düğünü” denen kötü şöhretli Magdeburg yağması ile katliamını gerçekleştiren kişi olarak da tarihe geçmiştir.
Pencereden atma olayı Bohemya’da bir Protestan ayaklanmasına dönüşürken, 1619’da II. Ferdinand’ın Bohemya kralı olmasını kabul etmeyen soylular, V. Frederick’i kral seçtiler. Otuz Yıl Savaşları’nın başlarındaki ilk önemli muharebe de bu iki taraf arasında Bila Hora (Beyaz Dağ) yakınlarında, 1620’de gerçekleşti. İmparatorluk topraklarındaki Bavyera Dükü’nün başını çektiği Alman devletlerinden oluşan Katolik Birliği ve Habsburg hanedanı üyelerinin tahtta olduğu İspanya Krallığı ve Kutsal Roma İmparatorluğu, Protestan Bohemya soyluları karşısında ezici bir zafer kazandı. Katolik ordularının başındaki İspanyol Hollandası (bugünkü Belçika) kökenli Tilly Kontu Mareşal Johann Tserclaes, bu muharebe ile beraber Otuz Yıl Savaşları’nın önemli bir figürü olacaktı.
Savaşın bu ilk büyük muharebesi sonucu Bohemya’daki ayaklanma bastırılırken, kral olma iddiasındaki V. Frederick, dayısı Maurice’in yanına sığınmak zorunda kaldı. Frederick, Bohemya ve Ren Palatin’i terkederken, ordusunun başına paralı asker Ernst von Mansfeld’i tayin etmişti. 1626’da Dessau Köprüsü’ndeki yenilgisine kadar bulunduğu bölgeyi çeşitli muharebelerde savunan Mansfeld, seferlerini birçok defa para ve kaynak arayışı için bölmüştür. Frederick’in kayınpederi olan İngiltere Kralı I. James’i Londra’da üç kez ziyaret etmiş, kral ona Palatin bölgesini geri alması için para ve asker desteğinde bulunsa da, Mansfeld başarılı olamamıştı. Protestan ayaklanmalarının bastırılması, özellikle Çek ülkesini derinden etkiledi. 200 yıl boyunca bu topraklarda halkın tekrar Katolikleştirilmesi çabası devam etti. 1621’deki ayaklanmaya destek veren 27 Çek soylusunun misilleme için eski kent meydanında idam edilmesi ile başlayan süreçle Çek aristokrasisi zayıflatıldı ve yerlerine Almanca konuşan soylular getirildi. Çek milliyetçileri daha sonra bu döneme “Karanlık Çağ” adını verecektir.
Kejserkrig: Danimarka imparatora karşı
Dönemin askerî ve ekonomik olarak en güçlü Protestan devleti olan Danimarka-Norveç Krallığı, Aşağı Saksonya’daki Lutherci/Protestan yöneticilere destek vermek amacıyla Kutsal Roma İmparatorluğu’na karşı savaşa giriyordu. Danimarka-Norveç Kralı IV. Christian, Baltık Denizi’ne açılan kanaldan aldığı vergiler ve Kalmar Savaşı sonrası İsveç’ten almakta olduğu savaş tazminatı ile zenginleşmişti. Kuzey Almanya’daki kilise topraklarını, krallık tahtına veliaht olmayan çocukları için uygun yerler olarak görüyordu. Dan(imarka) etkisini böylece buralarda arttırarak, Elbe ve Weser gibi ticaret yoğun nehirlerde kontrol sağlayacaktı.
Anti-Habsburg ittifakı içerisindeki İngiltere tahtı, Danimarka ordusuna (çıkar ortaklığının ötesinde Christian yeni İngiltere Kralı I. Charles’ın dayısıydı) paralı asker de sağlayacaktı. Katolik Habsburg tarafında ise Albrecht von Wallenstein isimli bir kumandan kazandığı savaşlar ile ordu içerisinde sivriliyordu. Yaptığı evlilikler ve savaşlar sonrası el koyduğu Protestan derebeylerinin topraklarıyla zenginleşen Wallenstein, 1625’e gelindiğinde imparatorluktaki en zengin insanlardan biriydi. Buna karşın imparatorluk hazinesi Venediklilere karşı yürütülen Uskok Savaşları ve Protestan ayaklanmaları yüzünden boşalmıştı. Bu nedenle imparatorluk Danimarka’ya karşı yürütülecek savaşta mali olarak yetersizdi. Ayrıca orduda Tilly Kontu liderliğindeki Katolik Birliği’ne karşı bir denge unsuru gerekliydi. Wallenstein bunun için biçilmiş kaftan olarak Ferdinand’ın önünde duruyordu. İmparator ile Wallenstein şöyle bir anlaşmaya vardı: bellum se ipsum alet; yani savaş kendi masraflarını karşılayacaktı. Wallenstein 30.000 kişilik bir ordu toplayıp donatacak, karşılığında fethettiği yerleşimleri yağmalama veya elinde tutma hakkına sahip olacak ve ünvan(lar) alacaktı.
Wallenstein seferlerinde o kadar başarılı oldu ki, Danimarka-Norveç Kralı IV. Christian’ı ve ordularını ana kıtadan Baltık Denizi’ne kadar sürdü. Christian’ın orduları başkent Kopenhag’ın da bulunduğu Zealand Adası’na çekilmek zorunda kaldı. Christian sonunda Lübeck Antlaşması’nı imzalayarak savaş öncesi topraklarını korudu, fakat Protestan Alman devletlerine verdiği desteği çekeceğini de ilan etmek zorunda kaldı.
Kuzeyin Aslanı II. Gustavus ve İsveç
Gücünün ve servetinin zirvesindeki Generalissimo Wallenstein, 1630’da Viyana’da saraydaki düşmanlarının II. Ferdinand’ı ikna etmesiyle görevinden azledildi. Wallenstein’ın rakipleri, onun çok güçlü olduğunu ve kendisine karşı bir darbe planı yaptığını söyleyerek imparatoru ikna ettiler. Bu sırada İsveç kralı imparatorluk topraklarına Pomeranya’dan girmişti. Gustavus Adolphus (Gustav Adolph), Protestanlık iddiasını Alman topraklarında sürdürme fırsatını yakalıyordu; fakat İsveç Krallığı’nın kasası da sürüp giden savaşlardan dolayı boşalmıştı. Bu noktada Fransa da devreye girdi ve Gustavus Adolphus’un seferini finanse etti.
XIII. Louis’nin “başbakanı” Kardinal Richelieu iyi bir politikacıydı. Batısında İspanya Krallığı, doğusunda ise Kutsal Roma İmparatorluğu ile Habsburglar’ın giderek güçlendiğini ve Fransa’yı kıskaca almasının an meselesi olduğunu farketmişti. Katolik Bourbon Fransa’sı yine Katolik Habsburglar’ın yükselişine engel olmalıydı. İsveç’in bu nedenle imparatorluğa karşı savaşa girmesi değerlendirilmeydi. Fransa çözüm olarak İsveç’le Barwalde Antlaşması’nı imzaladı. Buna göre Fransa sefer için para sağlayacak Gustavus Adolphus da ordu toplayıp donatacaktı. Richelieu böylece asker yollamadan savaşa dolaylı olarak katılıyordu. Fransa için Habsburg tehlikesi bu şekilde engellenebilirdi.
Gustav, Kuzey Almanya’ya girdikten sonra hızla güneye doğru ilerledi. Leipzig yakınlarında Katolik Birliği ordusu ile karşılaştı (1631). Breitenfeld’deki muharebe, savaşın başından beri ilk defa Protestan ordularının zaferiyle sonuçlandı. 1632’deki Rain Muharebesi’nde Protestanlar yine zafer kazanırken, Johann Tserclaes bir top güllesinin bulunduğu yere isabet etmesi sonucu öldü. Bunun üzerine Ferdinand imparatorluk ordusunun başına tekrar Wallenstein’ı getirmek zorunda kaldı. Wallenstein, ilk savaşında (Lützen Muharebesi) Gustav’a yenildiyse de İsveç kralı süvari birlikleriyle düşman cephesine saldırırken vurularak öldürüldü. Kralın ölümü Alman topraklarındaki seferleri yavaşlattıysa da durdurmadı.
Bu sıralarda İsveç tahtı henüz 6 yaşında olan Christina’ya kalmıştı. 16 yaşına gelene kadar krallığın yönetimi naip olarak 10 kişiden oluşan bir komisyona bırakıldı. Burada ordunun güven ve sadakatini kazanan Gustav’ın şansölyesi Axel Oxenstierna’nın rolü büyüktü. Oxenstierna, savaşın sürdüğü bu dönemde ülkesindeki istikrarı korurken Barwalde Antlaşması’ndan çekilmeyi düşünen Richelieu’yü ikna ederek askeriye için para akışının devamını sağlamıştır.
Gustavus Adolphus’un ölümünden yaklaşık iki sene sonra Wallenstein da II. Ferdinand’ın emriyle bir suikast sonucu öldürüldü (1634). II. Ferdinand siyasi ve askerî olarak zayıfladıkça Wallenstein’ın bir darbeyle kendisini devirme korkusu artmıştı; bu nedenle Wallenstein’dan kurtulma fikriyle onu kendi sarayında Yüzbaşı Devereux’ye öldürttü.
İsveç her ne kadar siyasi olarak istikrarını korusa da Gustavus Adolphus gibi aynı zamanda önemli bir mareşalin ölümü ordu lidersiz kalmıştı. Ölümünden sonra ilk büyük muharebe Nördlingen’de gerçekleşti (1634). Mareşal Kardinal Infante Ferdinand, İspanya imparatorluk ordusuna liderlik yapıyordu. İsveç ve Alman devletleri arasında oluşturulan Protestan ittifakı Heilbronn Birliği’nin başında ise Mareşal Gustav Horn bulunmktaydı. Prostestan ordusu savaş sonunda ağır bir yenilgiye uğradı ve İsveç ordusu yokedildi. İsveç, Kuzey Almanya’dan çekilince Protestan Alman derebeyleri imparatorla Prag Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Kuzeydoğu Almanya’daki derebeyleri mezhep konusunda serbest kalırken imparatorluğun ilhak ettiği güneydeki prenslikler Katolik imparatorun yönetiminde olacaktı.
Savaşın kahramanları
Lützen Muharebesinden İsveç’in galip çıkmasına rağmen aldığı kurşunla öldürülen İsveç kralı Gustavus Adolphus, ölümünden sonra “Büyük” unvanını alarak kahramanlaştırılmıştı.
Fransa savaşa katılıyor
Prag Antlaşması, savaşın sonucunu ve Avrupa’da Habsburg üstünlüğünü belirleyen bir antlaşma olabilirdi fakat Fransa buna engel oldu. Uzun süredir Habsburg düşmanlarını finanse eden Richelieu, artık destek verilebilecek bir prenslik ya da devlet olmadığı için Fransa’yı savaşa sokmak zorunda kaldı. Bir yandan Kutsal Roma İmparatorluğu topraklarına saldırırken (1636) diğer yanda da İspanya’ya savaş açtı (1635).
Diğer tarafta ise İsveç tekrar toparlanmıştı. Johan Benar ve Alexander Leslie komutasındaki İsveç ordusu Wittstock’ta Wallenstein’ın öğrencisi Melchior von Hatzfeldt yönetimindeki imparatorluk ve Protestan Saksonya ordusuna karşı zafer kazandı. Savaş artık öyle bir hal almıştı ki mezheplerin ittifaklar içinde bir önemi kalmamıştı. Katolik Fransa, Protestan İsveç ile beraber hareket ederken Lutherci/Protestan Saksonya Elektörü I. Johann Georg, Katolik Habsburg ile ittifak kuruyordu.
Fransa için ise işler iyiye gitmiyordu, imparatoluk generali Johann von Werth ve İspanyol kumandan Kardinal Infante Ferdinand, Fransa’nın Burgonya, Champagne ve Picardy bölgelerine girip talan etti, hatta Paris’i bile tehdit edecek konuma geldi.
İspanya ile Fransa’nın savaşı Otuz Yıl Savaşları’na siyasi olarak direkt bağlıydı fakat aynı zamanda çok daha uzun sürecek bir mücadelenin de parçasıydı (Fransa-İspanyol Savaşı 1635-1659). Richelieu bu mücadeleyi sadece savaş alanlarında yürütmüyordu; daha önce imparatorluğa karşı Protestan prenslikleri desteklediği gibi İspanya’ya karşı da İspanya tacına bağlı Portekiz’in Braganza Hanedanı’nın yönetiminde olacak bağımsızlığını destekliyordu. Ayrıca Katalanlar’ın bağımsızlık için ayaklanmasına açıktan yardım ediyordu. Portekiz 1640’ta bağımsızlığını ilan ederken Katalonya’da 1641’de Fransa’ya bağlı bir cumhuriyet kuruluyordu. Richelieu’nün düşmanı oyalayan, düşmanın hedefini şaşırttıran ve gücünü bölmesini sağlayan bu stratejisi Fransa’ya başarıyı getirecekti. 1642’de İsveç 2. Breitenfeld Muharebesi’nde Arşidük Leopold Wilhelm komutasındaki imparatorluk ordusunu mağlup etti. Richelieu’nün ölümü (1642) ve XIII. Louis’nin ölümü (1643) sonrası gerçekleşen Rocroi Muharebesi’nde İspanyol orduları Fransa tarafından yenilgiye uğratılıyordu. Her ne kadar Fransa tahtında henüz beş yaşındaki XIV. Louis bulunsa da Richelieu’nün öğrencisi Kardinal Mazarin ülkedeki istikrarı korudu. Savaş alanında ise Condé Prensi II. Louis liderliği üstlenerek hem Rocroi Muharebesi’nde hem de 1647’deki 2. Nördlingen Muharebesi’nde zaferler kazanarak Fransa’nın Otuz Yıl Savaşları sonucunda Habsburg Hanedanı’nın Avrupa’daki üstünlüğünün kırılmasını sağladı (bu zaferlerden ötürü Le Grand Condé ismiyle bilinecekti).
Savaşın sonlarına doğru 1647’de Bavyera, Köln, İsveç ve Fransa arasında Ulm Ateşkesi imzalandı. Önemli bir Katolik güç olan Bavyera Düklüğü bu ateşkes sonrası savaşın dışına çekildi. İsveç-Fransız ordusu Zusmarshausen Muharebesi’nde imparatorluk ordularını mağlup etti, Le Grand Condé komutasındaki Fransız ordusu ise İspanyolları Lens’te yenerek Habsburgları barışa zorladı. Savaşın son sahnesi ise savaşın otuz yıl önce başladığı yerdi: Prag. İsveç orduları Prag şehrini kuşattı sonrasında Prag Kalesi’ni aldılarsa da Vltava Nehri’nin sağ yakasına, eski kentin olduğu yere Bohemyalı Katoliklerin direnci karşısında giremediler (1648).
Westfalya barışı
Bu kadar uzun süren ve çok taraflı bir savaşın tek bir antlaşma ile neticelenmesi imkansızdı. Bir yanda otuz yıl boyunca değişen ittifaklar diğer yanda farklı tarafların kazandığı muharebeler… Savaşın son dört senesinde zaten tıpkı II. Dünya Savaşı’nın sonlarında olduğu gibi bir ateşkes/antlaşma girişimi olsa da, çatışmalar 1648’e gelene kadar sonuçlanmamıştı. Fransa ve İsveç’in son muharebelerdeki kesin zaferleri sonrası, II. Ferdinand’ın yerine gelen oğlu III. Ferdinand savaşı bitirmek için görüşmelere başlamıştı. Alman topraklarındaki Westfalya Bölgesi’ndeki Münster ve Osnabrück şehirlerinde yapılan görüşmeler sonucu antlaşmalar imzalandı. Modern Uluslararası İlişkiler disiplinin tarihin dönüm noktalarından biri olarak değerlendirdiği Westfalya Barışı ile hükümran devletlerin beraber var olma ve birbirlerini tanıma prensibi oluştu. Bu olgu, gelecekte milletlerin self-determinasyon haklarına sahip olmasına kadar uzanan bir yolculuğu başlatacaktı. Bu barış her ne kadar politik alanda sekülerleşmeyi teşvik edip başlatsa da, bu antlaşmalar ne dini siyasetin içerisinden çıkarıyor ne de devlet yönetiminde tam anlamıyla seküler bir anlayışı ortaya koyuyordu. Dinî hoşgörü, sadece Protestanları içine alacak kadar genişletildi. Ortodoks Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar bu dinî hoşgörünün dışında tutuldu.
Westfalya Barışı ile Habsburg Hanedanı’nın Avrupa’daki gücü büyük ölçüde kırıldı. İsveç ve Fransa, Avrupa’nın yeni büyük güçleri olarak ortaya çıktı. Bağımsızlığını kazanan Hollanda Cumhuriyeti ise yakın gelecekte deniz gücüyle tüm dünyaya yayılan bir başat güç olacaktı.
Kutsal Roma İmparatorluğu’nda Habsburg’ların zayıflaması Prusya’nın yükselişi için bir adım oldu. Ayrıca bu antlaşmalar sonucu Avrupa’nın siyasi haritası da değişti. Seksen Yıl Savaşları olarak da adlandırılan İspanya Habsburg’larına karşı yürütülen Hollanda Bağımsızlık Savaşı da Münster Antlaşması ile son buldu ve Hollanda Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştu. İsviçre Konfederasyonu da Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan ayrılarak bağımsızlığını kazandı.
İsveç beş milyon taler kadar bir savaş tazminatı elde etti bunun dışında imparatorluk toprakları içerisindeki Pomeranya, Bremen ve Verden İsveç’in vasalları haline geldi.
PROFESYONEL ASKERLİK
Tarihin en meşhur ve en zengin paralı askeri: Albrecht von Wallenstein
Özel askeri teşebbüsün sembolü olarak tarihe geçti. Bu yapının tehlikeli ve sürdürülemez olduğu anlaşılınca, ulusal ve sürekli orduların yolu açılacaktı.
Bazı tarihçilere göre Otuz Yıl Savaşları’nın bu kadar uzun, yıkıcı ve dehşet dolu olmasının sebebi, sadece kendi çıkarlarına hizmet eden ve siyasi stratejiden yoksun paralı askerlerin devletler tarafından yaygın bir şekilde işe alınarak kullanılmasıydı. 1618’e gelindiğinde Avrupa’da ulusal profesyonel askerlik işini hizmet olarak satan komutanlar (condottiero) bulunmaktaydı. İşte böyle bir ortamda Wallenstein sivrilecekti.
Albrecht von Wallenstein,1583’te Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlı Bohemya’da soylu ama yoksul bir Protestan ailede doğmuştu. Waldstein(Valdstejn) ya da Wallenstein eski bir Alman-Çek aristokrat ailesiydi (Beethoven’ın ilk mesenlerinden olan Kont F. E. Gabriel von Waldtsein da aynı ailedendi). Anne ve babasının erken yaşta vefat etmesi sonucu genç Wallenstein dayısının yanında yetiştikten sonra Bologna, Padova gibi dönemin önemli üniversitelerinde eğitim aldı. Bu sırada Almanca, Çekçe, Latince ve İtalyanca’yı rahatlıkla konuşabilirken, İspanyolca’yı anlıyor biraz da Fransızca konuşabiliyordu.
Üniversite eğitiminden sonra orduya katıldı ve imparator II. Rudolf’un Osmanlılara ve Macarlara karşı seferlerinde katıldı. 1606’da bu sefer Olomouc Üniversitesi’ne kayıt oldu ki bu üniversite Çek topraklarındaki karşı-reform hareketi dahilinde Cizvitler tarafından destekleniyordu. Wallenstein buradayken Katolik inancına geçti. Tarihçilere göre bunun sebebi Habsburglar’ın karşı-reform hareketine destek vermesi ile Protestanlar için devletin üst kademelerinin kapalı olmasıydı. Sonrasında Wallenstein, Moravya Bölgesi’nde toprakları olan zengin bir dulla evlenerek finansal olarak iyi bir duruma kavuştu. 1609’da evlendiği eşi 1614’te y ölünce tüm miras ona kaldı. Bu zenginliğiyle kendini geleceğin imparatoruna sevdirmek için Uskok Savaşları sırasında Ferdinand’a bir jest yapmış, 200 atıyla hükümdara destek vermişti.
1618’de başlayan din savaşları Wallenstein için bir fırsattı; 1625’e kadar Bohemya’daki ayaklanmacılara karşı yürütülen savaşlarda önemli roller oynadı. 1622’de imparatorluk kont palatini, 1623’te prens ve 1625 yılında Friedland’da savaş sırasında topladığı topraklarla Friedland Dükü oldu. Bu arada 1623’te bu defa Kont Harrach’ın kızı ile evlenmiş, iki servetin tek elde toplanması ile Bohemya’daki en zengin insanlardan biri olmuştu. 1625’te hazinesi boşalmış imparatora, mutlak otoritesiyle (kademeli olarak artarak) 100.000 askerden oluşan bir ordu toplayarak sunmuş ve bu orduyu kendi bağlantı ve kaynaklarıyla üniformasından silahına herşeyiyle ayakta tutmuştur. Karşılığında el koyduğu toprakları yağmalamış ve çeşitli ünvanlar almıştır.
Böylesi büyük bir güç karşısında korkan II. Ferdinand 1630’da onu görevinden alsa da savaşın kötü gidişatını düzeltmek için 1632’de tekrar geri çağırmıştır. Muharebelerde yine başarılı olan Wallenstein, ordusuyla Bohemya’ya çekilirken imparatorun artık kendisinden kurtulmak istediğini biliyordu. Ordusunun desteğini kaybettiğini anladığında, kendisine sadık sandığı bir bölükle Pilsen’den Eger’e çekildi; fakat yine kendi bölüğündeki İrlandalı ve İskoç albay-yüzbaşıdan oluşan bir grup subayın suikastından kurtulamadı. İrlandalı yüzbaşı Walter Devreux, Wallenstein’ı öldüren kişi oldu.
Hayatı Alman edebiyatçı Friedrich Schiller’in oyununa da konu olan Albrecht von Wallenstein, özel askerî teşebbüsün bir timsali olarak tarihe geçti. Ancak sonraki dönemde bu yapının tehlikeli ve sürdürülemez bir olgu olarak ortaya çıkmasıyla, ulusal ve sürekli orduların yolu açıldı.
SAVAŞ DİPLOMASİSİ
Osmanlılar neden harbe dahil olmamıştı?
Habsburg elçisinin tarihî analizi: “Türkler şöyle düşünüyor: “Avrupa’daki ordular halihazırda birbirleriyle savaşıyorken, bizim dahil olmamız onları bize karşı birleştirebilir ve silahlanmış bu birlikler büyük tehlike yaratabilir”.
İstanbul’da Habsburg elçisi 18. yüzyılda Viyana’ya bir mektup yazmıştı. Mektupta Osmanlıların neden Avrupa devletleri kendi aralarında savaşırken düşmanlarının düşmanı tarafında bir savaşa girmediklerini anlatıyordu. Elçi bunu şöyle açıklıyordu: “Ne taht ne de Babıali böyle bir savaşa girmeyi tercih etmiyor, zira ordular halihazır savaşıyorken böyle bir saldırı onları Osmanlılara karşı birleştirebilir ve silahlanmış bu birlikler büyük tehlike yaratabilir diye düşünüyorlar”. Bu bakışaçısı Osmanlı bürokrasinin savaşa dair önemli bir hafızaya sahip ve geleneği olduğunu gösteriyor.
Osmanlıların bir vasalı ve tarihin tartışmalı figürlerinden biri olan Erdel (Transilvanya) Prensliği’nin hükümdarı Macar Gabor Bethlen, aynı zamanda bir Protestan’dı. Hayali tekrar bir Macar Krallığı kurmak olan Bethlen, geçmişte Osmanlılara karşı Kutsal Roma İmparatorluğu tarafında savaşmış olsa da, artık yanlış tarafta olduğunu düşünmekteydi. 1618’de başlayan Bohemya ayaklanması onun için bir fırsat oldu. Protestan prensler tarafında savaşa giren Bethlen, Osmanlılar ile bu prensler arasında bir aracı olacak ve İstanbul’dan destek isteyecekti.
Kağıt üzerinde böyle bir talep avantajlı gözüküyorsa da, Osmanlılar Protestanların bu savaşına ancak dolaylı bir desetk verdi. Osmanlılar bu noktada (1620-1621) sadece Habsburgların müttefiki olan Polonya ile savaşarak kısa süreliğine tarafsızlığını bozdu. Bunun dışında uzun süreli savaşta tarafsızlığını korudu. Hatta tarafsızlığını bozmamak adına, vasalı olan Erdel Prensi George I. Rakoczi’nin 1644’te İsveç ile ittifak yaparak başlattığı ayaklanmayı bir emirle durdurdu. 1648’e gelindiğinde ise, Osmanlılar Westfalya barış görüşmelerine (savaşa taraf olmayanlar bile temsilci göndermesine rağmen) temsilci bile göndermedi.