Bodrum-Dereköy’de tepeden tırnağa yüzeyini işlediği evi, çeşmesi, heykelleri ve objeleri, köylülerinin ona deli ya da pagan gözüyle bakmalarına yolaçmakla kalmadı; bütün yaptıkları bâtıl nedenlerle imha edildi. 1970-80’li yıllarda köyde bakkallık yapan Kâmil Gök’ün yapıtları büyük oranda yokoldu ama, izleri ve doğurduğu yankılar silinmedi.
Art Brut/Ham Sanat terimini de, ürünlerin toplanma serüvenindeki önemli bir aşamayı da Jean Dubuffet’ye borçluyuz. 1945’ten başlayarak bu bağlamda kolları sıvayan sanatçının kurduğu ilk Art Brut Müzesi bugün Lausanne’da etkinliğini sürdürüyor.
“Akıl hastalarının sanat eserleri, 1920’li yıllarda Dr. Prinzhorn’un öncülüğünde dikkati çekmiş ve ilk koleksiyon böylece yapılmıştı. Bu koleksiyon da bugün Heidelberg Üniversitesi’ndedir ve düzenli olarak sergilerle kamuoyuna sunulmaktadır. Günümüzde Wölfli gibi büyük akıl hastası sanatçıların yapıtları, özel vakıflar tarafından korunmakta; Villeneuve d’Ascq’daki LAM gibi bazı müzelerin de bu konuda uzmanlaştığı görülmektedir.
Türkiye’deyse, 1957’de Prof. Dağyolu-Prof. Velioğlu ikilisinin öncülüğünde Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı kurulmuş, 2002’den bu yana zenginleşen koleksiyon İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’ne taşınmıştır.
Ham Sanat, ülkemizde yeterince tanınmıyor. 40 yıl önce Ankara’da İsviçre’nin katkılarıyla düzenlenen küçük bir Wölfli sergisi sayılmazsa…
İki bölümden oluşabilir sergi: Dünyadan ve Türkiye’den örnekler üstüne kurularak. Bir sempozyum düzenlenecek ölçüde yerli ve yabancı uzman sözkonusu bu alanda. Yetkililerle anlaşmaya varılırsa, “yerli malzeme” yurtdışına da taşınabilir sonra…”
Bu kısa metin, benden “sergi fikirleri” isteyen bir müze yönetimi için kaleme aldığım önrapordan; aralarında “Henri ile Nezy”yi kuşatacak bir sergi önerisinin de yeraldığı listenin karşı tarafta ölüm sessizliği yarattığını söylemeliyim.
Bizde Art Brut/Ham Sanat konusuna eğilme önceliği Ferit Edgü’dedir. Bu konuda Dubuffet’yle yazışmaları ve konuya ilişkin yazdıkları kültür tarihimiz açısından özel değer taşıyor. İlk Milliyet Sanat dergisinde yeralan (1985), ardından Şimdi Saat Kaç kitabına aldığı bir yazısında Kâmil Gök’e ışık tutuyordu, Dubuffet’yle yazışma ve görüşmelerine değinerek:
“Yıllar önce Bodrum yakınlarındaki bir köyden (Dereköy) geçerken gözüme çarpan bir çeşme, birkaç yüz metre ötede, köy mezarlığının önünde yükselen garip bir yapı şaşkına çevirmişti beni. Arabayı durdurup, yanımdaki dostlardan bunların fotoğraflarını çekmelerini istemiş, sonra da bilgi edinmek için köye geri dönmüştük. Köyün kahvesinde, bu ‘yapıtların’ üzerinde yer alan ismi sormuştuk: Kim bu Kâmil Gök? Köylüler gülerek, küçük köyün… hayır, delisini değil, bakkalını göstermişlerdi. Kâmil Gök’ün bakkal dükkânı ve evinin her bir köşesi, çivit mavisi, kireç beyazı ve kiremit kırmızısı renklerden oluşan desenlerle bezeliydi. Mezarlığın önündeki yapıyı sorduğumuzda ‘O benim tapınağım’ demişti.
O gün Kâmil Gök’ten iki büst aldım (pişmemiş toprak, ama kendine özgü bir katışım). Amatör dostların çektiği fotoğrafları size göndermiştim. Çünkü, ‘Art Brut’ koleksiyonunuzun Türkiye uzantısıydı Kâmil Gök’ün yapıtları. Bu, Bodrum Müzesi’nden başka bir müze görmemiş, güç belâ okuyup yazan köy bakkalının ‘yapıları’ gerek biçim, gerek çizgi, gerek renkleriyle sizin anıtsal yapılarınızın çok yakınındaydı. Bu nedenle, açıkça söyleyeyim, söz konusu fotoğrafları korka korka göndermiştim.
Yanılmışım. Bu yakınlık, bu benzerlik gerçek bir coşku yaratmıştı sizde. Mektubunuz bu coşkuyu dile getiriyordu: ‘Ege kıyısındaki o küçük köyde karşılaştığınız yapıtlar beni şaşkına çevirdi. Lütfen profesyonel bir fotoğrafçı gönderiniz o köye. Bakkal Kâmil Gök’ün tüm yaptıklarının fotoğraflarını çeksin. Giderlerin tarafımdan karşılanacağını belirtmeyi gereksiz görüyorum’.
Bu mektuptan birkaç ay sonra Dereköy’e ‘profesyonel’ bir fotoğrafçı ile gittiğimde Kâmil Gök’ün ‘tapınağının’ yıkılmış olduğunu, çeşmesinin tanınmaz duruma geldiğini görecektim. Çekecek pek bir fotoğraf kalmamıştı. ‘Köylüler,’ diyordu Kâmil Gök, ‘ne yaparsam bozuyorlar, ne yaparsam yıkıyorlar.’
Paris’teki görüşmemizde bu sözleri size aktardığımda hiç şaşırmadınız: ‘Yığınlar böyledir, aralarından sivrilen bireyi yokeder.’ Belki tam böyle demediniz. Ama, tepkiniz Türkçe olarak belleğimde böyle yer etmiş.”
Kâmil Gök’ü ilk keşfedenlerden biri olan ve yaptıklarını belgeleyerek bugüne hiç değilse “iz”lerinin ulaşmasını sağlayan ressam Mustafa Altıntaş’ın tanıtıcı yazısı Edgü’nün yazısından üç gün önce, 28 Mayıs 1985 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkmıştı. Fransa’da yaşayan Altıntaş’ın Le Courrier Internationale dergisinde, fotoğrafları eşliğinde Kâmil Gök’ü tanıtan yazısı Art Brut’çülerin ilgisini çekmiş, Besançon Kültür Müzesi’yle Lausanne’daki Art Brut müzesi gerçekleşip gerçekleşmediğini bilemediğim bir sergi projesi geliştirmişti.
Mustafa Altıntaş, Paris’ten gönderdiği yazısına tanışma serüvenini aktarıyordu :
“‘Kendimi kolları her yana uzanan bir ahtapot gibi hissediyorum. Tarlaları, bahçeleri boyayabilir; dağları, kayaları yontabilirim. Şöyle gözlerimi kapayıp düşündüğüm zaman tüm şu manzaraların elimin altında değiştiğini görüyorum.’
Bu sözleri, Bodrum yöresinde Dereköy’de ‘bakkallık’ yapan, ama asıl işi çok özgün bir sanatı gerçekleştirmek olan Kâmil Gök söylüyor.
1975’te Bodrum yöresinde dağ taş dolaşırken yolum Dereköy’e düşmüştü. Daha köye girerken, Türkiye’de herhangi bir yerde görebileceğimi hiç düşünmediğim, ama gözlerimin başka yerlerden alışık olduğu bir peyzajla karşılaştım. Köyün geleneksel görüntüsünü kıran bu olayın nereden ve kimin elleriyle oluşturulduğunu araştırmaya koyuldum. Her adım atışta çevreye yabancı mimari formlar, boyanmış ağaç gövdeleri beni köyün kahvesinin önüne kadar götürdü.
Kahve terasının geleneksel Bodrum tipi sütunlarının garip heykellere dönüşmüş olduğunu gördüğüm zaman heyecanım iyice artmıştı. Köy kahvesine bitişik, derme çatma, ama akıl almaz gariplikteki dükkana girdiğim zaman, duygularım bu düşsel dünyayı yaratan az bulunur ‘sanatçı’ kişinin tezgâhın ardında oturan bakkal olabileceği konusunda beni yanıltmamıştı.
Kâmil Gök adındaki ‘köy bakkalı’nı, bu az rastlanır sanatçıyı böyle keşfetmiştim. O gün saatlerce Kâmil Gök’le konuştum. Düşsel dünyasını ve çevrede yarattıklarını kavradığımı anladığı andan başlayarak çekingen bir tavırla da olsa bana herkesten gizlediği birçok şeyi anlatmaya koyuldu. Ünlü Facteur Cheval, Gaudi gibi sanatın ‘tekil’ kişiliklerinden biriyle karşılaşmış olmaktan büyük bir tat duydum.
Kâmil Gök, bir toplumda var olabilecek nadir ve özgün sanatçılardan biriydi. Tüm ürettiklerini ve ürettiklerinden kalabilenleri gördükten, onu iyice anladıktan sonra onun çevresini saran tehlikelerden korunması, desteklenmesi gerektiğine karar vermiş, kendimce de bu önemli sorumluluğu yüklenmiştim.
Gerçekten de sanat tarihinde, hiçbir sanat eğitimi görmemiş, hatta resmin, heykelin, mimarinin adını bile duymamış bazı özgün kişilikler vardır. Bunlara, sanat alanındaki bütünüyle farklı bir düş dünyasını kendilerine özgü bir dille anlattıkları için ‘singuliers de l’art’ (sanatın tekilleri) adı verilir. Toplumlarda nadiren görülen bu kişilerden biri de, ülkemizde yaşayan ve üreten ‘bakkal’ görünümündeki, otantik bir sanatçı olan Kâmil Gök (…)
Birkaç yıl önce Dereköy’e gidip Kâmil Gök’ü gördüğüm zaman, büyük bir felaketle karşılaştım. Onun ürettikleri ve çevreyi değiştirme eylemi karşısında şaşkına dönen, çevrede görmeye alıştıkları geleneksel görüntünün değişmekte olmasından tedirgin olan köylülerin, onun orada yapmakta olduğu anıtsal mimari çalışmayı bir gece yıktıklarını öğrendim. Her şeye rağmen, özgün dünya görüşü doğrultusunda çok önemli çalışmalar yapan Kâmil Gök’ün cesaretinin büyük ölçüde kırılmış olduğunu görmek beni çok üzdü.”
Tepeden tırnağa yüzeyini işlediği evi, çeşmesi, heykelleri ve objeleri eşi ve oğlu başta köylülerinin ona deli ya da pagan gözüyle bakmalarına yolaçmakla kalmamış, bütün yaptıkları bâtıl nedenlerle imha edilmişti. 1985’te onunla röportaj yapan Türey Köse, doğal olarak yılgın bir portre çizer. 1995’te Cornucopia dergisinin 9. sayısında Brian Sewell’in “sanat yapmanın bedeli” ana temalı metni yayımlanır; 2007’de Işıl Özgentürk’ün ağıtı Cumhuriyet’te çıkar: “Şaşırtıcı, Muhteşem ve Kara Talihli.” Bu satırlar Köse’nin röportajından:
“Kâmil Gök ile görüşmek üzere Dereköy’e gittiğimizde, UNESCO dergisinde yayımlanan fotoğraftaki yapıyı görüp gelen Fransız turistlerle karşılaştık. Fransızlara, fotoğrafta yer alan yapının yok edildiğinin anlatılması kolay olmadı. Ta Fransa’dan uzanan bu ilgiye karşın, Kâmil Gök kendi köyünde yapayalnız. Bir başına savaşım veriyor. Kâmil Gök’ün evinin içinde ‘Amerika’ var, evinin karşısındaki duvarda ‘Afrika’. Divana oturup duvarlardaki çalışmalarını anlatırken, ‘Amerika’yı temsilen yaptım. Deniz, rıhtım, kenarda hambalar, Beyaz Saray. Beyaz Saray’ın çevresinde ağaçlar yaptım. Herhalde vardır böyle şeyler’ diyor yaşamı boyunca Türkiye’deki birkaç kent dışında hiçbir yer görmemiş olan Gök. Evinin bütün duvarları boyanmış değişik desenlerle süslenmiş. Kapılar, soba, evdeki her şey yeniden yaratılmış. Duvarlardan biri ise bembeyaz. Gök üzüntüyle, ‘Bizim hanım kireç attı oraya’ diyor.
Köy bakkalı Kâmil Gök’ün evinin karşısındaki duvarda ise Afrika var. Bir gün televizyonda Afrika’daki açları görmüş. Sonra duvara, helikopterden atılan ekmeklere bakan kadın ve çocukların resmini yapmış. Ancak birkaç gün geçmeden hemen bozmuşlar, üstüne kireç atmışlar. Çeşme yapmış, yıkmışlar, 20 dolayında heykelini kırmışlar. Yıkılanları çoğu kez yeniden yapmış. Kâmil Gök bu tek kişilik sanatsal savaşımını şöyle anlattı:
‘Bir keresinde biri geldi, senin yaptığını yıkmışlar dedi. Gittim baktım, yıkıntı halindeydi. Kahvede sütunlar vardı, bunlara paşa şeklinde heykel işlemiştim. Köylüler bir gün gelip, senin paşanın burnu kırılmış, diyorlardı, bir gün fesi. Olur mu, koskoca paşaya bu yapılır mı? Belki bu sefer yıkmazlar diye yeniden yaptım, gene yıktılar. Modern bir çeşme yaptım, gören hayran oldu. İstanbul’dan, Amerika’dan Fransa’dan takdir geldi. Onu da yıktılar. Burada ağaç bile dikmiyorlar. Bütün gün otururlar, gündüz oldu mu can can oyun, gece oldu mu rakı. Başka şey bilmezler. Bir şey yapmazlar, yapılanı da yok ederler.”
Yarıdan fazlası kolaj niteliği taşıyan bu metni çatarken, belleğimin dibindeki oldukça bulanık bir tabakadan yukarı bir anlığına tırmanan bir kıvılcım beni durdurdu: Samih Rifat bir biçimde, tanışıp çok yakın dost olmamızı önceleyen dönemde bu konuyla ilgilenmiş miydi? Sorunun doğması boşyere değilmiş: Henüz kitaplaşmamış yazılarının listesini birkaç yıl önce Orçun Türkay’dan almıştım. Dönüp baktığımda kıvılcım ateşe dönüştü: Yazmıştı! Şu aşamada, ne zaman, nerede yayımlandığını bilmiyorum, ama Türkay ‘depo’dan alıp 10 bölümlük Bodrum izlenimlerinin yedincisini ayırdığı Kâmil Gök portresini iletti. Kısaltmadan yerleştiriyorum buraya (ve Samih sayesinde Gültekin Çizgen’in fotoğraflarının izini sürdüğümü, ayrıca Seda Özen Bilgili’den ciddi görsel katkı aldığımı eklemek istiyorum. Kalıyor geriye bir başka soru: Fotoğraf makinesiz dolaşmayan Samih Rifat’ın Gök’ün ve “iz”lerinin fotoğraflarını çekmemiş olması mümkün mü? Arşivine bakılacak!):
“Bodrum’dan Gümüşlük’e karayoluyla giderken, Gürece’den sonra sağa sapıp mandalina bahçelerinin, zeytinliklerin, yabanincirlerinin, sabırlıkların arasından giden yolu izlerseniz, bir süre sonra Dereköy adlı küçük köyden geçersiniz. Bu toprakların yetiştirdiği en ilginç kişilerden birinin, bir halk ressamının köyüdür Dereköy ve burada biraz oyalanmaya fazlasıyla değer.
Onu ilk kez gördüğümde epeyce yaşlı ama hâlâ dinç, bembeyaz saçlı, iri yarı, güleryüzlü bir adamdı Kâmil Gök. Az konuşan, ama tatlı dilli bir köy bakkalı. Dükkanı hemen yol üstündeydi; o yıllara kalabilmiş bir iki işi de çevrede hemen göze çarpıyordu (ressamımız tuvalleri değil duvarları boyuyordu). Ben 80’lerin başında keşfetmiştim onu; yaşlanmaya, unutulmaya yüz tuttuğu, işlerinin kırılıp yokedildiği bir dönemde. Oysa çok daha önceleri, üstelik oldukça büyük yankılar uyandıracak bir düzeyde keşfedilmişti Kâmil Gök. Ferit Edgü, bu ilginç adamın yapıtlarının fotoğraflarını, benzer bir sanatın ustası Dubuffet’ye göndermiş; Dubuffet bu işlerle yakından ilgilenmiş, UNESCO’nun dergisi Courier’nin bir sayısına kapak bile olmuştu Kâmil Gök’ün işlemeli bir duvarı. Sanırım İsviçre’deki ‘Brüt Sanat Müzesi’, bir fotoğrafçı yollayarak işlerini belgeletti. O yıllarda Gültekin Çizgen de fotoğraflarını çekmiş ressamımızın. Çizgen’in Türkiye Fotoğrafları adlı albümünde bu diziden bir fotoğraf var. Üstünde ‘Ali ve Zeynep Oğlu Kâmil Gök Hayratı’ yazılı bir çeşme önünde, elinde bir kutu boya ve fırçayla görülüyor köylü ressam. Çeşme deyip de geçmeyelim: gerçek bir sanat yapıtı bu. Gaudi’nin yapılarını, Dubuffet’nin renkli yontularını andıran bir renk ve biçim cümbüşü. Genellikle geometrik, figürsüz bir bezeme; düpedüz bir ‘non-figüratif’ resim ya da boyalı yontu düzeni. Çeşmenin üstünde beyaz çizgilerle bölünmüş kırmızı bir pencere; yan duvarlarda yine ressamın fırça izleri. Yüzyılımız değme ustalarına taş çıkartacak bir tazelik ve buluş gücü…
Ben Dereköy’den geçtiğimde bu çeşme yoktu ortada. Köylüler kırmış, yok etmişlerdi. Aynı biçimde bezediği ve kendisi için önceden hazırladığı mezarını kırdıkları gibi; yalnızca bakkal dükkanının ve iki yanındaki duvarların üstündeki işlemeler kalmıştı geriye; bir de depo benzeri ama kapısından başlayarak her yanı bezeli bir yerde gizlediği ve ilgilenip ısrar ederseniz gösterdiği bir iki yontu -çünkü yontular da yapıyordu ressamımız ve bu alanda da alabildiğine şaşırtıcıydı. ‘Her şeyi kırdılar’ dedi, ‘ben de usandım, bıraktım; resim yapmıyorum artık’. Sesinde kırgınlıktan çok, anlaşılmamış olmanın verdiği bir bezginlik, bir umutsuzluk vardı. Ne çare ki tuval üstüne resim yapmıyordu Kâmil Gök; duvarları, çeşmeleri, mezarları boyuyordu. Bunları korumak da çok zordu. Köylüler, deli ya da cinli gözüyle baktıkları bu adamın yaptıklarını bir bir kırıp yokediyorlardı. Yalnızca deposuna sakladığı bir iki yontuyla dükkanının ve evinin duvarlarını koruyabilmişti çevrenin bağnazlığından, kıyıcılığından. Zamanla onları da koruyamaz oldu. Bu yıl Dereköy’e yolum düştü; durup baktım Kâmil Gök’ün yitik krallığına. Gümüşlük’ten gelirken karşınıza çıkan, tepeden tırnağa bezeli yuvarlak köşe yapısı yıkılmış, betonarmeden yeniden inşa edilmişti. Kepenkleri sıkıca kapalı bakkal dükkanının cephesini ve yan duvarlarını, kim olduğu belirsiz biri “restore” etmeye kalkışmış, solmaya yüz tutmuş işlemeleri kaba saba bir fırçaya canlandırmaya çalışmış ve tanınmaz hale getirmişti. Depo da yıkıntıya dönmüştü nasılsa. Yol üstünde yalnızca bir baca ve bir duvar kalmıştı sanatçımızın şaşırtıcı izlerini taşıyan. Kâmil Gök de iyice yaşlanmıştı artık -seksen altı yaşındaydı-; evine, küçücük odasına çekilmişti, ara sıra kağıt üstüne resimler yapıyordu yalnızca. Ve dışarıda kadirbilir ve resimsevmez toplumumuz, onun izlerini silmeyi sürdürüyordu. Benzeri bin yılda bir gelecek bir pırıltı, elbirliğiyle söndürülmüştü; son kırıntıları da kazınıyordu.
Küçük ve tutucu bir kırsal toplumun (Dereköy bir kıyı köyü değildir), nasılsa kendinden yüzyıllarca ileride doğmuş bir üyesini benimsememesi, giderek bu ayrıkotunu törpülemeye, yoketmeye çalışması şaşılacak bir şey değil. Dikkatli bakarsak, bütün toplumların böyle davrandığını ve belki de insanlık tarihinin böylesi olayların tarihi olduğunu görürüz. Dereköylü Kâmil Gök’ün suçu, içinde yaşadığı toplumun bütünüyle dışında, ötesinde bir düşe kapılmış olmasıydı. Başka bir zamanda, başka koşullarda, daha ağır ödeyebilirdi düşünün diyetini. Modigliani’nin, Van Gogh’un, Artaud’nun ödediği gibi…
Dereköy, insanlığın büyük dramlarından birinin -küçük ölçekte de olsa- oynandığı, yinelendiği yerlerden biridir Ada’da. Günün birinde Dereköy’lüler Kâmil Gök’ün değerini bilip yontusunu dikeceklerdir belki köyüne. Ama hiç kuşkunuz olmasın, o gün de yok edilecek başka bir ayrıkotu bulunacaktır. Ve insanlık deresi, böyle akacaktır sonsuza.”
Köylülerinin kargışladığı Kâmil Gök’ün yapıtları yokoldu ama izleri ve doğurduğu yankılar büsbütün silinmedi. Bunca gecikmeyle de olsa, Altıntaş’ın Çizgen’in fotoğraf ve videolarıyla sergisi açılmalı, katalogu yapılmalı. Art Brut müzesinin hiç değilse kitaplığında varlık göstermeli. Villeneuve d’Ascq’daki LAM da kapılarını Gök’e açacaktır.
Art Brut/Ham Sanat temsilcileri kabaca iki kategoriye ayrılır: Wölfli gibi akıl sağlığını yitirmiş figürler ile farklı duruşlu (ama akıl sağlığı yerinde) kişileri çakıştırmak yanlış yaklaşım olur. Postacı Cheval de, Tabakgagalayan da sıradışı işlere kalkışan sıradışı yaratıcılardı; kimilerinin gözünde “kaçık” sayılmaları öyle olduklarını göstermez. Chartres’da Picassiette/Tabakgagalayan evini ziyaret ettiğimde Doisneau’nun karı-kocanın fotoğraflarını çektiğini bilmiyordum: Çift, objektifin karşısında gururla poz vermiştir.
Kâmil Gök’ün onlardan farkı yokmuş. Varlıklarından, daha doğrusu 5 kıtada, Nek Chand’dan (1924 doğumlu) Robert Tatin’e (1902 doğumlu) benzerlerinin yaşadığından da haberi yoktu. Gel gör ki, uygar topluluklar benzerlerinin yaptıklarını koruma altına almışlardır. Malraux, Postacı’nın görkemli İdeal Saray’ını kurtarmak yolunda meclisi dolduran pek çok alıkla didişmek zorunda kalmıştı. Kâmil Gök talihsizdi ya, sonucu kesin bir dille yorumlamıştı:
“Yazık oldu emeklere; terazinin bir tarafına yıkanların hepsi, diğer tarafına beni koy, ben ağır basarım.”