Kasım
sayımız çıktı

Sanatını dünya takdir etti köylüleri eserleri imha etti

KÖY BAKKALI KÂMİL GÖK: ‘HAM SANAT’IN TÜRKİYE’DEKİ TEMSİLCİSİ

Bodrum-Dereköy’de tepeden tırnağa yüzeyini işlediği evi, çeşmesi, heykelleri ve objeleri, köylülerinin ona deli ya da pagan gözüyle bakmalarına yolaçmakla kalmadı; bütün yaptıkları bâtıl nedenlerle imha edildi. 1970-80’li yıllarda köyde bakkallık yapan Kâmil Gök’ün yapıtları büyük oranda yokoldu ama, izleri ve doğurduğu yankılar silinmedi.

Art Brut/Ham Sanat terimini de, ürünlerin toplanma serüveninde­ki önemli bir aşamayı da Jean Dubuffet’ye borçluyuz. 1945’ten başlayarak bu bağlamda kolları sıvayan sanatçının kurduğu ilk Art Brut Müzesi bugün Lausan­ne’da etkinliğini sürdürüyor.

“Akıl hastalarının sanat eserleri, 1920’li yıllarda Dr. Prin­zhorn’un öncülüğünde dikkati çekmiş ve ilk koleksiyon böylece yapılmıştı. Bu koleksiyon da bugün Heidelberg Üniversitesi’n­dedir ve düzenli olarak sergilerle kamuoyuna sunulmaktadır. Günümüzde Wölfli gibi büyük akıl hastası sanatçıların yapıtları, özel vakıflar tarafından korun­makta; Villeneuve d’Ascq’daki LAM gibi bazı müzelerin de bu konuda uzmanlaştığı görülmek­tedir.

Türkiye’deyse, 1957’de Prof. Dağyolu-Prof. Velioğlu ikilisinin öncülüğünde Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı kurulmuş, 2002’den bu yana zenginleşen koleksiyon İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’ne taşınmıştır.

Ham Sanat, ülkemizde ye­terince tanınmıyor. 40 yıl önce Ankara’da İsviçre’nin katkılarıy­la düzenlenen küçük bir Wölfli sergisi sayılmazsa…

İki bölümden oluşabilir sergi: Dünyadan ve Türkiye’den örnekler üstüne kurularak. Bir sempozyum düzenlenecek ölçüde yerli ve yabancı uzman sözkonusu bu alanda. Yetkililerle anlaşmaya varılırsa, “yerli mal­zeme” yurtdışına da taşınabilir sonra…”

Bu kısa metin, benden “sergi fikirleri” isteyen bir müze yöneti­mi için kaleme aldığım önrapor­dan; aralarında “Henri ile Nezy”yi kuşatacak bir sergi önerisinin de yeraldığı listenin karşı tarafta ölüm sessizliği yarattığını söyle­meliyim.

KagitUzerinde-2
Bakkallık yaptığı Bodrum-Dereköy’de yaptığı heykeller, bezemeler ve duvar resimleriyle ünü Türkiye sınırlarının dışına taşan Kâmil Gök.

Bizde Art Brut/Ham Sanat konusuna eğilme önceliği Ferit Edgü’dedir. Bu konuda Dubuf­fet’yle yazışmaları ve konuya iliş­kin yazdıkları kültür tarihimiz açısından özel değer taşıyor. İlk Milliyet Sanat dergisinde yeralan (1985), ardından Şimdi Saat Kaç kitabına aldığı bir yazısında Kâ­mil Gök’e ışık tutuyordu, Dubuf­fet’yle yazışma ve görüşmelerine değinerek:

“Yıllar önce Bodrum yakın­larındaki bir köyden (Dereköy) geçerken gözüme çarpan bir çeş­me, birkaç yüz metre ötede, köy mezarlığının önünde yükselen garip bir yapı şaşkına çevirmişti beni. Arabayı durdurup, yanım­daki dostlardan bunların fotoğ­raflarını çekmelerini istemiş, sonra da bilgi edinmek için köye geri dönmüştük. Köyün kahvesinde, bu ‘yapıtların’ üzerinde yer alan ismi sormuştuk: Kim bu Kâmil Gök? Köylüler gülerek, küçük köyün… hayır, delisini değil, bakkalını göstermişlerdi. Kâmil Gök’ün bakkal dükkânı ve evinin her bir köşesi, çivit mavisi, kireç beyazı ve kiremit kırmızısı renklerden oluşan desenlerle bezeliydi. Mezarlığın önündeki yapıyı sorduğumuzda ‘O benim tapınağım’ demişti.

O gün Kâmil Gök’ten iki büst aldım (pişmemiş toprak, ama kendine özgü bir katışım). Amatör dostların çektiği fotoğrafları size göndermiştim. Çünkü, ‘Art Brut’ koleksiyonunuzun Tür­kiye uzantısıydı Kâmil Gök’ün yapıtları. Bu, Bodrum Müzesi’n­den başka bir müze görmemiş, güç belâ okuyup yazan köy bakkalının ‘yapıları’ gerek biçim, gerek çizgi, gerek renkleriyle sizin anıtsal yapılarınızın çok yakınındaydı. Bu nedenle, açıkça söyleyeyim, söz konusu fotoğraf­ları korka korka göndermiştim.

KagitUzerinde-1
Kâmil Gök’ün “tapınağım” dediği evi ve kendi çabasıyla yaptığı çeşmenin 1970’lerde çekilmiş bir fotoğrafı. Bunlar daha sonra köylüler tarafından yıkılmıştı.

Yanılmışım. Bu yakınlık, bu benzerlik gerçek bir coşku yaratmıştı sizde. Mektubunuz bu coşkuyu dile getiriyordu: ‘Ege kıyısındaki o küçük köyde kar­şılaştığınız yapıtlar beni şaşkına çevirdi. Lütfen profesyonel bir fotoğrafçı gönderiniz o köye. Bakkal Kâmil Gök’ün tüm yap­tıklarının fotoğraflarını çeksin. Giderlerin tarafımdan karşı­lanacağını belirtmeyi gereksiz görüyorum’.

Bu mektuptan birkaç ay sonra Dereköy’e ‘profesyonel’ bir fotoğ­rafçı ile gittiğimde Kâmil Gök’ün ‘tapınağının’ yıkılmış olduğunu, çeşmesinin tanınmaz duruma geldiğini görecektim. Çekecek pek bir fotoğraf kalmamıştı. ‘Köylüler,’ diyordu Kâmil Gök, ‘ne yaparsam bozuyorlar, ne yapar­sam yıkıyorlar.’

Paris’teki görüşmemizde bu sözleri size aktardığımda hiç şaşırmadınız: ‘Yığınlar böyledir, aralarından sivrilen bireyi yoke­der.’ Belki tam böyle demediniz. Ama, tepkiniz Türkçe olarak belleğimde böyle yer etmiş.”

Kâmil Gök’ü ilk keşfeden­lerden biri olan ve yaptıklarını belgeleyerek bugüne hiç değilse “iz”lerinin ulaşmasını sağlayan ressam Mustafa Altıntaş’ın tanı­tıcı yazısı Edgü’nün yazısından üç gün önce, 28 Mayıs 1985 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkmıştı. Fransa’da yaşayan Altıntaş’ın Le Courrier Internationale dergisin­de, fotoğrafları eşliğinde Kâmil Gök’ü tanıtan yazısı Art Brut’çü­lerin ilgisini çekmiş, Besançon Kültür Müzesi’yle Lausanne’daki Art Brut müzesi gerçekleşip ger­çekleşmediğini bilemediğim bir sergi projesi geliştirmişti.

Mustafa Altıntaş, Paris’ten gönderdiği yazısına tanışma serüvenini aktarıyordu :

“‘Kendimi kolları her yana uzanan bir ahtapot gibi hissediyo­rum. Tarlaları, bahçeleri boya­yabilir; dağları, kayaları yonta­bilirim. Şöyle gözlerimi kapayıp düşündüğüm zaman tüm şu manzaraların elimin altında değiştiğini görüyorum.’

Bu sözleri, Bodrum yöresinde Dereköy’de ‘bakkallık’ yapan, ama asıl işi çok özgün bir sanatı gerçekleştirmek olan Kâmil Gök söylüyor.

KagitUzerinde-3
Kâmil Gök, kahvenin terasına paşa heykelleri yapmış, ancak bunların da bir gün burnu, bir gün fesi kırılmış. Gök, “Olur mu, koskoca paşaya bu yapılır mı” diyordu bir röportajda.

1975’te Bodrum yöresinde dağ taş dolaşırken yolum Dereköy’e düşmüştü. Daha köye girerken, Türkiye’de herhangi bir yerde gö­rebileceğimi hiç düşünmediğim, ama gözlerimin başka yerlerden alışık olduğu bir peyzajla karşı­laştım. Köyün geleneksel görün­tüsünü kıran bu olayın nereden ve kimin elleriyle oluşturuldu­ğunu araştırmaya koyuldum. Her adım atışta çevreye yabancı mimari formlar, boyanmış ağaç gövdeleri beni köyün kahvesinin önüne kadar götürdü.

Kahve terasının geleneksel Bodrum tipi sütunlarının garip heykellere dönüşmüş olduğunu gördüğüm zaman heyecanım iyi­ce artmıştı. Köy kahvesine biti­şik, derme çatma, ama akıl almaz gariplikteki dükkana girdiğim zaman, duygularım bu düşsel dünyayı yaratan az bulunur ‘sanatçı’ kişinin tezgâhın ardında oturan bakkal olabileceği konu­sunda beni yanıltmamıştı.

Kâmil Gök adındaki ‘köy bak­kalı’nı, bu az rastlanır sanatçıyı böyle keşfetmiştim. O gün sa­atlerce Kâmil Gök’le konuştum. Düşsel dünyasını ve çevrede ya­rattıklarını kavradığımı anladığı andan başlayarak çekingen bir tavırla da olsa bana herkesten gizlediği birçok şeyi anlatmaya koyuldu. Ünlü Facteur Cheval, Gaudi gibi sanatın ‘tekil’ kişi­liklerinden biriyle karşılaşmış olmaktan büyük bir tat duydum.

KagitUzerinde-4
Mustafa Altıntaş’ın Kâmil Gök’ü anlattığı 28 Mayıs 1985 tarihli Cumhuriyet gazetesi kupürü.
KagitUzerinde-5
Türey Köse’nin Kâmil Gök ile yaptığı
röportajın kupürü. 17 Eylül 1985, Cumhuriyet.

Kâmil Gök, bir toplumda var olabilecek nadir ve özgün sanat­çılardan biriydi. Tüm ürettik­lerini ve ürettiklerinden kala­bilenleri gördükten, onu iyice anladıktan sonra onun çevresini saran tehlikelerden korunması, desteklenmesi gerektiğine karar vermiş, kendimce de bu önemli sorumluluğu yüklenmiştim.

Gerçekten de sanat tarihinde, hiçbir sanat eğitimi görmemiş, hatta resmin, heykelin, mima­rinin adını bile duymamış bazı özgün kişilikler vardır. Bunlara, sanat alanındaki bütünüyle farklı bir düş dünyasını kendilerine özgü bir dille anlattıkları için ‘singuliers de l’art’ (sanatın tekil­leri) adı verilir. Toplumlarda na­diren görülen bu kişilerden biri de, ülkemizde yaşayan ve üreten ‘bakkal’ görünümündeki, otantik bir sanatçı olan Kâmil Gök (…)

Birkaç yıl önce Dereköy’e gidip Kâmil Gök’ü gördüğüm zaman, büyük bir felaketle karşılaştım. Onun ürettikleri ve çevreyi değiştirme eylemi karşısında şaşkına dönen, çevrede görmeye alıştıkları geleneksel görüntü­nün değişmekte olmasından tedirgin olan köylülerin, onun orada yapmakta olduğu anıt­sal mimari çalışmayı bir gece yıktıklarını öğrendim. Her şeye rağmen, özgün dünya görüşü doğrultusunda çok önemli çalış­malar yapan Kâmil Gök’ün ce­saretinin büyük ölçüde kırılmış olduğunu görmek beni çok üzdü.”

Tepeden tırnağa yüzeyini işlediği evi, çeşmesi, heykelle­ri ve objeleri eşi ve oğlu başta köylülerinin ona deli ya da pagan gözüyle bakmalarına yolaçmak­la kalmamış, bütün yaptıkları bâtıl nedenlerle imha edilmişti. 1985’te onunla röportaj yapan Türey Köse, doğal olarak yılgın bir portre çizer. 1995’te Cornuco­pia dergisinin 9. sayısında Brian Sewell’in “sanat yapmanın bede­li” ana temalı metni yayımlanır; 2007’de Işıl Özgentürk’ün ağıtı Cumhuriyet’te çıkar: “Şaşırtıcı, Muhteşem ve Kara Talihli.” Bu satırlar Köse’nin röportajından:

“Kâmil Gök ile görüşmek üzere Dereköy’e gittiğimizde, UNESCO dergisinde yayımlanan fotoğraftaki yapıyı görüp gelen Fransız turistlerle karşılaştık. Fransızlara, fotoğrafta yer alan yapının yok edildiğinin anlatıl­ması kolay olmadı. Ta Fransa’dan uzanan bu ilgiye karşın, Kâmil Gök kendi köyünde yapayalnız. Bir başına savaşım veriyor. Kâmil Gök’ün evinin içinde ‘Amerika’ var, evinin karşısındaki duvarda ‘Afrika’. Divana oturup duvarlar­daki çalışmalarını anlatırken, ‘Amerika’yı temsilen yaptım. Deniz, rıhtım, kenarda hambalar, Beyaz Saray. Beyaz Saray’ın çev­resinde ağaçlar yaptım. Herhalde vardır böyle şeyler’ diyor yaşamı boyunca Türkiye’deki birkaç kent dışında hiçbir yer görmemiş olan Gök. Evinin bütün duvarları boyanmış değişik desenlerle süslenmiş. Kapılar, soba, evdeki her şey yeniden yaratılmış. Du­varlardan biri ise bembeyaz. Gök üzüntüyle, ‘Bizim hanım kireç attı oraya’ diyor.

Köy bakkalı Kâmil Gök’ün evinin karşısındaki duvarda ise Afrika var. Bir gün televizyonda Afrika’daki açları görmüş. Sonra duvara, helikopterden atılan ek­meklere bakan kadın ve çocukla­rın resmini yapmış. Ancak birkaç gün geçmeden hemen bozmuş­lar, üstüne kireç atmışlar. Çeşme yapmış, yıkmışlar, 20 dolayında heykelini kırmışlar. Yıkılanları çoğu kez yeniden yapmış. Kâmil Gök bu tek kişilik sanatsal sava­şımını şöyle anlattı:

‘Bir keresinde biri geldi, senin yaptığını yıkmışlar dedi. Git­tim baktım, yıkıntı halindeydi. Kahvede sütunlar vardı, bunlara paşa şeklinde heykel işlemiştim. Köylüler bir gün gelip, senin paşanın burnu kırılmış, diyorlar­dı, bir gün fesi. Olur mu, koskoca paşaya bu yapılır mı? Belki bu sefer yıkmazlar diye yeniden yaptım, gene yıktılar. Modern bir çeşme yaptım, gören hayran oldu. İstanbul’dan, Amerika’dan Fransa’dan takdir geldi. Onu da yıktılar. Burada ağaç bile dikmi­yorlar. Bütün gün otururlar, gün­düz oldu mu can can oyun, gece oldu mu rakı. Başka şey bilmez­ler. Bir şey yapmazlar, yapılanı da yok ederler.”

KagitUzerinde-6
1970-80’li yıllarda köyde bakkallık yapan Kâmil Gök’ün çoğu yıkılan yapıtları, Art Brut/Ham Sanat kategorisinde değerlendiriliyor.

Yarıdan fazlası kolaj niteliği taşıyan bu metni çatarken, belle­ğimin dibindeki oldukça bulanık bir tabakadan yukarı bir anlığına tırmanan bir kıvılcım beni dur­durdu: Samih Rifat bir biçimde, tanışıp çok yakın dost olmamızı önceleyen dönemde bu konuyla ilgilenmiş miydi? Sorunun doğ­ması boşyere değilmiş: Henüz kitaplaşmamış yazılarının listesini birkaç yıl önce Orçun Türkay’dan almış­tım. Dönüp baktığımda kıvılcım ateşe dönüştü: Yazmıştı! Şu aşamada, ne zaman, nerede yayımlandığını bilmiyorum, ama Türkay ‘depo’dan alıp 10 bö­lümlük Bodrum izlenimlerinin yedincisini ayırdığı Kâmil Gök portresini iletti. Kısaltmadan yerleştiriyorum buraya (ve Sa­mih sayesinde Gültekin Çizgen’in fotoğraflarının izini sürdüğümü, ayrıca Seda Özen Bilgili’den ciddi görsel katkı aldığımı eklemek istiyorum. Kalıyor geriye bir başka soru: Fotoğraf makine­siz dolaşmayan Samih Rifat’ın Gök’ün ve “iz”lerinin fotoğrafla­rını çekmemiş olması mümkün mü? Arşivine bakılacak!):

“Bodrum’dan Gümüşlük’e ka­rayoluyla giderken, Gürece’den sonra sağa sapıp mandalina bah­çelerinin, zeytinliklerin, yaba­nincirlerinin, sabırlıkların ara­sından giden yolu izlerseniz, bir süre sonra Dereköy adlı küçük köyden geçersiniz. Bu toprakla­rın yetiştirdiği en ilginç kişiler­den birinin, bir halk ressamının köyüdür Dereköy ve burada biraz oyalanmaya fazlasıyla değer.

KagitUzerinde-7
Kâmil Gök, Dereköy’deki evinde hayat ağacı motiflerini de kullanmıştı

Onu ilk kez gördüğümde epeyce yaşlı ama hâlâ dinç, bembeyaz saçlı, iri yarı, güler­yüzlü bir adamdı Kâmil Gök. Az konuşan, ama tatlı dilli bir köy bakkalı. Dükkanı hemen yol üstündeydi; o yıllara kalabilmiş bir iki işi de çevrede hemen göze çarpıyordu (ressamımız tuvalleri değil duvarları boyuyordu). Ben 80’lerin başında keşfetmiştim onu; yaşlanmaya, unutulmaya yüz tuttuğu, işlerinin kırılıp yo­kedildiği bir dönemde. Oysa çok daha önceleri, üstelik oldukça büyük yankılar uyandıracak bir düzeyde keşfedilmişti Kâmil Gök. Ferit Edgü, bu ilginç ada­mın yapıtlarının fotoğraflarını, benzer bir sanatın ustası Du­buffet’ye göndermiş; Dubuffet bu işlerle yakından ilgilenmiş, UNESCO’nun dergisi Courier’nin bir sayısına kapak bile olmuştu Kâmil Gök’ün işlemeli bir duvarı. Sanırım İsviçre’deki ‘Brüt Sanat Müzesi’, bir fotoğrafçı yollaya­rak işlerini belgeletti. O yıllarda Gültekin Çizgen de fotoğraflarını çekmiş ressamımızın. Çizgen’in Türkiye Fotoğrafları adlı albü­münde bu diziden bir fotoğraf var. Üstünde ‘Ali ve Zeynep Oğlu Kâmil Gök Hayratı’ yazılı bir çeşme önünde, elinde bir kutu boya ve fırçayla görülüyor köylü ressam. Çeşme deyip de geç­meyelim: gerçek bir sanat yapıtı bu. Gaudi’nin yapılarını, Dubuf­fet’nin renkli yontularını andıran bir renk ve biçim cümbüşü. Genellikle geometrik, figürsüz bir bezeme; düpedüz bir ‘non-fi­güratif’ resim ya da boyalı yontu düzeni. Çeşmenin üstünde beyaz çizgilerle bölünmüş kırmızı bir pencere; yan duvarlarda yine ressamın fırça izleri. Yüzyılımız değme ustalarına taş çıkartacak bir tazelik ve buluş gücü…

Ben Dereköy’den geçtiğimde bu çeşme yoktu ortada. Köylü­ler kırmış, yok etmişlerdi. Aynı biçimde bezediği ve kendisi için önceden hazırladığı mezarını kırdıkları gibi; yalnızca bakkal dükkanının ve iki yanındaki du­varların üstündeki işlemeler kal­mıştı geriye; bir de depo benzeri ama kapısından başlayarak her yanı bezeli bir yerde gizlediği ve ilgilenip ısrar ederseniz göster­diği bir iki yontu -çünkü yontular da yapıyordu ressamımız ve bu alanda da alabildiğine şaşırtıcıy­dı. ‘Her şeyi kırdılar’ dedi, ‘ben de usandım, bıraktım; resim yapmıyorum artık’. Sesinde kırgınlıktan çok, anlaşılmamış olmanın verdiği bir bezginlik, bir umutsuzluk vardı. Ne çare ki tuval üstüne resim yapmıyordu Kâmil Gök; duvarları, çeşmeleri, mezarları boyuyordu. Bunları korumak da çok zordu. Köylüler, deli ya da cinli gözüyle baktıkları bu adamın yaptıklarını bir bir kırıp yokediyorlardı. Yalnızca de­posuna sakladığı bir iki yontuyla dükkanının ve evinin duvarlarını koruyabilmişti çevrenin bağnaz­lığından, kıyıcılığından. Zamanla onları da koruyamaz oldu. Bu yıl Dereköy’e yolum düştü; durup baktım Kâmil Gök’ün yitik krallı­ğına. Gümüşlük’ten gelirken karşınıza çıkan, tepeden tırnağa bezeli yuvarlak köşe yapısı yıkıl­mış, betonarmeden yeniden inşa edilmişti. Kepenkleri sıkıca ka­palı bakkal dükkanının cephesini ve yan duvarlarını, kim olduğu belirsiz biri “restore” etmeye kalkışmış, solmaya yüz tutmuş işlemeleri kaba saba bir fırça­ya canlandırmaya çalışmış ve tanınmaz hale getirmişti. Depo da yıkıntıya dönmüştü nasılsa. Yol üstünde yalnızca bir baca ve bir duvar kalmıştı sanatçımızın şaşırtıcı izlerini taşıyan. Kâmil Gök de iyice yaşlanmıştı artık -seksen altı yaşındaydı-; evine, küçücük odasına çekilmişti, ara sıra kağıt üstüne resimler yapıyordu yalnızca. Ve dışarıda kadirbilir ve resimsevmez top­lumumuz, onun izlerini silmeyi sürdürüyordu. Benzeri bin yılda bir gelecek bir pırıltı, elbirliğiyle söndürülmüştü; son kırıntıları da kazınıyordu.

KagitUzerinde-8
Kâmil Gök’ün Bodrum Dereköy’deki evi.
KagitUzerinde-9
Gök’ün dağdan çıkardığı killerle yaptığı duvarların dokusu daha sonra yapılacak olan restorasyonla tamamen bozulacaktı.

Küçük ve tutucu bir kırsal toplumun (Dereköy bir kıyı köyü değildir), nasılsa kendinden yüzyıllarca ileride doğmuş bir üyesini benimsememesi, giderek bu ayrıkotunu törpülemeye, yoketmeye çalışması şaşılacak bir şey değil. Dikkatli bakarsak, bütün toplumların böyle dav­randığını ve belki de insanlık tarihinin böylesi olayların tarihi olduğunu görürüz. Dereköylü Kâmil Gök’ün suçu, içinde yaşa­dığı toplumun bütünüyle dışında, ötesinde bir düşe kapılmış olma­sıydı. Başka bir zamanda, başka koşullarda, daha ağır ödeyebi­lirdi düşünün diyetini. Modiglia­ni’nin, Van Gogh’un, Artaud’nun ödediği gibi…

KagitUzerinde-10
Kâmil Gök, kendi yaptığı çeşmenin önünde elinde bir kutu boya ve fırçayla görülüyor.

Dereköy, insanlığın büyük dramlarından birinin -küçük ölçekte de olsa- oynandığı, yinelendiği yerlerden biridir Ada’da. Günün birinde Dere­köy’lüler Kâmil Gök’ün değerini bilip yontusunu dikeceklerdir belki köyüne. Ama hiç kuşkunuz olmasın, o gün de yok edilecek başka bir ayrıkotu bulunacaktır. Ve insanlık deresi, böyle akacak­tır sonsuza.”

Köylülerinin kargışladığı Kâmil Gök’ün yapıtları yokoldu ama izleri ve doğurduğu yankı­lar büsbütün silinmedi. Bunca gecikmeyle de olsa, Altıntaş’ın Çizgen’in fotoğraf ve videolarıyla sergisi açılmalı, katalogu yapıl­malı. Art Brut müzesinin hiç de­ğilse kitaplığında varlık göstermeli. Villeneuve d’Ascq’daki LAM da kapılarını Gök’e açacaktır.

KagitUzerinde-11
Kâmil Gök’ün inşa ettiği “anıt mezar” Le Courrier Internationale dergisinin 1985 tarihli Nisan sayısının arka kapağında “İlham Veren Mimari” başlığıyla yayımlanmıştı.

Art Brut/Ham Sanat temsilci­leri kabaca iki kategoriye ayrılır: Wölfli gibi akıl sağlığını yitirmiş figürler ile farklı duruşlu (ama akıl sağlığı yerinde) kişileri ça­kıştırmak yanlış yaklaşım olur. Postacı Cheval de, Tabakgaga­layan da sıradışı işlere kalkışan sıradışı yaratıcılardı; kimilerinin gözünde “kaçık” sayılmaları öyle olduklarını göstermez. Chart­res’da Picassiette/Tabakgaga­layan evini ziyaret ettiğimde Doisneau’nun karı-kocanın fotoğraflarını çektiğini bilmiyor­dum: Çift, objektifin karşısında gururla poz vermiştir.

Kâmil Gök’ün onlardan farkı yokmuş. Varlıklarından, daha doğrusu 5 kıtada, Nek Chand’dan (1924 doğumlu) Robert Tatin’e (1902 doğumlu) benzerlerinin yaşadığından da haberi yoktu. Gel gör ki, uygar topluluklar ben­zerlerinin yaptıklarını koruma altına almışlardır. Malraux, Pos­tacı’nın görkemli İdeal Saray’ını kurtarmak yolunda meclisi dolduran pek çok alıkla didişmek zorunda kalmıştı. Kâmil Gök ta­lihsizdi ya, sonucu kesin bir dille yorumlamıştı:

“Yazık oldu emeklere; terazi­nin bir tarafına yıkanların hepsi, diğer tarafına beni koy, ben ağır basarım.”