Geçmişin kültürel izlerini silmeye yönelik vandalizm, insanlığa ait “temsil”leri hedef alan yıkıcılık her zaman mevcuttu ama bunlar tarihte hiç bugünkü kadar vahim boyutlara ulaşmamıştı. Bir yanda hırsızlar, haydutlar, teröristler; öte yanda yetkili muktedirler farklı güdülerle de olsa insanlığın geçmişini silmekle meşguller.
2015 yılının ortalarında, üç “tahribat” olayını görsel ve yazılı basın aracılığıyla öğrendik: Anish Kapoor’un Versailles sarayı bahçesindeki “Vajina” heykeline püskürtme boya ile müdahale edildi; IŞİD, müzelerde başlattığı yıkımı açık havaya taşıdı ve Palmira’nın bir bölümünü havaya uçurdu; Assos-Behramkale’de, Aristoteles heykelinin bir kolu kırıldı, başına zarar verildi.
Bir açıdan bakıldığında, bu üç yıkıcı olay eşit önemde görülmeyebilir; anlarım. Bir başka açıdan, oysa, aynı değeri, daha doğrusu karşı-değeri simgeliyorlar: İnsana ve insanlığa ait üç “temsil”, bazı “insan”ları belli ki onları yoketmeye, en azından yaralamaya yönelik şiddet duygularıyla donatmış. Kapoor’un yapıtına ve Aristoteles heykeline yönelen şahısların kimlikleri belirlenemedi. Anlaşılan o ki, biri(leri) Kapoor’un kutsallık alanına saldırdığı inancını taşıyordu — yıl, zaten, 7 Ocak günü Charlie Hebdo kıyımıyla başlamıştı. Öbürü(leri), millî topraklar üzerinde bir gâvurun haram yoldan taçlandırılmasını kabul edememiş. IŞİD, “sınır tanımaz yokediciliği”yle tanındı kısa süre içinde; işi türbeleri, kendi dininin farklı mezheplerinin kültürel geçmişini haritadan silmeye dek götüren bir zihniyetin Palmira için içinin sızlaması beklenebilir miydi? Kaldı ki, Taliban militanları Buda heykellerini ortadan kaldıralı, “örnek” oluşturalı epey olmuştu.
Assos antik kentinin girişinde ziyaretçileri karşılayan Aristoteles heykeli uğradığı saldırıda sağ kolunu bileğinden kaybetti, yüzünde tahribat oluştu.
Bir vakitler, hepten kişisel gerekçelerle sanat yapıtlarını kamusal alanda makasla ya da asit şişesini üzerilerine boca ederek imha yolunu deneyenlerin patolojik ya da ideolojik bünye özellikleri üzerinde enikonu oyalanmış, kalem oynatmıştım. Şüphesiz, Kapoor’un yapıtını ve Aristoteles heykelini hedef seçenlerle tarihi silmeye and içmiş olanları aynı kefeye yerleştiremeyiz; gelgelelim, temeldeki sorun farklı değildir. Ünlü metni “Aydınlanma nedir?”de apaçık bir tanım getirir Kant: “Aydınlanma, insanın bizzat kendisinin sorumlu olduğu vesayet durumundan çıkışıdır”. Doğru (bana kalırsa), ama geçersiz (bana kalırsa) bir saptama: İnsanoğlu, doğabilimci Théodore Monod’nun söylediği gibi, manevi ilerleme geçirmemiştir — binlerce yıldır.
Yıkım güdüsü belli bir coğrafyanın, kültürün, inancın tekelinde olmamıştır. Büyük kütüphane yangınları her çağda, her kıtada karşımıza çıkar sözgelimi. Uzağa gitmeye gerek yok, örneklemek için: 1943 yılında, Paris’i işgâli altında tutan Nazi yetkilileri, Orangerie müzesinden onlarca tabloyu seçip, “dekadan” oldukları gerekçesiyle açık havada yakmışlardı: Klee’sini, Matisse’ini, Picasso’sunu alevler yutmuştu.
Öte yandan, Naziler, Göring’in kılavuzluğunda (malûm “sanatsever”di!), işgâl ettikleri bütün ülkelerin müzelerini yağmalamışlardı; Hitler de, doğduğu kentte dünyanın en zengin sanat müzesini açma hazırlıkları içinde, organize bir talan yürütmüştü. O günden bugüne değişen tek ayrıntı yağma ve talanın adresi: IŞİD dev bir ticaret çarkı kurdu, alıcıları zengin ülkeler sessizce koleksiyonlarını semirtmenin peşinde.
Sanat tutkusu bir yakada, sanat düşmanlığı öteki, simetrik yakada. Aristoteles heykeline saldıran zihniyeti “ucûbe tartışması” tetiklemedi diyebilir miyiz? Neden teröristlerin hedefinde müzeler canalıcı bir yer tutuyor? Neden, Mısır’da “Arap Baharı”nın Tahrir meydanında patlak verdiği sırada, meydanın ucundaki, benzersiz kültürel birikime sahip devlet müzesini soyma girişiminde bulunulmuştu? Soru sayısını çoğaltmak güç olmazdı.
Andığım üç yıkım örneği, deyiş yerindeyse anlık hamlelere dayanıyor. Tahribatın en ağır sonucunu geniş zamanlara yayılan, sözümona yasal yollardan gerçekleştirilenler getiriyor oysa ve tipik uygulamasının tam ortasında yıllardır yaşıyoruz, ne yazık ki izliyoruz olup bitenleri: Karşı-sesi dinlemiyor hiçbir yetkili.
İstanbul’dan, bir canlı açık hava müzesinden, insanlık kültür mirasının başta gelen merkezlerinden birinden sözediyorum. Doğal özellikleri ve ayrıcalıklı konumu, iki imparatorluğa başkentlik yapma durumundan kaynaklanan eşi benzeri olmayan kültür birikimi neredeyse hiçe sayılıyor 60 yıldır. Menderes-Gökay operasyonları ciddi darbe vurmuştu İstanbul’un dokusuna. Çok olmadı, İlber Ortaylı, o dönemde tarihî yarımadanın beş yüzyıllık yapılarının köhne yıkıntılar sayılarak yokedilişini yeniden konu edineli. O gün bugün ne değişti? İvme kazanarak çözüldü silûeti, sözde ekonomik gerekçelerle, birincil ve ikincil anlamıyla altüst edildi şehir, Mimar Sinan’ın tam karşısına utanmadan sıkılmadan neler dikildi. Yalnızca kendine özgü estetiği silinmedi İstanbul’un, iklimi bozuldu, damarları tıkandı, nefes alma olanakları elinden alındı.
Sanat yapıtlarına, kültürel mirasın ürünlerine yönelik dolaylı bir olgu da hırsızlık. Simon Houpt’un bu konudaki temel kitabı Kayıp Eserler Müzesi (2006, sıcağı sıcağına YKY tarafından yayımlanmıştı), örnek-olayları bir albüm eşliğinde meraklı okurun karşısına çıkarmıştı. Aynı bağlamda yerli bir kataloğa gereksinme duyuyoruz burada, biz de: Bir yanda Hâle Asaf’ın, Muhittin Sebati’nin “kayıp” kategorisine giren yapıtları, bir yanda başta Kuzgun Acar’ınkiler, yok edilmiş olanlar hiç değilse dökümleri yapılabilmiş olsa(ydı). Onlara, sözde şehircilik çalışmaları nedeniyle sırra kadem basmış, gömülmüş miras örnekleri eklenerek: Raimondo d’Aronco’nun Karaköy meydanından söküldükten sonra buharlaşan mücevheri, Art Nouveau ahşap mimarinin bir şah-eseri olan camisini kalan fotoğraflardan tanıyoruz.
Tarihi silenler yalnızca haydutlar, hırsızlar, teröristler mi, hayır, bir o kadar yetki sahibi kıldığımız muktedirler.