Mario Puzo’nun kitabından uyarlanan, tüm zamanların en sevilen filmi “Baba”nın (1972) yapım hikayesini anlatan “The Offer” dizisi dünya çapında etki ve tartışma yarattı. Eleştirmenlerin nefret ettiği ama seyircilerin bayıldığı dizi, kült filmin de yapımcısı Al Ruddy tarafından 50 sene sonra yapıldı.
Çocukken evimizin kütüphanesinde ciltli-eski ciltli tüm kitaplar gibi naylon kapak koruyuculu, yosun yeşili hafif solmuş kapak resmi Hieronymus Bosch’un “Dünya Zevkleri Bahçesi” resminden bir detay içeren bir kitap vardı. Cilt sırtında yeşille Puzo ve siyahla tırnak içinde “Baba” yazardı. Annemin kütüphanesindeki kitapları tek tek hatmetmeye başlamıştım ama, bu kitap sırf ismi yüzünden hiç ilgimi çekmiyor, hatta beni itiyordu. Babam ben çok küçükken ölmüştü, ama babaları olan arkadaşlarımın hayatlarında da bu şahısların çok önemli olmadığını düşünüyordum. Belki sadece benim çevremdeki dağınık aile biçimlerinde böyleydi bu; bir yerlerde iyi babalar da vardı. Neyse, bu kitabı atladım, hiç okumadım.
Sinemayla ilgilenmeye başladığımda tekrar karşılaştık “Baba”yla; elbette bu defa film hâliyle. Önce kitabın adının Türkçeye eksik çevrildiğini veya bizde yanlış anlaşıldığını düşündüm. “Godfather” baba değil “vaftiz babası” demekti. Filmi ilk izlediğimde sadece Marlon Brando’nun oyunculuğunu ve özellikle kısık ses tonunu beğendiğimi; filmi son derece yavaş, karanlık ve uzun bulduğumu; bu sıkıcı, şiddetten nemalanan erkek dünyasını anlatan, kadınların figüranlığın ötesine geçemediği filmin tam da bu yüzden 1960’lar “çılgınlığı”sonrası heteroseksist, erkek egemen tutucu dünyanın değerlerini savunduğunu; bu nedenlerle çok iş yaptığını ve tutulduğunu; hatta biraz nefret ettiğimi hatırlıyorum.
Yıllar sonra “Baba” filminin bir fikir olarak doğuşundan beyazperdede prömiyerine kadar tüm süreci yapımcısı Al Ruddy’nin perspektifinden anlatan, yine Al Ruddy’nin yapımcılığında 2022 tarihli “The Offer” dizisini 1.5 günde, neredeyse arasız ve soluksuz izledim. Yazı yetiştirme telaşından değil, dizinin harikuladeliğinden…
Beinconnect’te gösterilen dizi, yayımlanır yayımlanmaz en çok satanlar listesine girip o güne dek tanınmayan, zor geçinen bir yazar olan Mario Puzo’yu meşhur etmiş The Godfather/Baba kitabıyla açılıyor. Yine bir bilgisayar firmasında çalışırken Hollywood’un cazibesine kapılıp yapımcı olmaya karar veren Al Ruddy’nin, bu kitabı sinemaya uyarlama çılgın fikrini Paramount’a kabul ettirmesiyle devam ediyor ve filmin bütün bir yapım sürecini anlatıyor.
Bu 10 bölümlük mini dizi, konu ettiği film kadar, hatta ondan daha da ilginç, sürükleyici ve izlenesi. Sebeplerine geleceğim ama önce biraz “Godfather” filmi bilgisi tazeleyelim:
Gangster filmi türünü yeniden tanımlamış bir yapıt bu. O dönem düşüşteki bir aktör olan Marlon Brando’nun kariyerini canlandıran, yeni ortaya çıkan tiyatro oyuncusu Al Pacino’yu şahlandıran film, New York’lu Sicilya kökenli mafya ailesi Corleone’lerin hikayesini anlatıyordu. “Baba” Vito Corleone’nin 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasından 1955’e kadar uzanan 10 yıllık döneminden sonra, özellikle en küçük erkek çocuk Michael Corleone’nin bu taraklarda hiç bezi olmayan naif bir kişilikten acımasız bir mafya liderine dönüşmesini izliyorduk.
“Baba” 1972 Mart’ında vizyona girdikten sonra çok uzun bir süre tüm zamanların en iyi gişe yapan filmi rekorunu elinde tuttu. 1973 Akademi Ödülleri’nde 11 dalda aday oldu ve bunlardan üçünü (en iyi film/yapımcı Al Ruddy, en iyi erkek oyuncu/ Marlon Brando, en iyi uyarlama senaryo/Mario Puzo ve Francis Ford Coppola) kazandı.
Amerikan Film Enstitüsü tarafından “Yurttaş Kane”den sonra tüm zamanların en etkili ikinci filmi ilan edildi. Kısaca “Baba”, tüm zamanların en büyük Hollywood efsanelerinden biri…
Bu kadar önemli bir filmin yapım macerasıyla ilgili bir dizinin ilgi çekeceği şüphe götürmezdi; hele ki başından sonuna olaylar ve engellerle dolu bir süreç olduğu düşünüldüğünde. Tarihî filmin ve aktüel dizi “The Offer”ın yapımcısı Al Ruddy’nin dehası işte burada devreye giriyor. Filmin bu olağanüstü yapım hikayesini anlatarak, bizi bu “sır”a ortak ediyor.
“Baba”nın yapım hikayesini özel kılan çok unsur var: Mafya öyküsü anlattığı için gerçek mafyanın işe dahil olması, filmi engellemeye çalışması; yönetmen, stüdyo şefleri, CEO’lar arasında bitmek bilmeyen ego savaşları; casting konusunda yönetmen Coppola’yı kimsenin dinlemek istememesi; bütçe sıkıntıları; yapımcı Ruddy’nin bütün yeteneğine ve kararlılığına rağmen işte çok yeni olması; Frank Sinatra’nın karakterlerden birinin kendisinden ilham alınarak yazıldığı iddiası üzerine işe sekte vurma çabaları; stüdyonun bütçe çok aşıldığı için işi kaç kez durdurmaya çalışması; yine gerçek mafyanın derin ilişkileri sonucu New York’ta çekim izinlerine engel konulması; Paramount’un başındaki Robert Evans’ın, eşi Ali MacGraw’un onu Steve McQueen’le aldatması sonucu aklını yitirip alkol ve uyuşturucu batağına gömülmesi ve ekibi yalnız bırakması; yönetmenle ışık tasarımcısının anlaşmazlığı; yönetmenle yapım tasarımcısının anlaşmazlığı; mütevelli heyetiyle yapımcıların anlaşmazlığı…
Sorunları aşırı yetenekli, zeki ve ondan tecrübeli asistanı Bettye’nin (Juno Temple) müthiş desteği, yaratıcı zekası ve cesaretinin de yardımıyla bir bir çözen Al Ruddy (Miles Teller), sanki engel atlamalı bir maraton koşuyor. Ne bir mafya patronuyla dostluk kurması eksik kalıyor ne tüm ego savaşlarının ortasında kendini ateşe atması ne para bulmak, bütçeyi kabul ettirmek için risk alıp, kariyerini ortaya koyarak binbir takla atması…
Bütün bir süreçte, orijinal karakterlere aşırı benzeyen müthiş yetenekli kast (özellikle Robert Evans/Matthew Goode, Bettye/Juno Temple, Al Pacino/Anthony Ippolito ve Justin Chambers/Marlon Brando); filmin orijinal setlerinin bazılarını birebir taklit eden müthiş tasarım; kusursuz diyalog ve senaryo; müthiş bir görsellik; 70’ler Hollywood ve New York şaşaası; ama her şeyden ötesi ve önemlisi kusursuz bir akış… “The Offer”ın her bir anı bir sonraki anını istetiyor, bekletiyor, merak ettiriyor. Şahane, unutulmaz sahneler var: Örneğin Puzo’yla Coppola’nın onlar için tutulmuş, asla temizletmedikleri için artık kokan villada koca göbeklerini örtemeyen atletleriyle şarap içip, paso tıkınarak senaryo yazmaları… Set başlamadan önce verilen yemekte herkesin birden karakterlerine bürünmesi ve filmde olmayan ama olsa akıllardan hiç çıkmayacak bir Corleone ailesi yemek sofrası yaşatması… Filmdeki meşhur silahın bulunduğu minicik tuvalette çekirdek kadronun arasında geçen ve dışarı bilgi sızdıran köstebeğin tesbit edildiği o müthiş sahne… Stüdyo şeflerinin, “karides” dedikleri Al Pacino’nun nasıl iyi bir oyuncu olduğunu en sonunda anladıkları sahne…
Bütün bu “The Offer” saga’sındaki en ilginç duruma gelelim şimdi: Seyircinin bayıldığı diziden eleştirmenler nefret etmiş… “Baba’yla ilgili wikipedia sayfasının dizi hâli”, “Al Ruddy’nin kendini yüceltme mastürbasyonu” vs. gibi diziyi aşırı hafife alan, hatta aşağılayan yorumlar kol geziyor uluslararası eleştirilerde. Halbuki sinemada “auteur” (yazar) kavramını destekleyen, bunun hep arkasında duran eleştirmenler; özellikle Hollywood gibi bir merkezde dönen binlerce işin, yapımsız ve iyi bir yapımcısız hiçbir zaman hayata geçirilemeyeceğini zaten biliyorlar. Bu durumu müthiş akıcı ve heyecan uyandırıcı bir biçimde anlatan bir diziye sadece şapka çıkarmalılardı. Sanki sinemanın, en azından bu tarz stüdyo sinemasının nasıl yürüdüğünü hiç anlamamışlar; sanki dünyada çekilen her film “bağımsız” ve yapımcıların hiçbir anlamı yok.
“The Offer” büyük bir eseri bir filme, bir fikri eyleme dönüştürmenin neler içerdiğini; bunda ne gibi fedakarlıklar ve riskler olduğunu müthiş bir kurguyla veren “aşırı izlenesi” bir dizi.
Filmde olmayan kadınları dizide de aramayalım; yıl 2022 ama 1970’ler Hollywood’unda olduğumuzu unutmayalım; orada yaklaşık 12 adama bir Bettye düşüyordu. Durum hâlâ biraz böyle ne yazık ki. Dolayısıyla diziyi, filmin “kadın düşmanı yaklaşımı” için suçlamak yanlış olur; en azından bir “havalı” gerçek kadın karaktere hakkını vermiş.
Eleştirmenler ne derse desin, son sözü her zaman seyirci söyler ve seyirci “The Offer”a bayıldı.
Hollywood’da büyük film nasıl çekilir yapım hikayesi. Süper.