1993’ün 2 Temmuz günü Madımak Oteli’nin saldırıya uğrayıp yakılması sonucu, 33 aydınyazar- sanatçı hayatını kaybetti. Aradan geçen 30 yıl, faillerin “cezasızlandırılma”sına, hukuk mücadelesi veren ailelerin bitmeyen acılarına tanık oldu. Ancak onlar yılmadı. Şair-doktor Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan, babasını ve onun dizelerini yaşatıyor.
Sivas katliamında babam doktor-şair Behçet Aysan ve arkadaşlarının ölümünün ardından tam 30 yıl geçti. Bu bir cinayetin, katliamın zihinlerde “eskimesi”ne yetecek kadar uzun bir zaman. Peki bir ailenin yaşamı, eşini-kardeşini-babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bir parça da olsa ümit etmekle mi geçer? Bu yolda devlet katında, hukuk katında uzun bir mücadeleyle mi geçer? Geçermiş meğerse…
Bize düşen taziyeler içinde bir ömürmüş. Bir ağız vişne dolusu gülebilirdik oysa. Birbirimize acılarımızı almak istercesine sarılmak yerine, mutlulukla bakabilirdik. Cinayetler, katliamlar ülkesi olmazdık o zaman. Ardı sıra patlayan bombalar arasında yakınlarımızı aramak telaşına kapılmaz, yüzü toprağa düşen insanlarımızın fotoğraflarına umutsuzca bakmazdık. Siyasi cinayetlerde “cezasızlık-cezasızlandırma” olgusunun yerine gerçek anlamıyla “yargılama” sağlanabilseydi, belki bu hikayenin içine gömülmezdik. Babamın, “aynı gökyüzü / aynı keder/ değişen bir şey yok hiç/ ölüm hariç” dizelerinde yaşamayı seçmezdik.
Günler, yitirdiğimiz isimlerin anmalarıyla dolu. Susmalar ve konuşmalar arasında bir sarkaç gibi salınıyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki yeniden bir tabutun başında toplanmışız. Aynı gözyaşı başka gözlerden süzülmeye başlamış. O çocuklar ve analar her şeye sevgiyle sarılıyor hasretini gidermek için… Ağaca, kuşa, toprağa, gökyüzüne… Biliyorlar ki kötülerin sarılacak kimsesi yok. Onlar suyun bile kabul etmeyeceği kadar vicdansız; hatta ölülerimizin “yerli ve millî olmadığını” savunacak kadar çaresizler.
Bir Babalar Günü etkinliğinde, Sivas’ta öldürülen insanların çocukları buluşmuştuk. Sıcak bir Haziran günüydü. Etkinliğin adı “Benim Babam Bir Kahramandı”dı. Bu isim kimseyi yanıltmasın. Bizler kahraman babalar yahut kahramanlaştırılan babalar düşlemedik. Sadece hayatımı zın çok çeşitli dönemeçlerinde yanımızda olan; iyi ve kötü zamanlarımızda sarılabildiğimiz; başımızı omuzuna dayadığımız babalarla hayatımızı sürdürmeye niyetlendik. İstedik ki devlet kahraman olsun; bizim babalarımızı, bu ülkenin de yazarlarını, şairlerini, gazetecilerini, aydınlarını korusun! Sonrasında birlikteliğimizi bir platformla yarı-resmî bir noktaya taşımak istedik. Bu ülkedeki hukuksuzlukları göstermek adına Hrant Dink davasında biraraya geldik. Toplumsal Bellek Platformu olarak, 11 Şubat 2010 günü Meclis’e gittiğimizde artık 26 aileye ulaşmıştık.
Ne yazık ki ölenin öldüğüyle kaldığı bir süreç yıllardır yaşanıyor. Toplumsal belleksizlik, kuşaklararası bir aktarımın olmayışı pek çok ismin sistemli bir biçimde unutturulmasına yolaçıyor. Bugün üniversite öğrencileri arasında yapılacak bir ankette, Ümit Doğanay, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, Orhan Yavuz gibi öldürülen üniversite hocaları sorulsa, verilecek yanıtı aşağı yukarı hepimiz tahmin edebiliyoruz. Her şeye rağmen ve her defasında unutturma çabasına karşı direnç göstermemiz şart.
Toplumsal Bellek Platformu, 2011’de TBMM’ye gittiğinde iki haklı talepte bulundu: İlki, insanlığa karşı işlenen suçlarda ve siyasi cinayetlerde zamanaşımının olmaması gerektiğiydi. Ne yazık ki bu talebe itiraz edildi ve siyasi cinayetler arka arkaya zamanaşımına uğramaya başladı: 80 öncesinde öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, sendikal hareketin öncüsü Kemal Türkler, Sivas katliamı davası bunlardan bazılarıydı.
İkinci talep, Meclis Araştırma Komisyonu’na işlerlik kazandırılmasıydı. Meclis Araştırma Komisyonları’nın dar bir zamanda çalışıyor olması; dahası diğer birimlerle sistematik bir bağlantısının kurulmaması etkin çalışma alanlarını daraltıyor; İtalya’da olduğu gibi bir Temiz Eller operasyonu gerçekleşmediğinden hiçbir şekilde kapı aralanamıyor. Ancak Meclis Araştırma Komisyonu gibi kimi isimlerin nasıl öldürüldüğü bilgisi aslında mevcut. Ne yazık ki bununla ilgili devletin raporlarından oluşan İsmail Saymaz’ın Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim kitabında görüldüğü başkaca kurumlarıyla ortak bir planlama yapılamıyor yahut bunun yapılması istenmiyor.
Biz sürekli soru sormaktan yorulduk; ama yorgunluğumuz soru sormamızdan değil, yanıtsız kalmamızdan. 30 yıl boyunca yerinde saydığımız adalet mücadelesini, ses duyurma çabasını, engelleri yaşadık. Unutturmamak için yılmadan, usanmadan çalıştık, çabaladık. Firari sanıkların ısrarla ve bilinçli şekilde yakalanamadığı bir sistemin içinde zamanaşımı dayatmasıyla sınandık. Her duruşma başka bir skandalı ortaya koyarak sınav oldu bize. Yıllardır aranan sanıkların evlerinde, karakola metrelik mesafelerde yaşadığını öğrendik; ölümü dahi bizden saklanan azılı sanığın, kilit isim olan en karanlık adamın kimlik tespiti için karısından DNA alındığına tanık olduk. Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan sanıkların iadesini istemek yerine, görev tanımı dışında mahkemeye zamanaşımı öneren bir idari birimin usulsüzlüğü ile karşılaştık. Bir arpa boyu yol gidemedik; sistemli bir unutturma çabasının içinde debelendik durduk.
Şimdi Ankara’nın dar sokaklarında, babamın elinden tutup hoplaya-zıplaya yürüdüğüm günleri düşünüyorum. Onu hep gündüzleri maviye çalan hastane koridorlarında, İnkılâp Sokak’taki muayenehanesinde, akşamları Express’te, Tavukçu’da, Kumsal’da, kimi geceler Marjinal, Siyah Beyaz ya da Nostalji’de gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Yanında dostlarıyla… Davudi sesiyle gürül gürül konuşuyor.
Babamın sorumluluk duygusu güçlüydü ama kurallara boyun eğmeyi sevmeyen bir kişiliği vardı. İstanbul’daki Abdi İpekçi Ödül Töreni’ne boğazlı kazakla gittiği için, Atina’ya gitmeden hemen önce “Lütfen yanınızda kravat bulundurunuz” telgrafını almıştı! Oysa kravat bağlamasını bile bilmezdi. Dürüsttü, yola çıkılacak adamdı ama, sonda söyleyeceğini en başta söylediği için tartışmaya balıklama dalardı. Yumuşacıktı, bir anda sertleşirdi. Haksızlığa asla tahammül edemezdi. Mazlumun yanındaydı. İlkeliydi ama naifti. En iyi oyun arkadaşımdı. Çocukluğum kız olduğum hâlde erkek çocuklarına yaraşır oyuncaklarla geçti. Kocaman yüreği vardı, ama sakardı. Annemle aynı yolda yürüyüşleri zor ama kıymetliydi.
Babamın ölümünden sonra yaşayamadı annem. Koca gözleri hep babamı aradı, kapandı. Ona da bana da 44 yaşında bu ülkede yakılarak öldürülen bir şairin, babamın hikayesi kaldı. Onun aşkıyla kısacık bir yaşam sürdürüp kanserden ölen annemin bakışları…
Ne yazık ki insanlık tarihini anlatan dersler, dosyalar, kitaplar; yakma, yıkma, yoketme gibi “olgular”la dolu. Olgu dendiğinde “vahşet” ya da “ölme/ öldürme” gerçeği etkisini yitiriyor. Salt bir başlık kalıyoır: “Sivas katliamı”, “Sivas’ta öldürülen şairler”, “Sivas’ta büyük aydın kıyımı” vb. Oysa onların yapıtlarına ve insan yanına sanatla yaklaşmak, öldürülenleri yeniden diriltiyor.
YANIK AĞIT
Behçet Aysan’ın anısına…
Her yıl benim için kimi günler, babamın anma programlarıyla, anısına verilen Behçet Aysan Şiir Ödülü için hazırlıklarla geçer. Bu yıl ise Sivas katliamının 30. yılında Ada Müzik’ten bir albüm çıktı. Behçet Aysan anısına, onun şiirlerinden yapılan şarkılarla bezeli bir albümün adı ise “Yanık Ağıt”.
Sıcak bir yaz günü Ada Müzik’in sahibi Bülent Forta ile buluşmuştuk. Ona babamın şiirlerinden oluşan bestelerle dolu bir albüm projesi olduğunu söylemiştim. Forta, albüme giden süreç boyunca benimle bu büyük heyecanı paylaştı. “Yanık Ağıt”ın müzik direktörlüğünü ise müzisyen dostum Çiğdem Erken üstlendi. Çiğdem, albümün yalnızca müzik mimarı değil gönül mimarı da oldu. Böylece albümde Çiğdem Erken’in yanında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün – Ece Dağistan, Tuna Kiremitçi – Burcu Tatlıses, Umut Özensoy, Vedat Sakman, Doğan Duru, Dilek Türkan, Deniz Çakır, Mirady, Selçuk Sami Cingi, İbrahim Yazıcı – Selva Erdener, Fazıl Say, Bajar, Zeynep Karababa ve Erdal Erzincan, Mazlum Çimen isimleri yanyana geldi. Her birine ve müzisyen dostlarımıza minnettarım.