Önce annesinin ağzından dinledim Antakyalı bir ailenin on yaşındaki oğlu Ömer’in hikayesini. Sağlıklı, normal bir çocuk olarak doğmuş Ömer. Daha üç yaşındayken çocuğun “Ayağında Kundura”yı, üstelik hayli maharetle söylediğini duyunca, türküyü nereden bildiğini sormuşlar. Ufaklık eserin kendisine ait olduğunu söylemiş. Herkes gülüp geçmiş tabii. Pek kısa bir zaman zarfında repertuvarına, ailede kimsenin adını bile duymadığı yeni parçaların eklenmesini de çocuğun muazzam müzik kaabiliyetine vermişler. Kadın oğlunun aile meclisinde bağıra bağıra “İndim derelerine / Bilmem nerelerine” diye çığırmasını bile makul görmeye hazırmış, lâkin bir gün Ömer artık kendisine Tahir diye hitap edilmesini istediğini bildirince, fevkalade bir durumla karşı karşıya olduklarını kabullenmiş. Çocuğumuza cinler musallat oldu diye bir sürü hocaya gitmiş ancak bir netice alamamışlar. Nihayet sözüne pek itibar edilen bir hoca acı gerçeği açıklamış; yörede sıkça görülen reenkarnasyon vakalarından biriymiş oğulları. Nitekim anlattıkça anlatıyormuş Ömer; 1900 yılında Urfa’da doğmuş, ailesi son derece nüfuzlu ve varlıklıymış, mutlu bir gençlik yaşamış, sevilen sayılan biriymiş, daha sonra amcasını öldürdüğü gerekçesiyle hapis yatmış, afla çıkmış, çok sevdiği karısını kaybedince memleketinden ayrılıp Zonguldak’a, Ankara’ya, İstanbul’a gitmiş, şöhretli bir müzisyen olmuş, saz heyetleri kurmuş, plaklar yapmış, öte yandan alkolün pençesinde sefih bir hayata savrulmuş, kırk altı yaşında fukaralık içinde, yapayalnız ölmüş. Biraz araştırma yapınca hakikaten de böyle birinin varlığını öğrenmişler; sözü edilen Mukim Tahir adıyla bilinen bir ses sanatkârıymış. Bütün bunları hazmetmek kolay değilmiş onlar için, ama evlat sevgisi işte, bağırlarına basmışlar oğullarını, onu olduğu gibi kabul etmişler.
Maatteessüf çekecekleri bu kadar değilmiş. On yaşındayken yeni bir haller peydahlanmaya başlamış çocukta. Şarkı, türkü söylemeyi kesip odasına kapanır, saatlerce okur ve çekmecesinde sakladığı kü.ük defterlere bir şeyler yazar olmuş. Sadece annesiyle üst baş alışverişi için evden çıkıyormuş. Üstelik giyim konusunda tuhaf bir zevk geliştirmiş. En lüks mağazalara gidip, kılı kırk yarıyormuş kendisine bir şeyler seçerken. Şu gömleğin düğmesini yarım santim yukarı dikebilir misiniz? Bu pantolonun eflatunu yok muydu? Siz de pelerin bulunmaz mı? Bilhassa bu durum çok kaygılandırıyormuş anneyi. Bir gece gizlice odasına girip çekmeceden çıkardığı defterleri karıştırınca, gördükleri yüreğine inmiş. Tümü İngilizceymiş yazılanların. “Tahir,” demiş, “bunlar da ne?” “Öncelikle bir konuda anlaşalım,” demiş oğlu. “Bundan sonra bana Oscar diyeceksiniz.” İlk sinir krizini o zaman geçirmiş kadın. Benden isteği belliydi. “Oğlumu kurtarın, karşılığında neyi istiyorsanız imzalayayım.”
“Anlıyorum hanımefendi,” dedim. “Fakat korkarım bu konuda görüşmem gereken kişi siz değilsiniz.”
Küçük Oscar Wilde birkaç gün sonra karşımdaki koltukta çayını yudumlamaktaydı. Ona duyduğum hayranlığı belirttikten sonra, kendisi için ne yapabilirim diye sordum. “Dorian Gray’in Portresi romanım sonsuz gençlik ve güzellik için tanrıya yakarışımdır, siz de bilirsiniz,” dedi fincanını sehpaya bırakıp. “Korkarım Tanrı beni duydu ve duamı kabul etti. 1900 yılında kırk altı yaşında öldüğümde Urfa’da Mukim Tahir doğdu, o da aynı yaşta hayatını kaybetti, o yıl ben doğdum. Sanat ve güzellikle başlayıp, dayanılmaz ıstıraplar içinde nihayetlenen iki hayat… Dersimi aldım. Dünya her seferinde daha korkunç bir hal alıyor. Sadece benim için değil, bütün insanlar için. Artık bitmesini istiyorum.”
“Bunu ayarlayabiliriz,” dedim. “Peki son hayatınızda ne yapmayı planlıyorsunuz acaba?”
“Sanatla ilgili her şeyi hayatımdan çıkaracağım. Babam gibi oto galericiliği işine girmek ve 1992 yılında ölmekten başka bir planım yok.”