16. yüzyıl Akdeniz’i, en güçlü dönemini yaşayan Osmanlı Devleti için en önemli ticari ve siyasi faaliyet alanıydı. Kurumsal bir istihbarat anlayışından yaklaşık 400 sene evvelki belgeler, Osmanlı yönetiminin dünya siyaset ve diplomasisinde neler olup bittiğinden ziyadesiyle haberdar olduklarını göstermektedir. Avrupa arşivlerinde, para karşılığı İstanbul’a bilgi veren casusların yazışmaları ve Osmanlı istihbarat ağı.
Osmanlı tarihçiliğine hakim olan indirgemeci bir tavır, Osmanlıları övmenin popülerleştiği şu son yıllara kadar, imparatorluğun çöküşünü kadınlar saltanatı, İslâm’ın modern dünya karşısında yetersizliği ve imparatorluğun çevresindeki siyasi, teknolojik ve kültürel gelişmelerden bîhaber oluşu gibi tekil faktörlerle açıklamakta ısrarcıydı. Detaylı bir arşiv çalışmasına dayanmayan ve yüzeysel bir takım önkabullerle desteklenmiş bu argümanların en kuvvetlilerinden biri olan Osmanlılar’ın çevresine ilgisizliği, her gün ortaya çıkan yeni kaynaklarla çürütülmekte.
Yüzlerce yıl dünya egemenliği iddiasını sürdürmeyi başaran bir imparatorluğun çevresindeki olaylara kayıtsız kalamayacağı gerçeği bir yana, Osmanlıların komşu coğrafyalardaki siyasi, diplomatik ve askerî olaylardan anında haberdar olmak için kesenin ağzını açtıklarını ve Akdeniz, Avrupa ve İran’ın dört bir köşesine sürekli casuslar yolladıklarını artık belgeleriyle gösterme olanağımız var.
Espiyonaj gibi netametli konuları çalışmak isteyen tarihçileri çoğunlukla arşivlerde acı bir sürpriz beklemektedir; gizliliğin esas olduğu casusluk faaliyetleri iz bırakmamakta ve tarihçiyi yanıltıcı, önyargılı ve bölük pörçük belgelere mahkum etmektedir. Osmanlı arşivinin bu konudaki suskunluğu Osmanlı istihbaratı üzerine araştırma yapmayı geciktirmişse de, başta İtalya, İspanya, Avusturya ve Fransa’daki arşivlerde bulunan belgeler sayesinde bu casusların en azından bir kısmı günışığına çıkarılmıştır.
Nisan ayında çıkan Sultan’ın Casusları: 16. Yüzyılda İstihbarat, Sabotaj ve Rüşvet Ağları (Kronik, 2017) adlı kitapta mercek altına aldığım onlarca casusun hikayesi, bize farzedilenin aksine yakınçağ Akdeniz’inde İslâm ile Hristiyanlık arasında aşılmaz bir demirperde bulunmadığını göstermektedir. Coğrafi mekânı kontrol etmekte her zaman yetersiz kalmış merkezî hükümetlerin ve ateşli silahlara adapte olma mücadelesi veren askerî kuvvetlerin çabaları, sınırları kapatmaya, geliş-gidişleri engellemeye, kimlikleri sabitlemeye yetmemektedir. Bu casusların düşman başkentlerinde rahatça faaliyet gösterebilmeleri, değişik din, kültür, etnisite ve dil özelliklerine sahip “medeniyetler” arasında fazla takibata uğramadan seyahat edebilmeleri, sıklıkla taraf değiştirebilmeleri, okuyucuyu şu temkinli tarihçilerin ve kategorize etmeden duramayan siyaset bilimcilerin her fırsatta gözümüze sokmaya çalıştığı dikotomik bir tarih anlayışına karşı uyarmaktadır.
Akademik dünyada çoktan ekarte edilmiş “medeniyetler çatışması” bazlı fikirleri ve dogmatik temellere oturtulmuş, arşiv belgelerinin her gün yalanladığı pürüzsüz ve şematik bir tarih okuyuşunu bir kenara bırakmak isteyenler için 16. yüzyıl Akdeniz’i aslında biçilmiş bir kaftandır. Onun üçkağıtçı casuslarına odaklanırsak, artık istisnaların kaideleri bozmasına verebilir ve tarihin renkli ve karmaşık katmanlarına nüfuz etme imkanına erişebiliriz.
Kalabriya’da İspanya karşıtı bir isyan çıkarma derdindeki Dominiken keşişlerinin (ki aralarında ünlü filozof Tommaso Campanella da bulunmaktadır) başarısız olunca İstanbul’a kaçması; İspanya’daki asilzadelerde aradığını bulamayan Zaragozalı bir gencin Memâlik-i Mahrûsa’ya gelip din değiştirmesi ve Kapudan-ı Derya Uluc Ali’nin kapusuna girmesi, oradan da kovulunca Cezayir, Fas, İspanya, Fransa ve Venedik’e geçebilmesi ya da İstanbul sokaklarında İspanyolca öğrendiğini iddia eden Bursalı bir sipahinin Rum kılavuzu tarafından terkedildiği Napoli’de casusluk yaparken yakalanması ve kendisine eğer canını seviyorsa İspanyol değil Türk olduğunu söylemesinin tavsiye edilmesi, hep, elitlerin yüksek kültürünün itinayla törpülediği, saklamak için binbir taklalar attığı karmaşık bir gerçekliğe işaret etmektedir.
Tommaso Campanella
İtalyan filozof Tommaso Campanella (1568-1639) Osmanlı istihbaratının da kışkırtmasıyla Napoli Krallığı’nda İspanyol aleyhtarı bir isyan başlatmaya çalışmış ancak başarısız olmuştu. Meşhur eseri Güneş Ülkesi’ni hapis tutulduğu hücresinde yazacaktı.
Yakınçağ tarihine ilgi duyanları uyarmamız gereken bir başka husus da, bu dönemde kavram ve kurumların hâlâ oluşma aşamasında olduğu ve 19. yüzyıl ve sonrasının aksine süreklilik ve sistem aramanın yanıltıcı olacağı gerçeğidir. Yakınçağ istisnanın ve deneme-yanılmanın yüzyılıdır; bugün veri olarak aldığımız devlet, hükümet, başkent, meşruiyet, resmiyet, bürokrasi gibi kavram ve kurumların bir yapboz tahtasında sürekli yeniden tanımlandığı bir dönemdir.
İstihbaratı da bu gözle okumak gerekmektedir. Merkezî devletlerin, kançılaryaların ve arşivlerin yeni yeni filizlenmeye başladığı bu yüzyılda Habsburg ve Osmanlı gibi hanedan devletleri de hanedandan bağımsız rasyonel bir bürokrasi oluşturma anlamında ilk ürkek adımlarını atmışlardır. Madrid ve bir cumhuriyet olan Venedik’te istihbaratı düzenlemekle görevli merkezî bir takım kurumlar ihdas edilmişse de, Osmanlılar için durum farklıdır: Osmanlı devletinin süregelen hanedan bazlı patrimonyal yapısına uygun olarak, istihbarat görevdeki paşaların ve siyasette etkinlik gösteren siyaset simsarlarının uhdesine bırakılmış, bu da istihbaratı hizip mücadelelerin ana öğelerinden biri haline getirmiştir.
Ancak bu tip bir kurumsallaşma eksiğinin Osmanlılar’ın istihbari kabiliyetlerini derinden etkilemediğini belirtmekte yarar var. Zaten, kurumları ve sistemi bu kadar merkeze alan bir tarih okuması teleoloji yapmaktan, yani bugünün başarısının kaynaklarını 500 yıl geriye götürmeye çalışmaktan öteye gidemez. Ayrıca diğer kurumsallaşma denemelerinin de başarısız olduğunu belirtelim; modern anlamda istihbarat kuruluşları için 1. Dünya Savaşı’nı beklemek gerekecektir.
Uluç Ali ve Osmalı istihbaratı
Kalabriyalı bir balıkçı köyünde Giovanni Dionigi Galeni adıyla doğan meşhur korsan ve Osmanlı kapudan-ı deryası Uluc Ali’nin (ö. 1587) Akdeniz’in dört bir yanında Osmanlı adına istihbarat yapan ajanları vardı.
Kısacası, kurumsal bir istihbarata sahip olmamalarına rağmen, Osmanlılar çevrelerinde olan biteni zamanında ve sahih bir şekilde haber almışlardır. Osmanlı paşalarının elçilerle yaptıkları sohbetlerde sordukları sorular ve talep ettikleri bilgiler, bize dünya siyaset ve diplomasisinde neler olup bittiğinden ziyadesiyle haberdar olduklarını göstermektedir. Zaten birçok haber kaynağı ve istihbarat ağından aynı anda haber alan ve dev bir imparatorluğu kısıtlı bir bürokrasiyle tek merkezden yönetmeye çalışan bir imparatorluktan da bundan daha azı beklenemezdi.
Osmanlı casuslarının büyük kısmı birden fazla işverene çalışan, sürekli oyun çeviren, gittiği her başkentte birini dolandıran ve sürekli ağzından bir şeyler kaçıran geveze fırsatçılardır aslında. Peki, cihanşümül imparatorlukları yöneten devlet adamları bunları niye paraya boğmuştur? Aslında her ne kadar miktarlar birçoklarının gözlerini kamaştıracak olsa da, savaşın masrafları düşünüldüğünde bunlar mütevazı kalmaya mahkumdur. Zamanında gelen bir haberin askerî harcamaları kısmayı ya da daha efektif bir şekilde kullanmayı mümkün kıldığı gözönüne alındığında, merkezî hükümetler bazen aptal yerine konma pahasına da olsa bunlara yatırım yapmak zorundadır. İstihbarat elemanlarının merkezî bir şekilde yetiştirilemediği bir ortamda başka şansı kalmayan yakınçağ hükümetleri, bir kez daha esnekliklerini göstereceklerdir. Nihayetinde sıkışınca eşkiyayı vezir yapıp başka bir cephede savaşa sürebilecek kadar pragmatik değiller midir?