Kasım
sayımız çıktı

‘Tanrı’nın eli’, futbolun ilahına değdi

Bir yanda skandalları, mafya ilişkileri, “en büyük pişmanlığım” dediği uyuşturucu bağımlılığı; bir yanda milyonlara yoksulluğunu, ezilmişliğini unutturan, onu ilahlık seviyesine taşıyan bu dünyadan olmayan yeteneği… Adına kilise bile kurulmuştu ya bu dünyada Tanrı olmak kolay değildi. Sonunda Eduardo Galeano’nun dediği gibi “sırtında taşıdığı ağır çarmıhın” altında kaldı.

Yeryüzünün gördüğü en büyük solak o. Yeşil sahalarda döktürmüş bir asri zamanlar sanatçısı. Kimilerine göre mezhep, bazılarına göre aşk. Gözünden yaş döküldüğünde Arjantin ağlamıştı; güldüğünde bir ulus dimdik ayaktaydı. Ayağının yaptıkları sadece bir insanoğluyla karşılaştırıldı, eliyse Tanrı’ya atfedildi. Kimbilir belki gerçekten de Tanrı varoşlarda büyüyen bu delikanlının sol ayağını özenerek yaratmıştı.

Sihirli sol ayak Maradona’nın kızı, Dalma Maradona, efsanenin ölümünün ardından babasının milyonları kendisine hayran bırakan sol ayağına bir papatya taktığı fotoğrafı paylaştı.

Kusurlu insanların belki de en kusursuzuydu Diego Armando Maradona. Ötekilerin sesi, fakirlerin nefesi, yüz milyonların sevgilisiydi. Çimlerde sanatını konuştururken, düştüğü uyuşturucu batağı yüzünden bizleri daha fazlasından mahrum bırakmıştı. İdollerinden George Best’in ve pek sevdiği, bacağına dövmesini bile yaptırdığı dostu Fidel Castro’nun öldüğü günde aramızdan ayrılması ise ancak ilahi bir tesadüfün sonucu olabilirdi.

30 Ekim 1960’da Buenos Aires’in fakir bir varoş mahallesinde başladı öyküsü. İtalyan kökenli göçmen Maradona ailesinin küçük gecekondusuna, dört ablasının ardından doğan beşinci çocuktu. Hep erkek çocuk isteyen babasının yüzünü sonunda o güldürmüştü. Doğduğu Villa Fiorito’da o tarihlerde asfalt yoktu. Kanalizasyon deseniz, o da yoktu. Yoksulluktan kurtulması için üstün bir yeteneğe sahip olması gerekiyordu. Oğlana Diego ismi verilmişti. Gelecekte pek çokları gerçekten de adı gibi “seçilmiş” olduğuna ikna olacaktı. Yaygın inanışa göre bu isim, 12 Havari’den biri olan Aziz Yakup’tan geliyordu.

Buenos Aires’in yoksul mahallesinden kurtulmak için yeteneğine sarılan küçük Maradona.

Daha minicikken sarıldığı meşin yuvarlak, en sevdiği oyuncağıydı. Futbol, milyonlarca insan için olduğu gibi onun için de umut demekti. Argentinos Juniors altyapısına 11 yaşında seçildiği gün, kimliğinden doğum tarihini kontrol etmek istemişlerdi. Çocuk, o kadar iyiydi ki… Boyu bacak kadar olsa da olgun biri gibi oynuyordu. A Takımın maçlarında devre aralarında topla akrobatik hareketler yapan ufaklık, seyircileri eğlendiriyordu. Hatta tevatüre göre sıkıcı bir karşılaşmada taraftarlar “çocuk kalsın” diye tezahürata başlamıştı.

Henüz çocuk yaşta verdiği ilk röportajında yapacaklarını adeta müjdelemişti. Dünya Kupası’nda oynayacak, ligde şampiyon olacaktı. Ama çok daha fazlasını başardı. Futbol oynarken hep bir şeyi düşlüyordu. Ailesine bir ev alacak, o gecekondu mahallesine asla bir daha geri dönmeyecekti.

Kulübünün, stada on dakika uzaklıkta bir apartman dairesi verdiği Maradona Ailesi’nden mutlusu yoktu. Ama yıldız adayı çocuğun omuzlarına ev geçindirme sorumluluğu bindiğinde sadece 15 yaşındaydı.    

Maradona’nın gençlik yıllarında en büyük hayallerinden biri annesi “Doña Tota”yı yaşadıkları yoksul mahalleden kurtarmaktı. Yıldız adayı, annesini bir apartman dairesine taşıdığında sadece 15 yaşındaydı.

İlk lig maçına çıktığında 16’sında bile değildi. Sahaya girdikten birkaç dakika sonra çalımladığı Juan Domingo Cabrera da tarihte yerini almıştı: Onun sahada komik duruma düşürdüğü binlerce faninin ilkiydi. İlk millî maç içinse sadece dört ay beklemişti. Tesadüf bu ya rakip, kendisinden önce dünyanın gördüğü en büyük solağın bir zamanlar Dünya Kupası’nda final oynattığı Macaristan’dı. Arjantin, kendi topraklarında 1978 Dünya Kupası’nı kazanıp askerî cuntayı havalara uçururken, henüz reşit bile olmayan delikanlı kadroda değildi. Takımın solcu teknik direktörü César Luis Menotti, Maradona’nın çok genç olduğuna inanıyordu. Belki de bazıların dediği gibi, o kirli şampiyonluğun parçası olmaması için ilahi bir tesadüf gerçekleşmişti yine.

Ertesi yıl Japonya’da düzenlenen Dünya Gençler Şampiyonası’nın mutlak favorisiydi Arjantin. Takımı, büyüklerin de hocası olan Menotti çalıştırıyordu. Güney Amerikalılar güle oynaya kazanırken, Maradona döktürüyordu. Altı defa ağları sarsan Maestro, ayrıca organizasyonun en iyi futbolcusu seçilmişti. Artık resmen dünya sahnesindeydi.

Argentinos Juniors formasıyla beş yılda 100’den fazla gole imzasını atan yıldızın bir sonraki durağı merak ediliyordu. Ülkenin devlerini peşinden koşturan delikanlı, River Plate’i reddedip 1981’de onların ezeli rakibi Boca Juniors’a evet demişti. Bir aşk öyküsü böyle başlamıştı. Son nefesine kadar da devam etmişti.

Buenos Aires’in sarı-lacivertlilerinde sadece bir sezon oynayabilmişti. 40 maçta 28 gole imza atan Maradona, takımını şampiyonluğa taşımıştı. 1982’de İngiltere’yle Arjantin arasında Falkland Savaşı patlak vermiş; bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluğun kazandığı harp resmen bitmeden de İspanya’da Dünya Kupası demir almıştı. Korkulan olmamış, iki ülke birbiriyle oynamadan turnuvaya veda etmişti.

O zamanlar statü gereği ilk grup aşamasını geçen 12 takım dört gruba bölünüyor, kendi aralarında oynadıkları maçlar neticesinde birinciler yarı finale yükseliyordu. Menotti’nin idaresindeki Tangocular, ilk aşamayı geçseler de turnuvayı şampiyon bitirecek İtalya ve Brezilya’nın olduğu ikinci grupta sonuncu olmuşlardı. “Kaddafi” lakaplı İtalyan Claudio Gentile’nin hayata küstürdüğü Maradona, beklentilerin altında kalmış; Brezilya maçının sonunda attığı tekmeyle kırmızı kart görüp Dünya Kupası’nda erken havlu atmıştı.

Şampiyona sonrasında Barcelona’ya transfer olduğunda zamanın dünya rekorunu kırmıştı. Katalan diyarında gözler ona dikilmişti. Bordo-mavilileri zafere mi taşıyacaktı yoksa 47 ayın sultanında da olduğu gibi beklentileri karşılayamayacak mıydı?

Millî takımdan hocası Menotti’yle bu sefer Gaudi’nin şehrinde buluşmuşlardı. Maradona, Dünya Kupası’na veda ettiği kent de olan Barselona’da hayal kırıklığı yaşıyordu. Teselliyi kokainde bulmuştu. Aslında “hayatının pişmanlığı”yla Napoli’den çok daha önce tanışmıştı. Ligde şampiyonluk yaşayamamış, Kral Kupası zaferi kimseye yetmemişti. Kazanılan değil de kaybedilen finalde yaptıklarıyla “persona non grata” olmuştu. Athletic Bilbao’nun galibiyetinden sonra Kral Juan Carlos’un önünde rakiplerine tekme tokat giriyor, kendisini bir önceki sene sakatlayan Andoni Goikoetxea’dan böylece intikam alıyordu. Tribündeki on binler ve ekranları başındaki milyonlar gözlerine inanamıyordu. Artık İspanya’da barınması imkansızdı, ikametgahını yine değiştirecekti. Bir sonraki adresi Napoli’ydi.

Napoli’nin kahramanı

Maradona, 25 Temmuz 1984’te Napoli renkleriyle ilk defa antrenman yaparken.

Bir kentin yazgısını futbolla değiştirmek

Aslında San Paolo (Aziz Pavlus) Stadyumu’nda 75 bin kişinin toplandığı imza töreninde yaşananlar, bir kentle bir insanın yaşadığı aşk filminin ilk fragmanıydı. 5 Temmuz 1984’te basın mensuplarına takdim edildiği salonun tavanındaki mazgaldan ona tezahürat yapan taraftarlar, rüyalarının gerçek olduğuna inanıyordu. İtalya’nın en fakir şehirlerinden birinde sorun çoktu fakat artık Maradonaları vardı. Sanki gökten inmişti, herkesin beklediği bir ilah gibiydi. Yine aynı imza töreninde ona Napoli mafyası soruluyordu. Onlarla yakınlığı yıllarca sürecekti…

Daha önce tarihinde sadece iki İtalya Kupası kazanmış takım, onunla birlikte kanatlanıyordu. Belki de kendini bir bakıma evinde hissediyordu. Aslında şehri, şampiyonluğa taşımadan yaptığı bir hareketle çoktan fethetmişti. Hasta bir çocuk yararına düzenlenecek gösteri maçını kulüp reddedince, arkadaşlarıyla birlikte çocuğun evinin dibinde sahne almış; gerekli para bu sayede toplanmıştı.

Kendisi de 7 Kasım 1984’te Buenos Aires’te evlendiği Claudia Villafañe’yle iki çocuk sahibi olacaktı. 2009’da Maradona’nın da doğumunda bulunduğu torununun babası ise, bugün Arjantin Millî Takımı’nın golcüsü olan Sergio Agüero olacaktı. Bakalım o ufaklık da meşin yuvarlağın büyüsüne kapılacak mı?

1986’da Dünya Kupası Meksika’daydı. Güney Kore, İtalya ve Bulgaristan’la aynı grupta yer alan Arjantin, lider olarak üst tura çıkmıştı. Sıradan bir kadroları vardı. Teknik direktör Carlos Bilardo’nun işi zordu. Beş gol atıp beş de asist yapan Maradona, ülkesini zafere taşırken bir destana imza atmıştı. Bir daha böyle bir performans görülmeyecekti. Hep Pele’yle karşılaştırılan oyuncu, bu turnuvada onu aşmıştı.

Özellikle çeyrek finalde İngiltere’ye karşı yaptıkları inanılmazdı. Falkland Savaşı’ndan dört yıl sonra Arjantin rövanşını alırken, top dört dakika arayla iki defa ağları bulmuştu. İlkinde kendi deyişiyle “biraz Tanrı’nın eli, biraz Maradona’nın kafası” vardı; ikincisinde ise ilahi bir zarafet! Dakikalar 51’i gösterirken, orta saha oyuncusu Steve Hodge’un gelişigüzel uzaklaştırdığı top, kaleci Peter Shilton’la Maradona’yı karşı karşıya getirmişti. Rakibinden 20 santim kısa olan 1.65 metrelik bücür, bir şekilde topa dokunmuştu. Mücadelenin Tunuslu hakemi Ali bin Nasır orta noktayı gösterdiğinde, “Tanrı’nın Eli” fenomeni doğuyordu.

‘Tanrı’nın eli’ 1986 Dünya Kupası çeyrek finalinde Maradona, Arjantin adına İngiltere’ye karşı dört dakika arayla iki gol atmıştı. Halen tartışılan ilk golde kendi deyişiyle “biraz Tanrı’nın eli, biraz Maradona’nın kafası” vardı

Kimileri Falkland’ın gölgesinde bu eli ilahi adalet olarak yorumlarken, bazıları bunun büyük bir sahtekârlık olduğunu söyleyecekti. Aradan geçen 34 yıla rağmen de taraflar pozisyonlarını koruyor. Bu golü yiyen file bekçisi, Maradona’nın ölümünden sonra bile onu asla affetmediğini yineleyedursun, İngiliz futbol efsanesi Paul Gascoigne, Shilton’a biraz da muzipçe “bugün o el sayesinde tarihe geçtiğini” hatırlatıyordu. İngiltere’nin efsanevi teknik direktörü Sir Bobby Robson’ın “Bobby Robson: More Than a Manager” (Bobby Robson: Bir Menajerden daha Fazlası) belgeselinde, pozisyonu ağlayarak anlatması da unutulmaz olsa gerek.

İkinci golse başlı başına bir sanat eseriydi. Kendi sahasından aldığı topu yaklaşık 60 metre süren Maradona, beş rakip oyuncuyu çalımladıktan sonra fileleri sarsmıştı. Pozisyonda onunla beraber koşan arkadaşı Valdano, topu filelerden alıyordu. Bilerek yapmıştı bunu. Çünkü birçoklarına göre tarihin en güzel golünün her tekrarında o da olacaktı, “Van Gogh’un odasındaki karyola”ydı.

Yarı finalde Belçika’ya iki gol atsa da bu maçta futbol tarihinin en ikonik karelerinden biri yaşanıyordu. Duran top ona hızlı bir şekilde oynanınca, kurulan baraj anında dağılmış; oyuncularla tek başına karşı karşıya kalmıştı. Zaten hayatı boyunca “Ben tek, siz hepiniz” diye haykırmamış mıydı?

1982 Dünya Kupası’nda çekilen bu ikonik karede Maradona, 6 Belçikalı oyuncuya karşı tek başına.

Finalde Almanya’yı 3-2 yenen Tangocular taçlanırken takımın 10 numarası, markajdan bir türlü kurtulamamıştı. Dakikalar 83’ü gösterirken, bir anlığına rakibini ekarte eden Maestro’nun kaçırdığı Jorge Luis Burruchaga’nın golü şampiyonu tayin etmişti. Bu arada o muzaffer takımın 82 yaşındaki hocası Bilardo’ya manevi oğlu Maradona’nın öldüğü söylenemiyormuş. Bakalım ilk kimden duyacak…

Dünya Kupası’nın en iyi oyuncusu seçilen Maradona, ertesi yıl başka bir destana imzasını atıp Napoli’yi lig şampiyonluğuna götürmüştü. Avrupa’nın belki de en kaotik şehrinin mabedi olan San Paolo Stadyumu’nda oynanan o maç sırasında sokakta kimsecikler yoktu. Kuzeyin büyük şehirleri tarafından hep aşağılanan o fakir kent sonunda gülmüştü. Tüm sorunlar bir günlüğüne unutuluyordu.

1986’da Dünya Kupası’nı kaldırırken.

1989’da UEFA Kupası kazanılıyor; ertesi yıl Napoli yine İtalya’nın zirvesine çıkıyordu. Çok değil, 40 gün sonra aynı ülkede Dünya Kupası başlamıştı. Son şampiyon Arjantin, turnuvanın galasında Kamerun’a yenilerek birçoklarını şaşırtsa da, sonradan yine final görecekti. Brehme’nin penaltısıyla Almanlar gülerken, maçın sonuna Maestro’nun gözyaşları damgasını vurmuştu.

Gelişinden 36 yıl sonra Napoli’de bir duvar resminde Maradona’nın meşhur “Tanrı’nın eli” pozisyonu halen yaşıyor.

Kokain kullanımı giderek artan Maradona, önce uyuşturucudan ceza alacak, sonra da Sevilla’ya transfer olacaktı. Dünya Kupası’na vedası, 1994’te dopingle olmuştu. Sahalardan men edilme kararı tüm yeryüzü için büyük şoktu. Bangladeş’te olaylar çıkmış; öğrenciler sınavlara girmeyi reddetmişti. Bir futbolcu, hiç görmediği bir diyarda bu kadar sevilebilir miydi? Cevap basitti, omzunda Che, bacağında Fidel’i mezara taşıyacak kadar seven ve dövmelerini yaptıran bu adam, isimsiz milyarların kahramanıydı. 60 yıllık yaşamı, bütünüyle bir başkaldırıydı. Sayesinde yaşama tutunduğu Castro’yla aynı gün ölmesi ise ilahi bir şaka olsa gerek.

Maestro, gerek Napoli, gerek Arjantin’i zafere taşırken yer yer o kadar kötü oyuncularla beraber sahne almıştı ki orkestrayı sadece yönetmemiş, kemanı, flütü, klarneti, fagot, timpaniyi de çalmak durumda kalmıştı. Fakat çok sevdiği Boca’da 1997’de futbola veda eden efsanenin hocalığı çok kötüydü. 2010 Dünya Kupası’nda çeyrek finalde elenen Arjantin’in başındaydı. Veliahtı Lionel Messi, onun gölgesinden kurtulamamıştı. Yine de bu oyundan kopamıyor; kalbi son nefesine kadar meşin yuvarlak için çarpıyordu. Ta ki 25 Kasım 2020’ye kadar…

Bir ulus ilahına, milyonlar ilham kaynağına ağlıyor. Arjantin’de nasıl bir çılgınlık olduğunu şöyle anlatmalı: 1998’de 38. yaş gününde kurulan Maradona Kilisesi’nin 200 bine yakın üyesi bulunuyor. Ölümünden sonra üç gün yas edilmesine de haliyle şaşmamalı. Dünyanın en kanlı futbol rekabeti olarak da bilinen Buenos Aires derbisinin taraflarından River’ın bile onu hayırla anması manidar. Tıpkı vefatından sonra birbirlerine sarılarak gözyaşı döken River’lı ve Boca’lı taraftarlar gibi… İtalya’da kuzeyin zengin takımları, efsaneye saygı duruşlarını onun kalelerine yolladığı muhteşem gollerle gösteriyor.

Skandalları, mafyayla ilişkileri, en büyük pişmanlığım dediği uyuşturucu bağımlılığı… Belki de insanoğlunun tüm zaaflarını kendisinde toplamıştı. Ona tapanlar kadar olmasa da ondan nefret edenlerin sayısı da az değil. Usta yazar Eduardo Galeano boşuna dememişti: “Maradona, Maradona olduğu için sırtında çok ağır bir çarmıh taşıyor olsa gerek. Bu dünyada Tanrı olmak çok zor bir şey; daha da zoru, Tanrıların emekliye ayrılmasına izin verilmediğini, bedeli ne olursa olsun Tanrı olarak kalmaları gerektiğini fark etmek. Ve Maradona’nın durumu emsalsiz, dünyanın en ünlü sporcusu, yıllardır futbol oynamıyor olsa da, Dünya Kupası’nın popülerliğinden kaynaklanan bir hava atma ihtiyacı. Demek istediğim şey, onun Tanrılar arasında en insancıl olanı olduğu. Bunun sebebi içimizden herhangi birine benzemesi. Ukala, çapkın, zayıf. Hepimiz böyleyiz! Hepimiz aynı topraktan yapıldık. Bu yüzden insanlar Maradona’da kendilerini görüyor. Gökyüzünün yukarısından bize saflığı gösteren ve bizi cezalandıran bir Tanrı değil o. Yani, Maradona erdemli bir Tanrıya en az benzeyen şey, o putperestlerin Tanrısı” diye… Ülkesinde duvarlarda yazan “Kendi hayatında ne yaptığın önemli değil Diego, bizim hayatımıza ne kattığın önemli” cümlesi her şeyi anlatıyor.

Maradona, büyülü sol ayağıyla sıradan insanlara büyük düşler gördüren bir yıldızdı. Sanki biraz da bu yükün altında kalmıştı. Askerî cuntanın ezdiği halkın sevgilisi; milyonların hayata tutunma gerekçesiydi. Doğduğu toprakların çok uzağındaysa, belki de fakir bir şehrin kuzeyin zengin kentlerine direnişinin simgesiydi. “Peygamber” olduğu Napoli’de, bir daha asla tekrarlanmayacak bir destanı yazdığı stadyuma ismi verilecek. Pavlus alınmasın da, sahi “Tanrı” varken, aziz de kim!

Belgesellerle, kitaplarla ‘Maestro’

Sayısız şarkıya, belgesele, kitaba konu olan Arjantin futbol efsanesinin hakkında çekilen Emir Kusturica’nın 2008 tarihli “Maradona”sı ve Asif Kapadia’nın 2019 tarihli “Diego Maradona” belgesellerini özellikle anımsatmalı. Kusturica’nın filminde Maradona’nın günah çıkardığı diyaloglar dikkat çekerken Kapadia, yüzlerce saatlik çekimi oldukça güzel harmanlıyor. Bu belgesel, İngiliz yönetmenin çocuk dâhiler ve şöhret üçlemesinin son halkası. Kapadia, daha önce oldukça hazin bir şekilde hayatlarını kaybeden Formula 1’in unutulmaz pilotu Ayrton Senna’yla müzisyen Amy Winehouse’u da beyazperdede ölümsüzleştirmişti.

Otobiyografisi El Diego ile Jimmy Burns’ün özellikle Arjantin’de çok eleştirilen Hand of God (Tanrı’nın Eli) kitapları da Maestro’nun yaşamına ışık tutan yapıtlardan…

Kusturica’nın filminde Manu Chao’nun “La Vida Tombala” şarkısını dinlerken gözü dolar Maestro’nun. “Eğer Maradona olsaydım, tam da onun gibi yaşardım” der İspanyol asıllı Fransız şarkıcı. Aynı belgeselde Maradona’nın kendisinin söylediği “La Mano de Dios” (Tanrı’nın Eli) şarkısının sözleri ona dair belki de her şeyi özetliyor: “İsa bile hata yaptıysa, ben nasıl yapmayayım”.