Opera geleneği olmayan Türkiye’den gitti, bu türün mabedinin kutsal sesi oldu. Genç bir soprano olarak geldiği La Scala’da 50 yıl zirvede kaldı. Bundan yedi yıl önce yine bir mayıs günü aramızdan ayrılan Leyla Gencer adını müzik ansiklopedilerine, “Diva Turca” lakabını opera tarihine yazdırdı.
10 Mayıs 2008… O akşam Milano’nun La Scala Tiyatrosu’nda Şef Lorin Maazel’in yönetiminde “1984” adlı operanın temsili var…
Temsil başlamadan önce Maestro Lorin Maazel, ağır ağır sahneye çıktı ve acı haberi verdi: “Bugün eşsiz Diva Leyla Gencer’i yitirdik”.
Yaşlı şef, konuşmasını, “Burası, La Scala onun evi, yuvasıydı” diye bitirince, orkestra ve tüm dinleyiciler ayağa kalktı. Başlar eğik, gözyaşları arasında, Leyla Gencer için saygı duruşu yapıldı.
Sonra, Maestro sahneden indi, orkestra çukurundaki yerini aldı. İşaretiyle birlikte müzik başladı ve temsil devam etti. Ertesi gün bir başka büyük Şef, Maestro Claudio Abbado’nun şu sözleri dünya basınına yansıyacaktı: “Çağımızın son Divası Leyla Gencer‘i yitirdik. “
Bir peri masalı mı desem? Bir mucize mi? Yoksa kendisinin her fırsatta vurguladığı ve altını çizdiği gibi: Şans, kader, kısmet mi?
Bunları soruyorum, çünkü Leyla Gencer, Türkiye gibi opera geleneği hiç ama hiç olmayan bir ülkeden yola çıktı ve opera geleneğinin, opera sanatının en derinlere kök saldığı, en popüler olduğu ülkede, İtalya’da, üstelik dünyanın opera mabedi sayılan La Scala’da taht kurdu!
50 yıl boyunca bu mabette önce genç bir soprano, sonra Diva, sonra da La Scala Akademisi’nde hoca ve yönetici olarak hükümranlığını sürdürdü.
Bununla yetinmeyip bir “ekol”, bir okul, bir referans oluşturdu. Kaybolmaya yüz tutmuş, o olmasaydı, çoktan unutulmuş olacak, birçok opera eserini, geçmişin tozlu karanlığından o bulup çıkardı ve opera repertuarına kazandırdı…
Kitaplarda, müzik ansiklopedilerinde “Donizetti Rönesansı”, “Rossini Rönesansı” maddelerinin yanına onun adı yazıldı…
Kimilerine göre “güzel dahi olmayan” ancak lirik sopranodan dramatik koloratüre uzanan çok geniş bir yelpazeye yayılan sesiyle 73 rolün kahramanı, yıldızı ol-du.. Dönemin Divaları arasında bunca geniş repertuarla adeta rekor kırdı.
Uzun yıllar boyunca İtalyan’lara Mozart operalarını sevdiren; Almanya’da İtalyan operasını temsil eden oldu.
Uzmanların, meraklıların elden ele dolaştırdığı, bir zamanlar çoğu kaçak ya da “korsan kayıt” olan CD ve plaklardan dolayı ve ünlendiği kraliçe rolleri nedeniyle “Korsanlar Kraliçesi” diye anıldı…
Kayıt stüdyolarına neredeyse hiç girmedi ama bugün artık kaçak değil “legal” sayılan ve plak endüstrisinde yer alan 200 kadar kaydıyla hayatımızı zenginleştirmeyi sürdürüyor…
Pek çok ülkeden sayısız ödüller, nişanlar aldı… Birçok kent, birçok sanat kurumu, kendisine “Altın Anahtar” teslim etti… Kimi ülkeler, her seferinde geri çevireceği, “vatandaşlık” teklifinde bulundu… Ama o yaşamı boyunca “Ben Anadoluluyum” deyip, tek pasaporta, sadece Türk pasaportuna sahip oldu.
İstanbul’dan yola çıkıp, Milano’da ve dünyanın belli başlı müzik merkezlerinde taçlanan eşsiz serüveniyle muhteşem bir örnek oluşturdu.
Opera tarihine geçti…
Peki nasıl oldu bütün bunlar?
“Nasıl oldu bütün bunlar? “Bu sorunun yanıtını öğrenmek için yıllarca Leyla Gencer’in peşinden koştum. Sonunda onu ikna ettim. Dört yıl süren bir çalışmadan sonra ve Milano-İstanbul hattında, abla-kardeş, anne-kız, iki dost ilişkilerinden geçerek, Tutkunun Romanı kitabımı yazdım. 300 küsur sayfada vermeye çalıştığım bu sorunun yanıtını, şimdi sizlere birkaç paragrafta toparlayayım:
Leyla Gencer’e bakacak olsaydık “Her şey kendiliğinden oldu. Hepsi şans, kader, kısmet”… O hiçbir şey yapmadı!
Ondan o kadar çok duydum ki bu sözleri: “Ben hiçbir şey yapmadım ki… Ben bir tek ağzımı açıp şarkı söyledim… Öyle büyütecek bir şey yok… Kısmet, şans… Beni sevdiler, hepsi bu”.
Elbet doğru değil.
Başlangıçta sadece tutkusu vardı.
Tutkusu, var olma nedeni, şarkı söylemek, opera ve müzik dünyasının bir parçası olmaktı… İnatla, inançla, ama en çok, en çok aşkla tutkusunun peşinden koştu: Daha konservatuvara girdiğinde kararını vermişti: “Günün birinde ya Scala’da söylerim ya da bu işi bırakırım!” demişti.
Cesaretli ve sonsuz azimliydi: Daha İstanbul Konservatuvarı’ndayken dönemin en ünlü sopranosu tatil için İstanbul’a geldiğinde, onu görmeye gidecek ve sesini dinletecekti. Aida rolüyle ünlenmiş Arangi Lombardi kendisine ne söyleyeceksin diye sorduğunda hiç korkmadan “Aida’nın aryalarını” diyecek kadar yürekliydi…
Akıllıydı ve akıllı bilinçli seçimler yaptı: Bu İtalyan hocadan çok şey öğrenebileceğini anlayınca, gözünü kırpmadan İstanbul Konservatuvarı’nı terk edip onun peşinden Ankara’ya gitti. Gerek Ankara’da, gerek ondan sonra da hep en usta hocaları, çalışmak istediği maestroları, söylemek istediği operaları, rolleri seçecekti…
Mükemmeliyetçiydi: Sürekli kusursuzluğu aradı. Önce tekniğini geliştirdi. Sonra mükemmel olanın peşinde koştu. Sahnede yalnız kendisinin değil her şeyin, herkesin mükemmel olmasını istiyordu.
Çok çalışkandı: Bu mükemmeliyet uğruna, çalışması, hep çok çalışması… Ses çalışması, rol ezberlemenin ötesinde bir çalışma… Oynayacağı operanın tarihteki, coğrafyadaki, edebiyattaki, müzik dünyasındaki yerinden, o dönemin politikasından, bestecisinin geçirdiği tüm evrelere uzanan çok geniş bir araştırma, analiz ve sentezden oluşan bir çalışma süreci… Batı’nın kültürel birikimiyle, Doğulu köklerini ve geleneklerini bir arada harmanlaması… Her yoruma, engin kültür birikimini katması… Kolayı değil, zoru seçmesi… Kimselerin söylemeye cesaret edemediği ya da çoktan unutulmuş, hiç temsil edilmemiş eserlerin peşine düşmesi… Canlandırdığı karaktere dramatik boyutlar katması… Oyunculuk yeteneği… Sahne karizması… Müzikle söz, müzikle anlam arasında gerçekleştirdiği diyalektik ilişki…
Bunlar başarıya giden yolun taşları… Ama bir de… Bir de … Bir de… İşte birkaç örnek:
Bir kez sordum Leyla Gencer’e sahnedeyken ne hissediyor diye.
Şöyle yanıtladı: “Sahneye çıktığın ilk anda, karanlıktan ışığa geçtiğinde, gerideki her şeyi unutursun. O anda izleyiciyle aranda bir gerilim hissedersin. Elektrikli bir hava… Seni sınıyorlardır. Senden beklentileri sonsuzdur. Senden tanrıları yeryüzüne indirmeni, sahneye getirmeni, her istediklerini vermeni beklerler. Sen bunu bilirsin… O gerilimi iliklerinde duyarsın…”
“Sonra oyununu oynamaya, şarkını söylemeye başlarsın. Artık sesin, senin sesin değildir. Sesin yalnızca bir araç, bir müzik aletidir. Sen o müzik aletini eline almış, istediğin gibi kullanıyorsun. Ve o sana itaat etmek zorunda. Artık sen, sen değil bir başkasısındır, canlandırdığın kişisindir. O başkası, sensin…”
“Ve sahnede senin hissettiklerini, seyirci de hissettiği an, senin her söylediğine seyirci de inandığı an, işte o zaman aranızda müthiş bir bütünlük, kimsenin koparamayacağı bir bağ oluşur. Ve sen sahnede bu bağı, bu bütünlüğü hissedersin… İstediklerini vermişsindir. Tanrılar artık sahnededir. Buna artık zevk, sevinç falan denmez, bu bir ayindir. Bu bir dindir.”
Bir süre durdu ve ekledi: “Sahnede tanrılaşıyordum.”
Sahnede tanrılaşan Leyla Gencer, başkalarıyla da ama en çok kendisiyle yarışmaktan ve kendisini acımasızca eleştirmekten de hiç ama hiç geri kalmadı:
“Benim en iyi zamanlarım 1957-65 arasındaydı. Bakma bu İtalyanlar 1965’den sonra beni yok ‘Diva’ yok ‘Divina’ ilan ettiler ve ne yapsam, ağzımı açsam mucize deyip bayıldılar. Oysa ben biliyorum ki teknik açıdan, vokal açıdan, yorum açısından 1965’e dek en iyiydim. O tarihten sonra biraz abartmaya başladım, yorumlarımda fazla vurgulamaya gittim. Nedense, İtalyanlar bunu çok sevdiler. Hani hep söyledikleri ‘Gencerate’ var ya… Doğrusu ben onları çok doğru bulmuyorum.”
Açıklayayım: “Gencerate” opera terminolojisinde yerini almış olan bir sözcük: Gencer adından türetilmiş :
“Gencerate” sanki bir çağrıdır, bir haykırıştır…
Ses, şarkı söylemeyi sürdürür ve bir an gelir öyle bir doruğa ulaşır ki, sanırsınız ses haykırışa dönüşecek ama dönüşmez ve şarkı devam eder… Gencerate, çok patetik bir vurgu, bir abartmadır… Gencerate sese gözyaşlarının karışmasıdır…
Her temsil öncesi büyük korku yaşıyordu. Bu korku, kimi kez öyle boyutlara ulaşıyordu ki, Leyla Gencer’i yatıştırmak olanaksızlaşıyordu. Hasta olduğuna, sesinin çıkmadığına gerçekten inanıyordu.
Kimi kez bu sahneler doktorda bitiyordu. Başta Scala’nın yaşlı tonton doktoru olmak üzere, dünyanın her yerinde opera çevrelerinin doktorları bu tür “hastalıklara” alışıktılar. Bir buğu tedavisi, bir “ocaliptol”, bir vitamin hapıyla durumu “idare ediyorlardı”.
Ama bir kez Scala’da Aida temsilinden önceydi sesim yok, sesimi kaybettim diye öylesine kıyameti kopardı ki, doktor tam temsil öncesi yapılması gereken bir iğne verdi… İğne yapıldı. Ve harika ! Sesi geri gelmişti! Doğrusu bu müthiş bir ilaçtı! İğne mucizeler yaratmıştı!
Eşi ve doktoru iğnenin içinde yalnızca saf su olduğunu uzun bir süre kendisine söyleyemediler! Yalnız öfkesinden korktuklarından değil, yine bu işi çok abartacak olursa, aynı yola başvurmak için!
Her temsil günü bir kriz yaşanırdı: Üzerime aldığım pelerin bir rezalet! Nerde görülmüş böyle pelerin! Ya da: Bu oda temizlenmemiş! Burası toz içinde! Bilmiyor musunuz ki benim toza alerjim var!
Oysa herkes, operaların, hele hele Scala’nın tüm çalışanları biliyor Leyla Gencer’in toza alerjisi olduğunu (gerçekten var mı acaba?) ya da toz gördü mü müthiş sinirlendiğini. Onun için herkes özel bir titizlik, bir dikkat, bir özen gösteriyor.
Ya da: Birinin beş yıl ya da beş gün önce söylediği ya da yaptığı bir şeyle, havayla, suyla, herhangi bir şeye sinirleniyor. Böyle anlarda onunla konuşulmuyor… Tam da temsil günü.
“Primadonna kaprisi” mi? Hayır. Adrenalin gereksinmesi.
Bir volkanı tutuşturmak için gerekli bir ön hazırlık!
Aylar süren seçimler, tartışmalar, çalışmalar sona ermiş. Biraz sonra perde açılacak!
Perde açıldıktan sonra volkanın patlaması, fırtınanın kopması gerekiyor.
Volkanın patlaması için yangının başlaması, kıvılcımların tutuşması gerek. Fırtınanın kopması için de rüzgârın şiddetlenmesi…
Leyla Gencer, temsil öncesinde kendini şarj ediyordu.
Olmayacak şeylerle tutturarak, öfkelenerek, kızarak, çevresindekilerin üzerine yürüyerek ama en çok için için kendini yiyerek, tansiyonu yükseltiyordu. Buna gereksinimi vardı:
Önce kendi içindeki ateşi tutuşturuyordu.
O ateş bir kez tutuştu mu, sahnede volkan gibi patlıyordu, fırtına gibi esiyordu.
Günün birinde karar verdi ve sahnelere veda ett: Alkışları, sahneye atılan çiçekleri, “Brava” haykırışlarını ve bunlarla birlikte bütün o şaşayı özlemedi mi?
Hayır, hiç ama hiç özlemediğine beni inandırdı… Çünkü… “Çünkü: Benim inişe tahammülüm yok. Mükemmel olmayacaksam sahneye çıkmam dedim… Hem her şeyin bir zamanı var. Yıllarla ve bütün o stresle ses tellerinin yıpranmaması imkansız. Yalnız teknikle, yıllara, doğaya meydan okumak anlamsız… Kimileri bu işi seksenine kadar sürdürüyor, bir gece iyi, bir gece kötü oluyor. Ama ben buna izin veremezdim… Hem perde açılıncaya kadar çektiğim o büyük korkuyu, o stresi, o işkenceyi artık çekemem. Bünye bunları bir yaşa kadar kaldırır. İnsan durma zamanını da bilmeli…”
Sahnelere veda ettikten sonra da misyonuna devam etti: “Misyon”… “Misyonum”…
Leyla Gencer’in en çok kullandığı sözcüklerden biri….
O çok eskiden beri, taa en baştan beri, hayatta bir misyonu olduğuna inandı. Bu misyon, içindeki müzik sevgisini, şan sevgisini, bu tutkuyu yaymaktı…
Ona biçilmiş bu misyona boyun eğiyor sahneden sahneye, tiyatrodan tiyatroya bu sevgiyi, bu tutkuyu yaymak için koşuyordu. İnanıyordu ki. eğer mesleğinde çok iyi olursa, onu dinleyen insanlara iyi duygular, güzellikler verebilir, onları daha iyi bir insan olmaya yöneltebilir… Bunun için görevini yerine getirmeye çalışıyor, bunun için kendiyle yarışıyor, bunun için yapabileceğinin hep en iyisini yapmaya çalışıyordu…
Dünya sahnelerini fethettiği günlerde bile, minicik bir sesle “Ama benim hep çok sevilmeye, şımartılmaya ihtiyacım var” diyebilmesi…
“Emperyal”, “Tanrıça”, “Diva” halleri ve bunların görkemiyle, sıradan insan, ama sahici, gerçek bir insan olabilmeyi birleştirebilmesi… Her ortamda kendine sonsuz güveni ve inancıyla gücünü ortaya koyan; söylediği her sözün ağırlığını ve sorumluluğunu taşıyan otoriter sanatçı…
Her temsil, her konser, resital öncesi heyecandan, korkudan yaprak gibi titreyen “çocuk”…
Her yenilikle gençleşen , dünya politikasıyla ilgilenen, protesto mitinglerine katılan, başkaldıran “asi genç”…
Tepeden tırnağa kadınlığına bürünen bu “dişi”…
Yeryüzünün belki de en muhteşem ev sahibi… Dostlarına sürekli veren, onlar için çırpınan, her an yardıma koşmaya hazır eşsiz bir dost…
Bunlar birbirinden farklı insanlar değil, hepsi bir bütündü.
16 Mayıs 2008 sabahı, bir tekne, Leyla Gencer’in deyişiyle, “Yeryüzünün en güzel şehri İstanbul’un” içinden Boğaz boyunca süzüldü. Çok değerli bir emanetimiz vardı. Kendi istemiş, vasiyetini en küçük ayrıntısına dek hazırlamıştı: Küllerimi Boğaz’ın sularına dökün demişti.
Teknenin küpeştesinden külleri, Boğaz’ın sularına bırakmak, Melahat Behlil ve bana düştü…
Küller hafif, küller çok ağır, küller tüm bir yaşam… Küller dramatik soprano bir ses olup Kraliçe Elizabeth’in, Anna Bolena’nın, Maria Stuarda’nın, Aida’nın, Violeta’nın, Leonara’nın, Tosca’nın, Norma’nın, Lucia’nın, Alceste’in, Butterfly’ın, Leyla’nın aryasına, veda aryasına dönüştü… Küller Boğaz’ın sularına kapıldı… Küller rıhtımdaki kalabalıkla tekne arasında binlerce gümüş yol oluşturdu. O gümüşi yollarla Boğaz’ın suları arındı. Bizler arındık… Artık ne zaman Boğaz’ın sularında ışıklı yollar görsem onun sesini duyacağım…