Bundan yaklaşık iki sene önce off-shore bankalara ait 11.5 milyon adet belgenin açığa çıkması, “Panama Belgeleri” hadisesi olarak adlandırılmıştı. Geçen ay sızdırılan “Cennet Belgeleri” ise yine aynı alanda 13.4 milyon belgeyi kapsıyor ve aralarında İngiltere Kraliçesi, Kolombiya Devlet Başkanı, Amerikan Ticaret Bakanı, Türk Başbakanı’nın oğullarının da bulunduğu birçok önemli isim ve dünyanın en büyük kuruluşlarının off-shore hesaplarını açığa çıkarıyor. Peki bu sistem ne zaman, nasıl doğdu, bugün nasıl işliyor ve ne anlama geliyor?
Off-shore merkezler ve off-shore bankacılık sistemi çok sık tartışmalara ve spekülasyonlara konu oluyor. Wikileaks belgeleri ve Panama Papers’ın yayımlanması ile dozu daha da artan bu tartışma ve spekülasyonlar, bugünlerde ortaya çıkan Paradise Papers ile tekrar gündeme geldi ve yoğun olarak tartışılmaya başlandı. Yaşanan bu ve buna benzer gelişmeler şüphesiz ki off-shore merkezlerin hep suçla birlikte anılmasına neden olmaktadır.
Peki bu sistem temel olarak nedir, nasıl çalışır ve ne amaçla kullanılmaktadır?
İngilizce off-shore kelimesinin Türkçe anlamı açıkta, açık deniz, sahilden az uzak, kıyıdan uzak anlamındadır. Ancak bu terim piyasalarda daha çok “vergiden uzak” ya da “vergi cenneti” gibi farklı anlamlarda algılanmaktadır. Nedeni ise off-shore sisteminin daha çok Seyşel Adaları, Malta Adası, Virgin Adaları, Bahamalar, Bermuda Adası, Cayman Adaları gibi ülkelerde konuşlanıyor olmasıdır. Off-shore merkezler kısaca, ülke genelinde uygulanan ekonomik ve mâli mevzuata tâbi olmayan, çok daha esnek kuralların uygulandığı bölgeler olarak tanımlanabilir. Vergi yükümlülükleri konusunda getirilen ciddi kolaylıklar, gizlilik prensiplerinin ön planda tutulması ve denetim konusunda öngörülen esneklikler, bu merkezlerin en çarpıcı özelliklerindendir. Bu özellikler, bunların aynı zamanda cazibe merkezleri olmasının da en önemli nedenleri arasındadır.
5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 3. maddesinde “kıyı bankacılığı” şöyle tarif edilmektedir: “Bankacılık faaliyetleri, kurulu bulunulan ülke harici ile sınırlı tutulan veya ülke genelinde uygulanan ekonomik ve mâli mevzuata tâbi olmayan ya da kurulu bulunulan ülkede yerleşik olanlardan mevduat ve fon kabulünün yasaklandığı bankacılık”.
Mâli Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) tarafından yapılan tanıma göre ise; “ülke dışından sağlanan fonların ülke dışında veya koşullara göre ülke içinde kullandırılması, uluslararası devletsiz paraların fon fazlası bulunan merkezlerden fon açığı bulunan merkezlere transfer edilmesi gibi finansal hizmetler yürüten genellikle serbest bölgelerde kurulan merkezlerde faaliyet gösteren ve ülke içindeki bankacılık sisteminin tâbi olduğu yasal düzenlemelerin kapsamı dışında tutularak, getirilen mâli ve hukuksal avantajlar sayesinde cazip çalışma koşullarının sağlandığı bankacılık türüdür”.
MASAK’a göre vergi cennetleri olarak da adlandırılan off-shore merkezlerin müşterilere sundukları avantajlar şunlardır:
. Gizlilik
. Politik istikrar
. Vergilendirme olmaması (sıfır ya da sıfıra yakın)
. Sermaye hareketlerinde tam serbesti
. Coğrafi konum olarak gelişmiş ülkelere yakınlık
. Gerekli altyapı (telekomünikasyon, ulaşım, konaklama)
. Uzman personel veya kurum (vergi danışmanları, avukatlar vs)
Anılan merkezler; ticaret hacmini artırmak isteyen, bunun için de bu merkezlerde varolan vergi ve diğer alanlardaki teşviklerden yararlanmayı amaçlayan, daha çok kurumsal yapılar için oluşturulmuştur. Amaç yukarıda da belirtildiği üzere, bu bölgelerin ve dolayısıyla da ülkelerin ticaret hacmini artırarak zenginleşmesine katkı yapmaktır. Kıyı bankacılığı da daha çok bu amaçlara ulaşılmasına yardımcı olabilmek için geliştirilmiştir.
Ancak kuruluş amacı bu son derece yararlı gerekçelere dayanan off-shore merkezlerin, bu özellikleri ile değil de vergi kaçırma ve karapara aklama olayları ile gündeme geldiği görülmektedir. Gerçekten de off-shore merkezler günümüzde önemli miktarlarda karaparanın aklandığı merkezler haline dönüşmüştür. Dünyanın çeşitli bölgelerinde işlenen suçlardan elde edilen karaparalar çeşitli yöntemlerle off-shore merkezlere aktarılmakta ve bu merkezlerde aklanmaktadır. Oto finans borç yöntemi (loan-back) ve paravan-hayali şirketler (Shell Company) kullanılması yöntemleri, bilinen diğer önemli karapara aklama yöntemlerindendir. Off-shore merkezlerin gerçek işlevleri ile değil de hep vergi kaçakçılığı ve karapara aklama olayları ile gündeme gelmesinin iki temel nedeni vardır. Bunlardan birincisi denetimsizlik, ikincisi ise uluslararası işbirliğinin yeterince gelişmemiş olmasıdır.
G-7 ülkeleri (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Kanada) tarafından 1989’da OECD bünyesinde kurulan ve karaparanın aklanmasının önlenmesi ile ilgili uluslararası alanda mücadele eden en etkin örgüt olan, Türkiye’nin de üyesi bulunduğu Financial Action Task Force (FATF), off-shore merkezlerde gerçekleştirilen karapara aklama olaylarının önlenebilmesine yönelik olarak çeşitli mücadeleler yürütmektedir. Ancak başta uluslararası işbirliğinin yeterince tesis edilememesine ve yaptırımlar konusunda yaşanan gecikmelere bağlı olarak bu konuda istenen sonuçlar alınamamıştır. Nitekim bu merkezlerin hâlâ “karapara cenneti” olarak görülmeye devam etmesi, bu konuda yaşanan aksaklıkları teyit etmektedir.
Bu merkezlerin vergi kaçırılan merkezler olarak anılması konusunda ise bazı yanlış değerlendirmeler bulunmaktadır. Belirttiğimiz üzere, off-shore merkezlerde, öngörülen amaçların gerçekleştirilebilmesi için vergi yükümlülüğü ya yoktur ya çok düşük oranlardadır. Dolayısıyla bu merkezlerde faaliyet gösteren kıyı bankaları veya şirketler, gerçekleştirdikleri faaliyetler sonucunda hemen hemen hiç vergi ödemezler. Bu da yasaların verdiği bir imkandır. Bilindiği gibi vergi kaçırmak suç, ancak vergiden kaçınmak yasal haktır. Sadece şirketler değil, bireyler de vergi ödememek için yasal hakları olan vergiden kaçınabilirler. Bu temelden hareketle, şirketlerin ülkelerindeki sadece yüksek oranlı vergi yükümlülüklerinden kurtulmak, yani vergiden kaçınmak amacıyla off-shore merkezlerde faaliyet göstermek istemesi gayri yasal değildir.
Bu değerlendirmeyi desteklemek için şöyle bir örnek verilebilir. Birçok ülkede bölgesel kalkınma farklılıkların giderilmesi amacı ile bazı bölgelere yatırım yapılmasını temin etmek için çeşitli vergi, fon ve sosyal amaçlı teşvikler getirilebilmektedir. Bu amaçla belirlenen bölgelerde gerek ulusal ve gerekse de uluslararası kuruluşlarca yatırım yapılması durumunda, uygulanacak vergi oranları düşürülebilmekte veya sıfırlanabilmektedir. Bu bölgelerde gösterilen faaliyetler sonucu nasıl düşük veya hiç vergi ödenmemesi vergi kaçakçılığı olarak değerlendirilmiyorsa, off-shore merkezlerde de “mevcut mevzuata ve gerçek amaca uygun olarak gerçekleştirilen faaliyetler”e bağlı olarak vergi teşviklerinden yararlanılmasını da, vergi kaçakçılığı olarak değerlendirmemek gerekir.
Vergi yükümlülükleri yerine getirilmeyerek elde edilen gelir ve kazançların off-shore merkezlere kaçırılması, yani vergi kaçakçılığı suçu işlenmesi ise farklı bir durumdur. Bununla yukarıda bahsedilen faaliyetlerin birbirine karıştırılmaması gerekmektedir. Vergi kaçakçılığı suçu şüphesiz en ağır bir biçimde müeyyideye tâbi tutulmalıdır. Bunda hiçbir şüphe yoktur.
Ancak yaşanan tartışmalardan da anlaşılacağı üzere, kamuoyunda bu iki faaliyet de ayrım gözetmeksizin “off-shore merkezlerde gerçekleştirilen vergi kaçakçılığı” suçu olarak görülmektedir. Sorumlu mevkilerde bulunan kişilerin ve/veya yakınlarının off-shore merkezlerde yürüttükleri ticari faaliyetlerin varlığı, bu algı ve spekülasyonların daha yüksek perdeden gündeme gelmesine neden olmaktadır. Elbette bu noktada yaptığımız değerlendirmeler, olayın hukuksal boyutu ile ilgilidir. Konu şüphesiz diğer açılardan tartışmaya açıktır.
Sonuç olarak off-shore merkezler, temel olarak başta ticaretin gelişmesine katkı yapmak gibi son derece yararlı amaçlarla oluşturulan merkezlerdir. Bu amaçların gerçekleştirilebilmesi için de bu merkezlerde faaliyet gösterecek şirketlere başta vergi olmak üzere yasal yükümlülüklerde çeşitli muafiyetler tanınmış, bazı teşvikler getirilmiştir. Denetim ve uluslararası işbirliği alanında kaydedilen yetersizlikler ve gecikmeler, bu merkezlerin vergi kaçakçılığı ve karapara aklama merkezleri olarak ünlenmesine neden olmuştur. Belirtilen alanlardaki aksaklık ve gecikmelerin önlenmesi, off-shore merkezlerin asli fonksiyonlarına dönmesini, dolayısıyla da ekonomik ve ticari faaliyetlere çok daha fazla katkı yapmasını sağlayacaktır.
VERGİ CENNETLERİNİN KISA TARİHİ
Kayıtdışı paranın tarihsel yolculuğu
AYŞEN GÜR
“Paradise Papers”la tekrar gündeme gelen offshore bankalar, dünyada kayıtdışı ekonominin en büyük kasaları konumunda. İki dünya savaşı arasında “vergi cenneti” denilen yeni ülke tipinin ilki ve en büyüğü “daha beyaz yıkayan” İsviçre’ydi. Sonraki yıllarda kara paranın yasallaştırılmış bir sır perdesi altında saklandığı çağdaş “korsan adaları” belirdi.
Vergi ödemekten hoşlanan bir insan henüz görülmedi. Tarih, az vergi ödemek için bulunan yaratıcı yöntemlerle dolu. Bunun iyi bir örneği, İngiltere, Fransa ve İspanya’da neredeyse 20. yüzyıla kadar uygulanan “pencere vergisi”ydi. Bir insanın zenginliğinin evinin pencerelerinin sayısıyla ölçülebileceğini düşünen İngiliz hükümeti, uygulamayı 17. yüzyıl sonunda başlatmıştı. Vergi mükellefleri ise buna, evlerinin bazı pencerelerini örüp kapatarak cevap verdi! Bugün bile İngiltere ve Fransa’da pencerelerinin bir bölümü kapalı eski evlere rastlamak mümkün.
Düşük vergi her zaman çekiciydi. Pek çok liman ve şehir, düşük vergi uygulayarak tüccarları çekmeye çalışmıştı; hatta Ortaçağ’da ticaret yolları üzerindeki kentler, sadece panayır zamanında vergilerini düşürmeyi adet edinmişlerdi. Ancak bir ülkeye vergi cenneti diyebilmek için gereken koşullar, ilk defa 1920’lerde bir araya geldi. Bütün dünyaya ilham veren ilk örnek İsviçre oldu.
İsviçre’nin parayla özel bir ilişkisi vardı. Örneğin 18. yüzyılda Fransız düşünür Voltaire okurlarına şu tavsiyede bulunmuştu: “İsviçreli bir bankerin pencereden atladığını görürseniz hemen siz de peşinden atlayın. Paranın nerede olduğunu ondan iyi bilen yoktur”. Ülkenin bankacılık şöhreti, 16. yüzyıl sonunda Fransa’dan kovulan protestanların İsviçre’nin Cenevre kentine yerleşip burada kendilerini bankacılığa vermesiyle bütün Avrupa’ya yayılmıştı. Fransa Kralı XIV. Louis’nin, ülkesinden attığı bu kişilerle daha sonra yoğun bankacılık ilişkileri kurması, paranın rengi olmadığını gösteriyordu.
İsviçre’yi iki dünya savaşı arasında “vergi cenneti” haline çeviren bu bankacılık geleneği oldu. 1920’lerde 1. Dünya Savaşı’nın tahribatını üzerlerinden atmaya çalışan devletlerin harcamaları artmış, vergi oranlarını olabildiğince yükseltmek zorunda kalmışlardı. İngiltere’de daha savaş öncesinde özellikle veraset vergileri inanılmaz boyutlara ulaşmış, Fransa iki savaş arasında sol hükümetlerin yönetiminde en yüksek vergi oranlarına sahip ülke haline gelmişti. Bu ülkelerdeki sermaye, vergiden kaçacak bir liman arıyordu.
Yolu açan Lüksemburg, Liechtenstein ve İsviçre oldu. Bu üç ülke birer tampon olarak ortaya çıkmıştı. İsviçre 1815 Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın büyük güçleri tarafından “ebediyen tarafsız ülke” ilan edilmiş, Lüksemburg 19. yüzyılın ikinci yarısında birbiriyle savaşan Fransa ile Almanya arasında bir güvenlik alanı olarak bağımsızlığını elde etmiş, İsviçre ile Avusturya arasındaki Liechtenstein ise Avusturya’nın 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesinden sonra sırtını bu ülkeye dönerek kendini İsviçre’ye yamamış, hatta İsviçre Frangını ulusal para birimi olarak kabul etmişti.
İsviçre 1. Dünya Savaşı’na katılmamıştı; solcuların iktidarda olduğu Fransa ile istikrarsız Almanya’ya coğrafi olarak çok yakındı. Enflasyon sarmalına yakalanmış bu iki ülke arasında, kendi parasının istikrarını fetiş gibi koruyan bir bankacılar memleketiydi. Uyguladığı vergiler İngiltere ve Fransa’ya göre düşüktü; ama asıl önemlisi teorik vergilerle pratik vergiler arasında büyük bir uçurumun varolmasıydı.
Bir vergi cennetinin olmazsa olmaz koşullarından bir başkası da, 8 Kasım 1934’te federal bankacılık yasasının kabul edilmesiyle yerine geldi. Bu yasanın ünlü 47. Madde’sine göre, İsviçre bankalarında çalışanların, müşterileriyle ilgili en küçük bir bilgi bile vermeleri yasaklanıyor, bunu yapanlara asgari altı ay hapis ve 50 bin İsviçre Frangı para cezası öngörülüyor, banka memuru işinden ayrılsa bile bu sır kilidini üzerinden atamıyordu.
POSTA KUTUSU ŞİRKETLERİ
İsviçre kantonları, en yoksul kanton Zug’un önderliğinde holdinglere (başka şirketlerin çoğunluk hisselerini elinde bulunduran şemsiye şirket) kolaylık sağlamaya başlayarak vergi cennetinin bir başka koşulunu da yerine getirdiler. 1921-1939 arasında bunların sayısı 138’den 2017’ye yükseldi. Çoğunlukla İsviçreli bir avukat veya bankacı tarafından yönetilen bu “posta kutusu” şirketleri, yalnız çokuluslu şirketlerin değil zengin bireylerin de vergi yükünü azaltan “yaratıcı” bir muhasebecilik uyguluyorlardı.
Lüksemburg 1929’da bu tür paravan şirketlerin kurulmasını kolaylaştıran bir yasa çıkardı, Liechtenstein da aynı yolu izledi. Aslında bu yöntemi 1880’lerde ilk keşfeden Drill adında bir Amerikalı avukat olmuştu. ABD’nin New Jersey Valisi Leon Abbet’i, eyalette kurulacak şirketlere kolaylık sağlaması konusunda ikna etmişti. ABD’nin diğer eyaletlerinde o dönemde şirket kurmak uzun ve zahmetli iken, New Jersey’de tek kişinin çalıştığı küçük bir şirket 24 saat içinde faaliyete geçiyor, eyalet de bunlara uyguladığı vergiyi düşük tutarak sürümden kazanıyordu. İsviçre’de uygulanan da bu yöntem oldu. Avrupa’nın büyük devletleri, vergilerinin Alpler’e doğru bir yolculuğa çıktığını farkederek İsviçre’yi sıkıştırmaya başladılar.
1932: ‘PARIS PAPERS’
Bu arada ilk skandal da patlak verdi. 1932 sonbaharında Paris’te Komiser Barthelet yönetiminde bir grup polis, bir apartman dairesine baskın düzenledi. Burası, İsviçre’deki Banque Commerciale de Bâle’ın şubelerinden biriydi. Polis, apartman dairesinde bir senatör, bol bol İsviçre Frangı ve özellikle de bankanın müşterilerinin adlarının yazılı olduğu 10 defter buldu. Paralarını İsviçre’ye kaçıran Fransızlar arasında senatörler, piskoposlar, gazete patronları vardı. Polis içeriden bir muhbirin verdiği bilgiden yararlanmıştı. Hükümet olayı basından gizli tutmaya çalışsa da, sosyalist milletvekili Fabier Albertin, iki hafta sonra meclis kürsüsüne çıkarak vergi kaçıranların adlarını tek tek okudu. Bu skandal, günümüzdeki “Paradise Papers” olayına kadar uzanan zincirin ilk halkasıydı.
Günümüzde 11 bin fonu, 200 bankası, 140 vakıf şirketi ve 95 bin kayıtlı şirketiyle dünyanın altıncı büyük bankacılık merkezi olan Cayman Adaları’nın öyküsü ilginçtir. Her şey 1960’larda yerel bir hukuk şirketinin hazırladığı birkaç yasayla başladı. Bu yasalar, o zamanlar bankası, telefonu olmayan, elektrik sistemi doğru dürüst çalışmayan, büyükbaş hayvanları öldürecek güçte sivrisineklerle dolu, tarihî korsan ve kölelerle süslü bu üç Karayip adasını baştan aşağı değiştirdi.
Bugün Cayman adalılar, sıfır vergi ve bankacılık sırrına dayalı bir vergi cenneti olmalarını, bayram olarak kutladıkları bir efsaneye dayandırıyor: Rivayete göre 1794’te on İngiliz gemisi Cayman açıklarında batmış, denizciler adalılar tarafından kurtarılmış, İngiltere Kralı III. George da uyruklarına duyduğu minnetin ifadesi olarak Cayman adalarına vergi bağışıklığı tanımıştı. Bu hikayenin tarihî bir gerçek olmadığını söylemeye gerek yok.
TANRI’NIN BANKERİ
Vergi cennetleriyle ilgili asıl sorun, “bankacılık sırrı” yasalarının arkasına gizlenen muhtemel suçluların varlığıydı. İsviçre’nin dünya diktatörlerinin kendi halklarından çaldığı parayı gömdüğü büyük bir kasa olduğu, 1986’da Filipinler diktatörü Marcos’un iktidardan düşüp ölmesinin ardından açılan davada iyice ortaya çıktı. Filipinler hükümeti Marcos’un çeşitli vergi cennetlerinde saklanan servetine el koymak için “Büyük Kuş Operasyonu” adlı bir girişim başlattı. En zor hedef İsviçre’ydi. İsviçre hükümeti, Marcos’a ait hesapların dondurulmasına karar verdi ama 12 yıl boyunca süren davada, bu servetin tam miktarı bile öğrenilemedi.
Ardından 1982’de Vatikan ve mafya ile içiçe olan İtalyan bankası Banco Ambrosiano skandalı patlak verdi. Banka, kara parayı İtalya dışına kaçırmak için Luxembourg’da bir holding kurmuştu. Basının “Tanrı’nın bankeri” adını taktığı banka müdürü Roberto Calvi, mafya usulü bir cinayete kurban gitti, Londra’da bir köprüye asılı olarak bulundu.
2008’de Alman istihbarat teşkilatı BND, bir banka bilgisayar teknisyeni olan Heinrich Kieber’den Liechtenstein’a para gömen kişilerin listesini içeren bir CD satın aldı. Ardından Alman federal polisi, aralarında önemli devlet görevlilerinin de bulunduğu pekçok kişiyi tutukladı ama Alman hükümeti eleştirilere uğradı. Diğer ülkeler bu CD’yi kullanıp kullanamayacaklarını bilemediler, çoğu “hırsızlık malı” olan bir kaynağa dayanarak yasal işlem yapamayacakları sonucuna vardı. CD’yi satan bilgisayarcı Heinrich Kieber kimlik değiştirmek ve polis koruması altında yaşamak zorunda kaldı. 2014’te bu defa çokuluslu büyük şirketlerin Lüksembourg’a gömdüğü paralarla ilgili bilgiler ortaya çıktığında, kendini hapiste bulan tek kişi muhbir Antoine Delfour oldu.
Günümüzde OECD, IMF, G-20 ülkeleri, Avrupa Birliği, Dünya Bankası… gibi çeşitli kurumlar, vergi cennetlerini kategorilere ayırıyor, her yıl listeler yayınlıyor, puanlıyor, sıralıyor, uzun uzun tartışıyor. Bir vergi cennetine yollayacak kadar parası olmayan sıradan insanların anlamakta zorlanacakları bu tanım ve ayrımlar, vergi cennetlerinin paranın üzerini örtmekte kullandıkları gözboyayıcı yöntemler kadar karmaşık. Ama aslında tanım çok basit olabilir: Yasal veya yasal olmayan bir iş yaparak belli bir ülkede kazanılan paranın o toplumdan kaçırılarak taşındığı yere vergi cenneti demek yanlış olmaz.
OFFSHORE’DAKI PARA: 8 İLA 21 TRILYON USD
Sınırötesi servetin boyutları konusundaki tahminler, hesaplamada kullanılan yöntemlere göre değişiyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı OECD’nin 2007’deki tahminlerine göre, offshore sermaye 5 ile 7 trilyon dolar arasında değişiyor. London School of Economics’de çalışan iktisatçı Gabriel Zucman ise üç yıl önce yayımladığı “Ulusların Gizli Serveti” adlı kitabında, dünyadaki finans servetinin yüzde 8’inin vergi cennetlerinde toplandığını, bu 7.6 trilyon doların 2.46 trilyonunun İsviçre’de bulunduğunu belirtti.
Vergi cennetlerine karşı bir baskı grubu olarak kurulan Tax Justice Network için bir araştırma yapan eski McKinsey danışmanı iktisatçı James Henry, servetlerini vergi cennetlerinde saklayan zenginlerle ilgili tahminlerinde daha da ileri gitti. Ona göre offshore hesaplarda 21 trilyon dolar bulunuyor, bunun 9.8 trilyon doları, geliri 30 milyon doları aşan en üst katmandaki 100 bin kişilik gruba ait…
ABD’de ülkenin resmî mâli denetim kurumu GAO, 2009’da yaptığı açıklamada, halka açık en büyük 100 Amerikan şirketinden 83’ünün vergi cennetlerinde kendilerine bağlı şirketler bulundurduğunu belirtti.
(Yazarımızın Mayıs 2016 tarihli 24. sayımızda çıkan yazısından derlenmiştir.)