50’li yıllarda Türkiye’nin kültür dünyasındaki unutulmaz isimler, Ozan Sağdıç’ın kamerasına yansıdı, bugünlere ulaştı. Bu karelerdeki ünlü isimler bugün sadece yazdıkları-ürettikleriyle değil, surat ve vücut ifadeleri, duruşları ve halleriyle de yaşıyorlar. Bir dönemin parlak yıldızları, ustaları ve bilinmeyen anekdotları…
Kendi kültür dünyamızın gök kubbesinde par layan yıldızlar hiç ek sik olmuyor. Birileri sönerken yenileri parlamaya başlıyor. Ama öyleleri var ki, göklerde olmasa da hafızalarımızda birer kuyruklu yıldız görkemiyle yerlerini koruyorlar. Arşivimi taradıkça o türden kişilerin portrelerini ayrı bir dosyaya yerleştiriyorum. Plastik sanatlarda, görsel ve sözel sanatlarda ya da bilim alanında isimleri parlamış olanların yüzlercesine her gün birileri daha katılıyor. Ben bunların tümüne “Kültür Dünyamızdan Kayan Yıldızlar” adını verdim.
Orhon Murat Arıburnu
Orhon Murat Arıburnu (1920-1989), 1947’de dünyada ilk kez resimli şiir sergisi açan bir şair. Ayrıca sinema, tiyatro yönetmeni, senarist, oyuncu ve yapımcıydı.
Mesleğe başladığım günlerde, dergimizin (şirket hesabına) sahibi olan Şevket Rado “Meraklı çocuksun, seni Pen kulübün toplantısına götüreyim, oradaki yazarların fotoğraflarını çekersin” demişti ve kulübün düzenli toplantılarından birine götürmüştü. Ediplerimizin sohbet için buluştukları yer, İstanbul Üniversitesi’nin tarihî binasının ana giriş kapısının sağına düşen rektörlük binasıydı.
Görkemli bir salonda, birer sehpa çevresinde yer alan koltuklarda, isimleri o zamanlar benim gibi bir delikanlı için dudak uçuklatacak derecede ünlü olan bir çok yazar üçer beşer kişilik gruplar halinde sohbet etmekteydiler. Yüksek pencerelerden süzülen tatlı bir ışık mekânda loşluklar meydana getirirken, şahısların üzerlerine düştükçe gizemli bir atmosfer yaratıyordu. Fikret Adil, Mehmet Kaplan, Fahir İz ve daha birçok edebiyatçı oradaydılar. Bir köşede Halide Edip Hanım bir şeyler anlatıyor, Reşat Nuri Darago ve o zamanlar pek genç bir yazar olan Haldun Taner onu dikkatle dinliyorlardı. Üzerlerine o kadar güzel bir ışık düşmüştü ki, bunu çekmemek olmazdı.
Portrelere Attila İlhan ile başlamak istiyorum. Çünkü onu çocukluğumdan beri tanıyordum. Babası benim doğduğum köyün bağlı olduğu Burhaniye ilçesinin kaymakamıydı. En küçük dayımın da Işık Lisesi’nden sınıf arkadaşıydı. Necdet dayım onu bir gün Edremit’teki evimize getirdi. Babama “arkadaşım şiirler yazıyor” diye tanıttı. Babam şair arkadaşları arasında “şiir öğretmeni” gibi bir nama sahipti. Onu iyi bir sınavdan geçirdi. “Çocukta iş var. Kendini dağıtmazsa iyi bir şair olabilir” demişti.
Birkaç yıl geçti, dayım tıp öğrencisi oldu; ben de Kabataş Lisesi’nde okumaya başladım. Harçlığımı aylık olarak dayıma gönderirlerdi, Cumartesi günleri ondan haftalık olarak alırdım. Ama benim sevgili dayım biraz şenlikli ve uçarı bir delikanlıydı. Ya kızlarla gezerdi ya da maça filan giderdi. Harçlığımı arkadaşı Attila İlhan’a bırakırdı. Onun değişmez yeri Osmanbey’in dört yol ağzına bakan Suna Kıraathanesi’nin yeşil çuha kaplı masalarından biriydi. Daha o zamanlar kafasına afili bir şekilde yerleştirilmiş beresi ve kuyruğu zengince önünde sallanan kırmızı atkısıyla Paris’e gitmeden “parizyen” bir havaya bürünmüş hali vardı. Sağında solunda kağıt oynayanların dumanlı havasında, masasında tek başına vaktini okuyup yazmakla geçirirdi.
Epey zaman geçti. Bir gün İzmir’de Demokrat İzmir gazetesinin idarehanesinde karşısına çıktım. Sonra bir hayli zaman daha geçti. Bu kez Ankara’da o benim karşıma çıktı. Bilgi Yayınevi’nin danışmanı olmuştu. Hayat böyle sürdü gitti.
1955 yılı sonu ya da 56 başlangıcı. Fotoğrafçılar derneğinin katipliğini yapıyorum. Vaktim, dernek başkanı Şevket Tanju’nun Osmanbey’deki stüdyosunda geçiyor. Bir gün oraya cüsseli ve bir gözü kör bir adam geldi. Banyo edilmesi ve çıkan fotoğraflardan küçük boyda birer baskı yapılması için bir film bırakmış, onları almak üzere gelmiş. Bir yerlerden gözüm ısırıyor. Biraz düşününce, onun Cumhuriyet gazetesinde röportajlar yapan Yaşar Kemal olduğunu anladım. Sanırım tam da o sıralar İnce Memet romanı yayınlanmıştı. “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim” diye sordum. O gün o saatlerde Şevket Bey’in kendisi yoktu. Ahmet adındaki kalfası vardı. Stüdyo ışıklarını kullanıp birkaç poz fotoğrafını çektim. Evet, Teneke adlı bir öykü kitabını okumuştum, gazeteye yazılar yazdığını da biliyordum. Ama biraz muhabbet olsun diye herhalde, ne iş yaptığını sordum. “Belediyede memurum, elektrik sayaçlarını okuyorum” dedi.
Benim ilgi gösterdiğimi görünce, o da benimle ilgilendi. Kimim, neyin nesiyim, anlamaya çalıştı. Soyadımı ve Edremitli olduğumu öğrenince “Ben senin babanı tanıyorum” dedi. Buna imkân veremedim. Çünkü babamın İstanbul’a gelip gittiği yoktu. Belki ortak edebiyatçı dostları sayesinde gıyabi bir dostluktur diye düşündüm.
O gün sanırım, ben edebiyat aleminden ilk kez bir yazarın fotoğrafını çekmiştim. Yaşar Kemal’in de ünü henüz çok yayılmadan en erken çekilmiş portresiydi çektiğim fotoğraf. Stüdyonun kalfası Ahmet bu işe pek akıl erdiremedi. “Bu kör adamın resmini niye çektin, üstelik de parasız” dedi bana.
O ilk tanışmadan sonra, Yaşar Kemal ile pek çok karşılaşıp görüşmemiz olmuştu.
Hayat dergisi 6 Nisan 1956’da yayımlanmaya başladı. Kaderdi diyelim, kısa bir süre sonra bu en prestijli derginin foto muhabiri oluvermiştim. Çok gençtim, derginin yazı kadrosundaki kişiler bana göre amca gibi, ağabey gibiydiler. Zaten onların nazarında da ben “çocuk”tum. Adımı söylemez, öyle derlerdi bana.
Hayat günleri ayrı bir yazı konusu. Orada pek çok Babıali emektarı ile tanışmak kısmet olmuştu. Bunların içinde biri vardı ki, değerine paha biçilmez. Bu saygın kişi, edebiyatımızda “Beş Hececiler” diye anılan şairlerden biri olan Halit Fahri Ozansoy idi. Salondaki masası hemen bizim karanlık odanın kapısının yanındaydı. Ayrıca bir düzeltmenimiz vardı. Ama Halit Fahri Bey’in işi onunkinden daha ince bir işti: Dergiyi kusursuz hale getirmek. Bütün altyazılar onun kaleminden çıkardı. Dergideki altyazıların çok önemli bir özelliği vardı. Sözcükleri bölmeden metni belli bir blok içine sığdırmak gerekiyordu. Sözcük dağarı zengin, bilgi alanı geniş ve edebi zevki üstün biri olmak gerekiyordu bu iş için.
Yazıişlerinde herkes beni hoş tutuyordu. Ama Halit Fahri Bey’den gerçek bir baba şefkati görüyordum. İşine çok düşkündü, fotoğrafını işinin başında habersizce çekmeliydim. Öyle de yaptım.
Ben askere gittiğimde dergiden ayrılmıştı. Epey bir zaman sonra Atatürk Kültür Merkezi’nin açılış törenine davetli olarak Ankara’dan gelmiştim. Gala gecesi için smokin koşulu vardı. Yeni bir smokin almak üzere çok ünlü giyim mağazasına uğramıştım. Onunla orada karşılaştım. O da açılışa davetliymiş ve benim gibi smokin almaya gelmiş. İkimiz de birbirimizi görmekten sevinç duymuştuk. Orada anlatmıştı: Dergi günlerinde tamamen bir yanlış anlama yüzünden Şevket Rado beni bir gün fena şekilde hırpalamıştı. Sonradan hadise meydana çıktı, iş düzeldi. Ama onun haksızlığı ve sert davranışı Halit Fahri Bey’i çok etkilemiş, çok üzülmüş. “O hadiseden sonra sıtkım sıyrıldı, dergiden ayrıldım” dedi; ben de çok duygulandım.
‘Parizyen’ Attila İlhan
Türkiye ve dünya çapında bilinen şairliğinin yanısıra Attila İlhan, edebiyat tarihimizde önemli denemelere, romanlara da imza atmıştı.
Giyimevi ilk defa değişik bir smokin modeli çıkarmış. Siyah değil de lâcivert, yakası parlak saten değil de kendi renginden kabartma işlemeli. Galiba Latin Amerika modeliymiş. Ben yeni bir şeymiş diye o modelden aldım. Halit Fahri Bey de “Bu yaştan sonra bana ikinci bir kez giymek kısmet olmaz herhalde” diye aynı modeli seçti. İlk adıyla İKM’nin açılış gecesinde farklı smokin giyen sadece ikimizdik; baba oğul gibiydik.
Hayat dergisi’nin ilk günlerinde, efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel bizim dergiye uğradı. Nedenini bilmiyorum. Önce patronlarla konuştu sanıyorum. Daha sonra yazıişleri salonuna geldi, herkesle selâmlaştı, kendisine sunulan bir iskemleye oturdu. İlkokul kitaplarımızda Atatürk ve İnönü’nün fotoğraflarından sonra onun fotoğrafı olurdu. Sonradan tiryakisi olduğumuz M.E.B. klasiklerinde de görürdük onu. Siması belleğimize iyice yerleşmiş. Hazır bulmuşken bir fotoğrafını çekeyim dedim. Bizden birisiyle konuşuyordu. “Beni yok sayın, doğal halinizle bir fotoğrafınızı çekmek istiyorum” dedim. Filmimin elverdiği ölçüde birkaç kare çektim.
Ayrılırken bir kez daha geleceğini söylemişti. Bu ziyaret benim zihnimde yeni bir şeyin doğmasına yol açtı. Düşündüm, ben öyle bir pozisyon yakalamıştım ki, yanına yanaşmak hayâl bile edilemez kişilerle temas sağlamam pekâlâ mümkündü. İsim yapmış kişilerin fotoğraflarını çekersem, bir de onların imzalarını ve kendilerine ait özgün bir düşüncelerini alırsam, bu benim için çok özel bir koleksiyon olabilirdi. O zamanlar fotoğraf albümü yayımlamak sözkonusu bile edilebilecek bir şey değildi. Ancak kendi özel arşivim için bir girişim olabilirdi. Nitekim çektiğim fotoğraflardan beğendiğim birini 20×30 cm. boyutunda bir fotoğraf kağıdının sol yarısına bastım, sağ tarafını bir şeyler yazması için boş bıraktım. Hazırladığım levhacığı ikinci gelişinde önüne uzattım. Boş olan yere “Doğru iyi, iyi güzel olmasaydı, insanlık boş bir söz olurdu” diye yazdı ve imzasını attı.
Fırsat buldukça sanat ve kültür ortamlarından ünlülerin portrelerini çekip arşivlemek işini bir bakıma hobi haline getirmem böyle bir başlangıçla olmuştu.
Portre çekimlerine ünlü gazetecilerden başlamak, hepsi Babıâli denilen Cağaloğlu semtinde oldukları için kolay ve yerinde olur diye düşündüm. 20. yüzyılı yarılamıştık. Gazeteciler Cemiyeti genel kurul toplantısında kürsüde Şeyhül Muharririn Burhan Felek üstadın, Eminönü Halkevi konferans salonunda Hamdullah Suphi’nin ve Behçet Kemal Çağlar’ın fotoğraflarını çekmiştim ama, onlar portreden sayılmazdı.
Zamanın parlayan gazetesi Milliyet’in fıkra yazarı olarak iki ağır topu vardı. Peyami Safa ve Ref ‘i Cevat Ulunay. Gazetenin Molla Fenari sokaktaki idarehanesi kapı komşusu. Odalar yanyana. Önce Ulunay’ın kapısını çalıyorum. Ne yapmak istediğimi anlatıyorum. “Bir albüm hazırlamak istiyorum da efendim” diyorum. Bom hecesini bomba gibi patlatarak “Ona albüm demezler, albom derler” diyor.
Peyami Safa: Milliyet’in ‘ağır topu’
Edebiyatımızda Doğu-Batı sentezini en iyi kurgulayan, psikolojik roman türünde başarılı ürünlere imza atmış Peyami Safa, günlük gazetelerde de makaleler yazıyordu.
İkinci kapı Peyami Safa’nın. Milliyet yazarı ve bir yandan da Türk Düşüncesi diye de bir dergi çıkarıyor. Düşünen adam pozlarında fotoğraflarını çekiyorum. Ona fotoğrafının karşısındaki boşluğa bir şeyler yazması için ikinci kez gittiğimde, kendisine ait bir düşünce yazacak beklentisi içindeydim. O yanlış anladı galiba. “Ozan Sağdıç, siz çok büyük bir fotoğraf sanatçısısınız” gibi bir övgü tümcesi yazdı. Genç bir delikanlıydım. Koskoca adam, benim yaşımda birisine yağ çekiyor gibi geldi bana, hoşuma gitmemişti. Yüzümü buruşturmuşum, farketti. “Ne o beğenemedin mi” dedi. Doğrucu Davutluk ettim, “Beğenemedim” dedim, “beni methetmek zorunda değildiniz. Sizden kendi düşüncenizi yansıtan bir cümlecik beklerdim” deyip arkama bakmadan odasından çıktım.
Koleksiyonumu zenginleştirmek adına önüme kendiliğinden bir fırsat çıktı. Ruşen Eşref Ünaydın 1918’lerde o zamanın edipleriyle röportajlar yapmış, sonra bu görüşmeleri Diyorlar ki adlı bir kitapta da toplamış. Daha sonraki bir tarihte Hikmet Feridun Es de, olasılıkla Yedigün dergisinde “Bugün de diyorlar ki” ana başlığı altında yaşadığı dönemin edebiyatçılarıyla benzer röportajlar yapmış. Şimdi de Mustafa Baydar, benzer röportajları düzenli bir şekilde Hayat mecmuasında sürdürme teklifini getirmiş olmalıydı.
Hayat, bol resimli bir magazin olduğu için bu röportajların fotoğraflarla süslenmesi gerekiyordu. Yani bize zevkle yerine getireceğimiz bir iş çıkmış oluyordu. Onun dizisinin adı “Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?” idi.
Bu koşuşturma 1956-57 yıllarını kapsıyor. Kimler yoktu ki evinde, işyerinde konuğu olduğumuz… Birkaçını sayalım isterseniz: Gümüşsuyu’ndaki apartman dairesinde ziyaret ettiğimiz Abdülhak Şinasi Hisar. Elbette çok iyi bir yazardı, ama yüzyüze görüştüğümüzden bende kalan izlenim aksi bir adam olduğu merkezindedir. İpek gibi bir kişilik derseniz, Ahmet Kutsi Tecer’i örnek verebilirim. Ziyaret ettiğimiz yazarlar arasında bu tür röportajları ilk kez yapmış, Atatürk ile de ilk söyleşinin sahibi olan Ruşen Eşref ‘in beyefendiliğini de unutamam. Hocaların hocası olmuş Fuat Köprülü ile Marmara surlarına abanmış evinde geçirdiğimiz saatler de benim için çok ilginçti. O dönem içinde Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Hançerlioğlu, Oktay Rifat gibi yazarlar da vardı. Bundan ayrı olarak, Yusuf Ziya Ortaç, Vedat Nedim Tör, Haldun Taner, Aziz Nesin, Mehmet Başaran gibi tanıdıklarım hayatımı yönlendirme konusunda beni iyi kötü etkilemiş kişilerdi. Orhan Şaik Gökyay akraba derecesinde aile dostu, baba dostuydu zaten.
Yaşar Kemal meşhur değilken
Yaşar Kemal bu fotoğraf çekildiğinde başyapıtı İnce Memed daha yeni yayımlanmıştı (1955). O sıralar henüz ünlü bir yazar değilken Ozan Sağdıç’ın objektifine takılmıştı.
Şimdi, biraz gerilere dönelim. Yaşım 12, ilkokulu yeni bitirmişim. Zaman Garipçi şairlerin çağı. Elime geçerse Varlık filân da okuduğum oluyor ama, kasabamıza tutucu kişilerin yayınları da geliyor. Babama birileri Çınaraltı adında bir dergi de gönderiyorlar. Kafam allak bullak. Çocuğum ya ne de olsa, bir ara manzume gibi olmayan şiirleri yazan yenilikçi şairleri “bozguncudur, komünisttir” diye suçlayan tutucuların havasına kapılmışım. Orhan Murat Arıburnu’nun “Ne kadar cıgaram varsa cebimde, onları birbirine ekledim” diye bir şiirine rastlamışım. Çocukça bir hevesle “Nekadar tüyü varsa pöstekinin” gibi bir karşılamayla sözümona nazire yazmışım. Aklımca adamı deli yerine koyuyorum. Ama asıl deli saçması benim yediğim halt. Bu kadarla kalsa iyi. Tutup bu yaveyi İstanbul’da “Edebiyat Alemi” adında bir dergiye postalamışım, iyi mi? Bir de ne göreyim, o nazire bozuntusunu ciddiye almışlar, ön sayfadan vermişler. Benim yaşımı bilmiyorlar ya, adımın önüne “Edremitli Üstat Şairimiz” diye yazmamışlar mı? 12 yaşında üstat diye anılmak kâr mıdır ar mıdır, bilemem. Ama bir süre için “hadi bakalım üstat” diye babamın eğlencesi olmuştum.
Aradan yıllar geçti, liseyi filân okumuşuz, dünya kaç bucak biraz fikir sahibi olmuşuz. İstanbul sokaklarında sürtüyoruz artık. Bir gün (o zamanlar öyleydi) Ses Opereti’nin girişinin olduğu pasajda, baktım Orhan Murat tek başına oturuyor. Adamın sinema artistliği de var, tam da güzel bir fotoğraf verecek konumda. Yanına yanaştım “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim” dedim. “Tabii, neden olmasın” dedi. Biraz sohbet de ettik. Ama kesinlikle o çocukluk anımdan tek söz etmedim elbette.
Benim İstanbul’dan Ankara’ya hicret tarihim 1960’tır. Asıl bol bol sanatçı portresi çekme anılarım oraya ait, ama birazını bile anlatmak için dergi sayfaları yetmiyor. Zaten açacağım sergi için galerinin duvarları da yetmemekte. Örneğin benim çektiğim Aşık Veysel portresi benzeri olmayan bir örnektir.
Hep erkek yazarlardan söz ettik. Halbuki bu ülkede ne çok kadın yazar var. Bunlardan sadece biri, diyelim ki Sevgi Soysal. Ben onun Ankaralıların aile tiyatrosu gibi olan Meydan Sahnesi’nin hit oyunu “Zafer Madalyası”nın güzel hemşiresi olarak fotoğrafını çektiğimde adı Sevgi Nutku idi. Sevgi Başar olduğu zamanlarda da fotoğraflarını çekmiştim. Son fotoğraflarını hep Sevgi Soysal olarak çektim. Çok canlı bir insandı. Yanarım ki, hızlı yaşadı genç öldü.
Daha neler neler. Ama dergi sayfaları sınırlı, şimdilik bu kadar.
Âşık Veysel’in benzersiz portresi
1894 Sivas Şarkışla’da doğan Veysel Şatıroğlu (nam-ı diğer Âşık Veysel), 1973’te yılında doğduğu köy Sivrialan’da hayata gözlerini yumdu. Ozan Sağdıç bu portreyle onu ölümsüzleştirdi.
Kültür dünyamızın yıldızları Fotoİstanbul’da
Beşiktaş Belediyesi’nin artık gelenekselleşmiş fotoğraf şenliği niteliğindeki “Fotoİstanbul”un dördüncüsü bu yıl 30 Eylül-22 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek. Program çerçevesinde bu yılki etkinliklerde, Ozan Sağdıç’ın “Kültür Dünyamızdan Kayan Yıldızlar” adı altında bir sergisi de var. Serginin resmî açılış tarihi 4 Ekim. Yer İTÜ Makine Fakültesi’nin tam karşısındaki Dümen sokak başındaki Gümüşsuyu İş Merkezi’ndeki Fototrek Galerisi.